“Sessiz kalırsam hiçleşeceğimi biliyorum”

Kitapları sebebiyle hakkında pek çok dava açılan araştırmacı-yazar Hamide Yiğit’le yasaklarla, sansür mekanizmalarıyla mücadelesini konuştuk


ADALET ÇAVDAR

Libya’da Kanlı Bahar, Sizi Özgürleştirmek İçin Öldürdük!,  AKP’nin Suriye Savaşı, Erdoğan’ın Yıkılan Hayalleri, Tekmili Birden Işid, El-Kaide’den Işid’e Amerika İçin Cihat  kitaplarının yazarı Hamide Yiğit, Türkiye Yayıncılar Birliği Düşünce ve İfade Özgürlüğü Ödülleri’nde 2018 Yazar Ödülü’ne layık görüldü. Kaleme aldığı kitaplar sebebiyle hakkında pek çok soruşturma açılan, cezalar alan, sosyal medya üzerinden ölümle tehdit edilen Hamide Yiğit ile ödül vesilesiyle bir araya geldik, yaşadığı baskıyı ve bu baskıyla nasıl mücadele ettiğini konuştuk.

Bugünün koşullarında yazmanın, araştırmanın zorluklarını “Sadece AKP yargısının baskısı değil, Suriye cihadına katılan gruplardan aldığım tehditler ve troll saldırıları da oldu. Hâlâ da devam eden bir kuşatma var” sözleriyle anlatan Yiğit, devam etme gücünü ise haklılığından ve dayanışmadan aldığını söylüyor. “Çünkü” diyor,  “gerçekliğin üstünün örtülmesine ya da olduğundan farklı yansıtılmasına karşı bir savaş bu çaba.”

Türkiye Yayıncılar Birliği’nin verdiği Düşünce ve İfade Özgürlüğü Ödülleri’nden Yazar Ödülü’nü bu yıl siz, Yayınevi Ödülü’nü ise kitaplarınızın yayımlandığı Tekin Yayınevi aldı. Bugün, böylesi bir ödül sizin için ne ifade ediyor?

Düşünme ve düşünceyi ifade etme hakkına yönelik saldırıların çok yoğun olduğu ve bu saldırılara rağmen naçizane bir direnme iradesi gösterdiğim kanaatine varıldığı anlamını çıkardığım için onur duydum. Bunun dışında, aslında Düşünce ve İfade Özgürlüğü Ödülleri’nin veriliyor olması çok üzücü. Bu tür ödüller bir ülkenin karnesi, özgürlük ve demokrasi notları. Bu anlamda ülkem adına üzgünüm. Bir daha Düşünce ve İfade Özgürlüğü Ödülleri’nin verilmemesini dileyerek ödülümü aldım. Ancak bu ödülün bizler için direnç ve cesaret anlamını taşıdığını, direnci ve cesareti bulaşıcı kıldığını da belirtmek isterim.

Ödülü kendi isteğiniz üzerine İhsan Eliaçık’la paylaştınız. Bunun sebebi neydi?

Yazdığım kitaplar nedeniyle ben ve Tekin Yayınevi yoğun baskıya maruz kaldık. Yayınevimin benim dışımdaki yazarları da aynı şekilde baskı gördü. Özellikle İhsan Eliaçık, benzeri görülmemiş bir cezalandırma biçimine maruz kaldı, “kent dışına çıkmama” cezası verilerek okurlarıyla buluşması engellendi. Bu nedenle Türkiye Yayıncılar Birliği’nin Yayınevi Ödülü Tekin Yayınevi tarafından İhsan Eliaçık’la paylaşıldı. Bana verilen Yazar Ödülü de sadece benim değil, düşüncelerini ifade ettiği için baskılara maruz kalan ve inatla özgürlük mücadelesi veren herkesin. Bu ödüllerin hepimize sağladığı şey, dayanışmayla umudu büyütme cesareti.

İnsanların düşünmeye bile korktuğu alanlarda araştırmalar yapıyor, yazılar yazıyorsunuz sonra da davalarla ve itibarsızlaştırma kampanyalarıyla karşı karşıya kalıyorsunuz. Tüm bunlar gündelik hayatınıza, ilişkilerinize nasıl yansıyor? 

