Gerçekler ve ihtimaller, sanat ve olanakları

Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçiş sürecindeki hukuki değişiklikler devlet bünyesindeki sanat kurumlarına da yansıdı. Devlet Tiyatroları ile Devlet Opera ve Balesi’nin yasaları, statüleri ve işleyişi değişti. Bu değişikliklerin uygulamada nelere yol açacağı ise şimdilik ihtimallerden ibaret…


ÖZLEM ALTUNOK

AKP iktidarının sanatla, özellikle de daha kolay dönüştürebileceği devlet bünyesindeki sanat kurumlarıyla olan “mücadelesi”, Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçiş sürecinde yayımlanan kararnamelerle yeniden gündemde.

Önce geçen hafta, 9 Temmuz’da yayımlanan bir kararnameyle Devlet Tiyatroları’nın (DT) kuruluş yasasının adı “Devlet Tiyatroları Personeli Hakkında Yasa” olarak,  Devlet Opera ve Balesi’ninki (DOB) ise “Devlet Opera ve Balesi Personeli Hakkında Yasa” olarak değiştirildi.

İki kurumda da tüzük ya da Bakanlar Kurulu tarafından belirlenen yönetim ve ödenekle ilgili tüm kararlar Cumhurbaşkanlığına bağlandı.

Bu değişikliklerin henüz ne anlama geldiğine dair bir netlik olmasa da niyet okuması yapanlar çok oldu.

“Aynı şevk, heyecan ve başarı…”

Elbette iktidarın daha önce nasıl bir kültür sanat politikası güdeceğine dair sağlam işaretlerin ve Gezi sürecinden bugüne, git gide artan sanat alanındaki ifade özgürlüğü ihlallerinin de payı büyük bunda.

Lakin iki kurumun da tüzel varlıklarının ortadan kalktığını söyleyenlere yanıt, biraz da hazin bir şekilde yine o kurumlardan geldi: “Bazı basın organları ve sosyal medyada dile getirilen ‘Devlet Opera ve Balesi ile Devlet Tiyatroları kapatılıyor’ şeklinde yapılan haberler asılsız ve gerçeği yansıtmamaktadır” diye başlayan açıklamada kurumların bu geçiş sürecinde yayımlanacak kararnamelerle sistemdeki yeni statüleri ile faaliyetlerine aynı şekilde devam edeceği belirtiliyordu. Açıklamanın “Bu güzide kurumlarımızın faaliyetleri hiçbir aksamaya uğramadan aynı şevk, heyecan ve başarı ile devam etmektedir” gibi coşkulu sözlerle nihayet bulması ise “azınlığın çoğunu” pek tabii ki ikna ve tatmin etmedi.  

Tam da bu açıklamada ifade edildiği gibi, ilk kararnamenin hemen ardından, 15 Temmuz’da yayımlanan bir başka kararnameyle DT ile DOB, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı tüzel kişiliği haiz, özel bütçeli genel müdürlük olarak yeniden kuruldu.

Ne düşünürsek düşünelim hukukun dili net konuşuyor, nasıl işlediği kısmı sorunlu olsa da.. Bu sebeple burada sözü kültür sanat piyasasının hukuki altyapısı konusunda uzmanlaşmış nadir isimlerden avukat Sedef Erken’e bırakalım: “Son değişikliklerle DT ve DOB statüleri elbette farklılaştı ama tüzel kişilikler ortadan kalkmadı. Kurumlar artık ‘bağlı kuruluş’ değil bakanlık bünyesinde kuruluşlar haline geldi. Önceki statüyü yarı özerk gibi algılayan ve daha ileri giderek ‘tam özerklik’ talepleri olanlar, bu beklenti karşılanmadığı için bu teknik ayrıntıyı önemsemiyor. Ancak ‘bağlı kuruluş’ statüsü de en az bugünkü kadar özerklikten uzaktı. Ayrıca yinne hatalı yansıtıldığı üzere, kurumlar direkt olarak Cumhurbaşkanlığına bağlanmadı. Ancak ona bağlı çalışacak olan Kültür Bakanlığına bağlandı. Artık DT ve DOB Genel Müdürü, bakanlığın organizasyon şeması içinde yer alacak. Ayrıca bu yeni sistem, bakanlık dışında Cumhurbaşkanlığı bünyesinde kurulacak sosyal politika kurulları getiriyor. Bu kurullara kimler hangi kıstaslarla seçilecek bilmiyoruz. Şu ana kadar verilen bilgilere göre bu 9 kurul genel anlamda politika hazırlayıcı, bakanlıklarsa uygulayıcı olacaklar. Ancak kurullar bu politikaları hazırlarken de bakanlıklarla koordineli çalışacaklar, ayrıca bakanlığın çalışmalarını denetleyecekler.”

