Kürtçe diye bir dil

Özkan Küçük, anadilin kaybı, Kürtçenin kıymetsizleştirilmesi, inkârı ve kültür alanından dışlanma çabası üzerine yazdı: “Belki de yasaklandığı-dışlandığı için dilin kendisi politikleşiyor. Dilin durumu, toplumun durumunu özetliyor. Dilin serbestliği, toplumun serbestliğinin göstergesi oluyor”


ÖZKAN KÜÇÜK

Gündelik yaşamda Kürtçeden başka bir dilin konuşulmadığı bir köyde dünyaya geldim. Okul yaşıma yaklaşırken “mecburen” Türkçe öğrenmeye başladım. O zamanlar okula gitmeden önce biraz Türkçe bilmenin çocuklar için iyi olacağını bilecek kadar ‘bilinçlenmişti’ büyüklerimiz. Çünkü bizden önceki kuşak Türkçeyi okulda dayak yiyerek öğrenmek zorunda kalmıştı.

Köye elektriğin ve televizyonun gelişini çocukken gören kuşaktanım. O garip töreni de çok iyi hatırlıyorum; köyün en yaşlı kadını bir gaz lambasını yere fırlatıp elektrik şartelini kaldırmıştı. O temsili sahneyi ilk kim düşündü acaba diye merak ediyorum bazen. Eski düzenin gidişi ve yeninin gelişi… Eski ve yeni… Bizim kendi düzenimizin gidişi, devletin düzeninin gelişi… Masalların gidişi, televizyonun gelişi… Kürtçenin gidişi, Türkçenin gelişi…

Bir keresinde okul lojmanının kenarında koyu bir sohbetteyken birden pencerede öğretmenle göz göze geldik. Bizi kapıya çağırdı. İyi bir dayak yemeyi bekliyorduk ama elindeki bidonla kafalarımıza vurup su getirmemizi istedi. Böyle işte, Kürtçeyi gizli konuşan son kuşaktanım ben. Bizden sonraki kuşak zaten daha doğmadan öğrenmeye başladılar bu dili. Bu garip, ağzımıza yakışmayan, gırtlağımıza uymayan dili…

Bizim kuşaktan hemen her Kürdün buna benzer anlatacakları vardır eminim. Antakyalı bir Arap arkadaşımdan da buna benzer şeyler duymuştum. Hemşin çocukları da Türkçeyi okulda öğrenenlerden. Anlayacağınız biz Kürtler yalnız da değiliz bu konuda.

KIYMETSİZLİK

Bizim evrenimiz böyle oluştu işte. Anadilimizden, güvenli yuvamızdan böyle sürgün edildik. Adına eğitim denen şeyle başka bir dilin insanı yapıldık. Ama bu da yetmedi tabii. Zira Türkçeyi de “çok kötü” (aslında basit bir gırtlak meselesi yüzünden) konuştuğumuz için ne kadar kendimizi gizlesek de ağzımızı açar açmaz “Türk” olmadığımız yüzümüze vuruldu.

Biz Dersim (Tunceli) Kürtleri Türkçeyi en iyi konuşanlar olsak da illa ki konuşmanın bir yerinde, şayet o zamana kadar ten rengimiz bizi ele vermemişse, fark edildik.

Fark edildikten sonraki diyaloglardan da bir özet geçeyim mi? Ya nereli olduğun sorulur ya da doğrudan “Kürt müsün?” derler. Tunceli cevabını vermişsen iyimser bir ihtimalle “oralarda halen terör var değil mi?” derler… Ya askerliğini orada yapmıştır ya da oralı bir arkadaşı olmuştur bir vakitler. Kürt cevabının ise karşılığı öteden beri, iyimser tarafından bakarsak, “olsun Kürt de bir insan!” olur… “Bizim bir Kürt gelin var” da diyebilirler ya da Kürt bir ortaktan söz edilebilir. Sessizlik ise inanın bu cevaplardan daha kötüdür.