Bunlar gündelik yaşamımın bir parçası haline geldi. Yazılması gerekenleri yazmazsam belki yaşamımı kendi halinde bir vatandaş olarak sürdürebilirim ama bu beni mutlu etmez. Aksine onca yalana karşı sessiz kalırsam hiçleşeceğimi biliyorum. Çok cesur değilim ama kendimi hiçleştirmekten kaçındım, gücümü de haklılığımdan ve dayanışmalarımızdan aldım. Başlangıçta uzun bir süre ben ailem için tedirgin oldum, ailem de benim için kaygılandı. Çünkü sadece AKP yargısının baskısı değil, Suriye cihadına katılan gruplardan aldığım tehditler ve troll saldırıları da oldu. Hâlâ da devam eden bir kuşatma söz konusu. Sonuçlanan dört davamdan sadece birinden beraat aldım, diğer üç davadan cezalar verildi. Ve hâlâ devam eden davalar var. Bunlar üst üste konulduğunda ailece yıprandığımızı söyleyebilirim ama bunun bir mücadele olduğunu bilen bir yerden baktık, zamanla yaşamımızın bir parçası haline getirmeyi başardık. Hayatın kendisi bir mücadele zaten.  

Suriye’deki bitmeyen savaşı, El Kaide’yi, Işid’i anlattığınız araştırma kitaplarınızı hem kaleme alma hem de yayınlama süreciniz nasıl gelişti?

“Arap Baharı” diye adlandırılan süreçte yoğun bir medya dezenformasyonu vardı. Hâlâ da devam eden ve adeta tek merkezden yönetilen medya dezenformasyonu gölgesinde Libya ve Suriye’ye yönelik çok kapsamlı operasyonlar başladığında, bir savaş medyasıyla karşı karşıya olduğumuzu gördüm. Avrupa okumaları üzerinden yürütülen algı yönetimi Libya’daki bütün gerçeklerin üstünü örttü. Suriye sürecinde de aynı şekilde kimi zaman yanlış, kimi zaman hiçbir gerçekliği olmayan bilgilerin yayıldığına tanık oldum. Yanıbaşımızdaki Suriye gerçeklerinin kasıtlı olarak görünmez kılınması ve ABD ile Avrupa medyası üzerinden bir algı yönetiminin yürütülmesi beni Ortadoğu üzerine araştırma yapmaya yöneltti. Yerelden okumalarla yaptığım analizlerimi makaleler şeklinde yayımladım. Bu makaleler yazarı olduğum sendika.org’ta yayınlanmaya devam etti. Bu sırada Tekin Yayınevi’nden aradılar ve Dünyayı Anlama Serisi isimli projelerinden, projenin bir ayağının da Ortadoğu’yu anlama üzerine kurulu olduğundan bahsettiler. Bana Ortadoğu’yu Avrupa okumaları üzerinden değil, sahadan araştırmalar üzerinden yazma ya da derleme önerisi getirdiler.

Dünyayı Anlama Serisi’nin Ortadoğu bölümünü üstlendim ve ilk çalışmam olan AKP’nin Suriye Savaşı, Erdoğan’ın Yıkılan Hayalleri’ni derleme olarak hazırladım. Bu çalışmanın ardından Libya’da Kanlı Bahar, Sizi Özgürleştirmek İçin Öldürdük ve Tekmili Birden IŞİD, El Kaide’den IŞİD’e Amerika için Cihat adlı araştırma kitapları geldi.

Bugünün dünyasında, özellikle de Türkiye gibi bir coğrafyada araştırma kitaplarının önemi nedir sizce?

Araştırma kitapları-makaleleri, döneme ışık tutan, her türlü manipülasyona karşı tarihe bir dip not düşme işlevini yerine getiren çalışmalar. Gerçekliğin üstünün örtülmesine ya da olduğundan farklı yansıtılmasına karşı bir savaş bu çaba. Egemenlerin kendi algılarını, manipülasyonlarını kamuoyuna dayatmalarının ve özellikle bu dayatmaların sonraki nesiller için bir “resmi tarih” olarak tescillenmesi sonucunda ortaya çıkan bir zehirlenmenin panzehiri de diyebiliriz.  