Ama mesela İranlı yönetmen Abbas Kiyarüstemi’nin Kirazın Tadı filminde söylendiği gibi “Siz Kürtler çok acılar çektiniz…” demez kimse. Zira çektiğimiz acıların kıymeti de pek yoktur. Bizim çocuklar mayına da basar ölür, “yanlışlıkla” da vurulur (ama bilerek de vurulur), panzerler de ezer ama “Türk” kamuoyunda bunun hiçbir kıymeti yoktur. Bu kıymet bilmezliğin açtığı yaraların da kıymeti yoktur haliyle.

ANADİLİN KAYBI

Yanımda taşıyıp durduğum bu düşünceler bir yana, neredeyse gün geçmiyor ki “anadil kaybımız” bize hatırlatılmasın. Bazen bir televizyon sunucusu, bazen bir bakan, bazen de bir muhalif (!) siyasetçi, Kürtçenin “yetersiz bir dil” olduğunu yüzümüze vuruyor. Bu dille eğitim yapılamayacağını, Kürtçenin toplama bir dil olduğunu da onlardan öğreniyoruz böylece.

Cumhuriyet tarihi boyunca yasaklı bir dil olan Kürtçe, doksanlı yıllardan bugüne kadar görece serbestleşmesine rağmen şimdi de her fırsatta hor görülen, dışlanan bir dil haline geldi.

Dahası, bu dili günlük yaşamda kullanmanın bedelleri var. Bu dille yapacağınız etkinlikler mülki amirlerce “kamu güvenliği” gerekçesiyle kolaylıkla yasaklanabilir. Zira Kürtçeyle yapılan her etkinlik devletin “hassasiyet” penceresinden izlenir. Bazen de “hassas bir vatandaş” bu görevi üstlenir.

Resmiyetten ve eğitim dili olmaktan zaten en başından beri yasaklanarak uzak tutulan Kürtçe, kamusal alandan da uzak tutuldu. 2000’lerin başında devlet bir Kürtçe televizyon kanalı kurdu ancak bu kanalı ideolojik bir aygıt olarak kullanmaya ve Kürtçeyi o kanala hapsetmeye çalışıyor. Devletin başka bir kanalında Kürtçe bir konser veya film görebilen var mı mesela? Ya da belediyeler ne kadar açıklar Kürtçe etkinliklere? Sanırım bunun cevabını iki hafta önce Keçiören Belediyesi çok net verdi. Belediye, Kürt sanatçı Mem Ararat’ın konser vereceği salon için yapılan sözleşmeyi “Kürtçe müzik yapılacağı” gerekçesiyle tek taraflı olarak fesh etti.

KAMUSAL ALANDA KÜRTÇE

Yıllara yayılan bir şekilde Kürtçeyle kamusal araçların ilişkisini sinema üzerinden yeterince deneyimledim. Mesela meşhur Eser İşletme Belgeniz olsa dahi (yani devletin “sansür kurulu” filmi onaylamış olsa bile), filminizin Kürtçe olması salon bulmakta zorlanmanız için yeterlidir. Salon sahipleri bunun sebebini söylemekten de pek çekinmezler. Her ne kadar müzik piyasasında görece bir “eşitlik” var gibiyse de, genel olarak Türkiye’nin kültür endüstrisi içinde Kürtçe yapılan işlerin şansı her zaman daha az olagelmiştir.

Kürtçe yapılan filmlere, tiyatro oyunlarına hep bir “dikkatle,” “kaygıyla,” “korkuyla,” “hassasiyetle” ya da en iyimser tarafından alırsak “şefkatle” bakılmıştır. Oysa ki bunların hepsi de eşitsizliğin altını çizen yaklaşımlardır. Dahası, “görmezden gelme,” tüm bu bakışlarla yarışan öncelikli tavırdır.