Resmi tarih anlatılarının manipülasyonla, iktidarların dayatmalarıyla yazılması, bir anlamda gerçeği sansürlemek demek. Sizce sansür Türkiye’de daha evvel yaşanan zaman dilimleriyle bugün arasında nasıl farklarla yaşanıyor?

Sansürün varlığı insanlık tarihi kadar eski. Ama her çağda sansür genellikle kamu yararı temelinde tartışılır. Toplumun, gelenek ve göreneklerin sakıncalı olarak kabul gördüğü davranış ve söylemler yasaklıdır. Ya da siyasal iktidarların kamu yararı açısından sakıncalı buldukları yazın, sanat gibi etkinliklerin yasaklanması olarak tanımlanır sansür. Sansürde kamu yararı değil, iktidar yararı gözetilir. Bu yüzden bir hak ihlalidir.  

Osmanlı döneminde de sansür vardı ve yoğun olarak II. Abdülhamit döneminde uygulanmıştı. II. Meşrutiyet’le birlikte basına sansür uygulaması kaldırıldı. Cumhuriyet döneminde basın bayramı olarak kutlanan gün, II. Meşrutiyet’in ilan edildiği 23 Temmuz günüdür. Yani Türkiye Cumhuriyeti sansüre karşı basın ve ifade özgürlüğünü şiar edinerek yol alma iddiasındaydı. Ne var ki anayasalara özgürlükçü maddeler konulsa da her dönem gizli sansür uygulandı. Darbeler döneminde, sıkı yönetim uygulamalarında sansür, ilk başvurulan susturma yöntemi olarak öne çıktı. Fakat AKP iktidarının uyguladığı sansür, ne sıkıyönetimler ne de geçmişteki darbeler dönemindekine benziyor. Çünkü öyle bir sansür var ki, buna sansür diyenlere de sansür uygulanıyor.

Otoriterleşen her rejim sansüre sarılır. AKP de kendine yeni bir rejim inşa ediyor ve bu inşa sürecinde sansür, adeta iktidardaki varlığını sürdürmenin bir sigortası olarak işlev görüyor. Fiili sıkı yönetim söz konusu. Fiili olunca, keyfi de oluyor. Türkiye maalesef bugünlerde böyle bir süreci yaşıyor.

Yazara, sanatçıya, gazeteciye uygulanan bu yıldırma politikasıyla mücadele etmenin yolları nelerdir?

Mücadelenin taşları, inancı ve umudu büyütmekle örülür. Bu ablukayı dağıtmaya yetmez belki ama yılmamanın ilanıyla abluka esnetilir. Dayanışmayla, birlikte duruşla, örgütlü bir kenetlenmeyle umudu büyütmek, özgürleşme yolunda taşları bir bir örmek demek. AKP iktidarının uyguladığı bunca yıldırma politikalarına rağmen içeride ve dışarıda inat ve inançla susmayacağını haykıran, susmadığını göstere göstere ilan eden, yazarak, üreterek bu yıldırmalara karşı baş kaldıran değerler az değil. Bu böyle olduğu sürece yenilen sansürcüler, kazanan da mücadele edenler olacaktır. Çünkü düşünceler asla kafese sığmaz…    

Sansürle otosansür arasında sizce nasıl bir ilişki var? Otosansür nerede başlıyor ve nerede sansürle el ele yürüyor?