Örnekleme yapabilir ve eşitsizliği gösteren bu tavırları çoğaltabilirim ancak sonuç pek değişmeyecektir: Kürtçe sanıldığından daha az serbesttir. Basın yayın alanında adı konulmayan izinlere tabidir Kürtçe. Kürt bir yarışmacının televizyondaki ses yarışmasından elenirken, Türkçe bilmeyen annesine Kürtçe ninni söylemek için sunucudan 20 saniyelik (!) izin istemesi bunu bir anlığına görünür kıldı sadece.

Alışkın olmadığımız bir şeydir televizyonda dilimizden şarkılar duymak veya bir filmde dilimizle konuşulması. Zira bizim dilimiz evin içinde vardır, köyümüzde vardır ama okula giremez, televizyondan duyulamaz, minibüste, alışverişte kullanılamaz. Parkta bile çocuğunuza Kürtçe seslenip seslenmemeyi düşünmek zorunda bırakılmışsınızdır.

Kürtçe (ve Türkçe dışındaki diğer diller) kamusal alandan dışlanmış ve kamusal araçlardan yoksun bırakılmıştır.

2000 yılında arkadaşım Özcan Alper’le birlikte Artvin’in Hemşin yaylalarında bir kısa film yaptık. Momi (Büyükanne) adındaki bu filmin bendeki birçok anısının arasında en çarpıcı olanı; Özcan’ın kardeşleriyle filmin ilk kurgusunu izlediğimizde tüm kardeşlerin ağlamasıydı. Çünkü hayatlarında ilk kez kendi anadillerinde bir film görmüşlerdi. Kendi anadilleri ilk kez karşılarına bir kamusal araç üzerinden geri dönüyordu. Kürt sinemasını geliştirmek için çalışmama rağmen anadilin insanlar üzerindeki böylesine çarpıcı etkisini bir Hemşin filmiyle deneyimlemiştim. Unutamam.

İNKÂRIN BOYUTLARI

Konu üzerinde çalıştıkça, dilin inkârının, kişisel deneyimi aşan boyutlarının olduğunu, göründüğünden daha çetrefilli bir mesele olduğunu anlıyorum. Kürt meselesinden ne kadar ayırabiliriz ki bunu neticede? Yani belki de yasaklandığı-dışlandığı için dilin kendisi politikleşiyor. Dilin durumu, toplumun durumunu özetliyor. Dilin serbestliği, toplumun serbestliğinin göstergesi oluyor.

Bu nedenle konuyu farklı mesleklerden kişilere sormaya karar verdim. Amacım Kürtçenin karşılaştığı dışlayıcı tavırların insanlarda nasıl bir hissiyat yarattığını sorgulamak ve onların kendi pencerelerinden bu meseleye yaklaşımlarını derlemekti. Böylece meselenin çok farklı yanlarına dikkat çekebilir veya konunun katmanlarını ortaya koyabilirdim.

Bu düşünceyle başladığım Kamusal Alanda Kürtçe video röportaj serisinin ilk bölümlerinde; sosyolog Doç. Dr. Bülent Küçük ile dilin inkârının çeşitli boyutlarını, şair-çevirmen Rêdûr Dîjle ile dilin imkânlarını ve zorunlu Türkçe eğitim politikasının Kürtçeyle büyüyen çocukların dünyalarına etkilerini, gazeteci Mahmut Bozarslan ile de dilin serbest kullanımının -veya engellenmesinin- toplumsal barışa etkilerini konuştuk.

Konu hakkında içkin olarak bildiğim, fakat her zaman bilincimde tutmadığım farklı boyutları konuşarak meseleyi genişletmiş olduk. Serinin sonraki röportajlarında sanatçılarla ve anadil alanında kampanyalar yürüten topluluk temsilcileriyle bir araya gelmeyi planlıyorum. İzleyeceğiniz ilk üç videoda konunun ana hatlarını ortaya koymuş olduk. Takip eden röportajlarla konunun farklı katmanlarını açacağız.