Otosansür, sansürün doruk seviyede hissedilmesiyle kendini gösterir. Sansür baskısının amacı yıldırmak, sindirmek, susturmak. Ne zaman ki bir birey, kendini ifade ederken neyin suç sayılacağı, neyin suç sayılmayacağının hesabını yapmaya başlarsa, o zaman otosansür yönetimi altına girmiş demektir. Hukukun yok sayıldığı ve keyfiliğin bir yönetme biçimi haline geldiği bir yerde her zaman sansürle otosansür el ele yürür. Bireyler bu keyfi yönetimlerden kendilerini koruma refleksiyle kendi kendilerine yasaklar koyarlar. Yaratılan korku atmosferi ne kadar derinse kendine yasak koyma da o kadar geniş olur. Örneğin dünyanın hiçbir yerinde cumhurbaşkanına hakaret suçu gerekçesiyle ya da iktidardaki partiyi eleştirdiği için “devleti aşağılama suçu” gerekçesiyle bu kadar çok ceza verildiği görülmemiştir. Bütün bunlar otoritenin getirdiği sansürle bireylerin kendilerine koydukları otosansürün ikizleşmesine yol açıyor.  

Öğretmenlikten emekli olduğunuzu, eğitim emekçilerinin mücadelesine dair makaleler yazdığınızı biliyoruz. Bugün hem eğitmenleri hem öğrencileri nasıl görüyorsunuz? Sizce sistem ve işleyişi nasıl?

30 yıla yakın öğretmenlik hayatım boyunca eğitim emekçilerinin hak mücadelesinde aktif olarak yer aldım. Aynı zamanda eğitimin demokratikleşmesi ve eşit, laik-bilimsel eğitim hakkı mücadelesinin bir öznesiydim. Kısa da olsa bir akademisyenlik geçmişim de var. Yüksek lisansımı tamamlayana ve 1993’te YÖK’ün 50/D maddesince akademiden ihraç edilene kadar araştırma görevlisiydim. Sonrasında da araştırmacı olarak yoluma  devam ettim. Araştırma ve analizlerim genelde kamu emekçilerinin, özelde eğitim emekçilerinin örgütlenmesi ve daha çok eğitim sisteminin eleştirisi üzerineydi.

Benim meslek hayatımın iki evresi vardır; AKP’den önce ve AKP’den sonra. Birinci evre; eğitim emekçilerinin kazanımlarının korunması ve haklarının genişletilmesi mücadelesini, öte yandan ülke gündemine giren özelleştirmelere karşı herkes için eşit, bilimsel, kamusal eğitim hakkı mücadelelerini kapsıyor. İkinci evre, yani AKP’den sonra ne yazık mücadelelerin odak yoğunluğu değişti. Her şeyden önce emekçilerin kazanılmış haklarının korunması öncelikli hale geldi. Örneğin iş güvencesinin korunması ve öğretmenlikte kamusal yararı temel alan liyakat sisteminin sürmesi için mücadele verildi.

Kazanılmış bütün haklar tırpanlandı, sözleşmeli öğretmenlik sistemiyle iş güvencesi ortadan kaldırıldı. Şu anda liyakat sistemi yerine güvencesizlik tehdidi karşısında biatçı öğretmen tipi yaratılmak isteniyor. Eğitimin içeriğine gelince, laiklik ve bilimsellik adına ne varsa hepsi kaldırıldı. Gerici müfredatlarla ülke adeta karanlık çağa sürükleniyor. Laik eğitim taleplerine AKP’nin verdiği cevap, tam anlamıyla bir selefileştirme hamlesi. Eğitim hakkı tamamen ortadan kalkmak üzere, çünkü anayasal güvence altında olmasına rağmen eşit-parasız kamusal eğitim hakkı, özel okullara verilen fahiş destekle yok edildi. Bugünkü tablo maalesef bu kadar karanlık.  

Peki KHK ile atılan akademisyenler sonrasında üniversitelere dair neler söylersiniz?

Eğitimin içi boşaltıldığı gibi, akademinin beyin gücü de felç edildi. Gerici müfredata rağmen bilim yapan insanların tasfiye edilmesi, yerlerine iktidarın gericileştirme programına uygun sözde akademisyenlerin doldurulması, insanın içini daraltan bir durum. Ülkenin beyni oksijensiz bırakılıyor. Bu yüzden binlerce pırıl pırıl beyin göç ediyor. Ama bu böyle gitmez, eşyanın doğasına aykırı. Bilim yuvasında bilim üretilir. Bu döngüyü yok ederseniz, Newton’un elması başınıza taş gibi düşer!