“Devletin tiyatrosu mu olur?”

Kafa karışıklığı normal demiştik, sistem değişiyor ve bunun altyapısı da uzun zamandır tesis ediliyor sonuçta. Esas, yasalarda olan hayata nasıl yansıyor, mesele biraz da burada kilitleniyor. “Devletin tiyatrosu olur mu, olmaz mı” başlıklı kadim tartışmayı şimdilik bir kenara bırakarak devam edelim odak noktasından uzaklaşmadan.

Tam da bu meselenin tıkandığı yerden konuşuyor DT’de uzun yıllar mesai harcamış, her daim işleyişi ve yönetimi eleştirmiş, hatta seçim yönteminin hayata geçmesi için genel müdürlük görevinden istifa etmiş olan Yücel Erten. “Yön tabelaları üç-beş gün içinde iki kez değişince, kafalar karıştı tabii” diyerek başlıyor söze doğal olarak. Kafalar karıştı dese de onun yorumu da başka bir açıdan net: “Bana sorarsanız bütün bunlar eskiye dönüş değil, eskisinden daha geriye gidiş ihtimaline açık işlemler.”

Çok uzağa değil ama yakın geçmişe bir göz atalım. Neler olmuştu?

Tayyip Erdoğan, başbakan olduğu 2012 yılında, İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından Şehir Tiyatroları’nda (ŞT) yaptığı yönetmelik değişikliği sebebiyle dönemin belediye başkanı Kadir Topbaş’ı tebrik etmiş, devlet tiyatrolarını özelleştirmek istediğini de bu vesileyle açıklamıştı. Genel sanat yönetmenlerince temsil edilen Şehir Tiyatroları’ndaki bu görevi, 2012 yılından bu yana belediye tarafından atanan müdür üstleniyor. Böylece oyun repertuvarlarından sahnelenecek oyunlara, kadroya alınacak sanatçılara kadar hemen her konuda tek söz sahibi oluyor.

Erdoğan, “Devletin tiyatrosu mu olur?” sözünü de o dönem de ediyor. Ardından devlet bünyesindeki kültür sanat faaliyetlerini tek elden yönetmek üzere kurulması planlanan Türkiye Sanat Kurulu (TÜSAK) ve bu minvalde hazırlanan yasa taslağı gündeme geliyor. TÜSAK’ın Bakanlar Kurulu kararıyla atanacak 11 üyesinin program ve repertuvar belirlerken tamamen hükümet güdümünde hareket etmesinden kaygı duyuluyor, TÜSAK karşıtı protestolar, eylemler yapılıyor… Hem devlet bünyesindeki sanat kurumlarından hem de ŞT’den ihraçlar, bu süreç ve OHAL sonrasında başlıyor. Repertuvarlara müdahale, istifalar, görev değişiklikleri, alanı koruma çabaları derken “içerdeki korku”, sansüre ve otosansüre kapı aralıyor…

Bugün yine, bu son değişikliklerin nelere yol açabileceği konuşuluyor. Erken’in bu değişikliklerin repertuvar ve personele nasıl yansıyacağına dair yorumu şöyle: “Repertuvar belirleme görevi DT için Edebi Kurula, DOB için Genel Müdürlüğe verilmiş durumda ama o da DOB Sanat Kurulundan görüş alacak denmiş. Asıl mesele repertuvardan önce CB bünyesindeki kurul tarafından hazırlanacak temel politika. Zira haliyle repertuvarın buna uygun olması gerekecek.

Personel meselesinde ise ana statü değişirken kurum kanununun da değiştiğini ve personel kanunu yapısına dönüştüğünü görüyoruz. Dolayısıyla KHK ve Cumhurbaşkanlığı kararnamesinde olmayan diğer konular yakında çıkacak yönetmeliklerle düzenlenecek.”

Sanatla siyasetin gerilimli ilişkisi

“Henüz erken” diyor yani Sedef Erken yorum yapmak için. Ama bu noktada bir temennisi de var personel konusunda: “DT ve DOB’da bugüne kadar da kadrolu ve sözleşmeli memurlar vardı. Bu kurumlardan maaş alıp o yıl kendisine oyun yazılmasın diye uğraşanlar da oluyordu. Bu kişiler TV dizilerinde yer almayı sürdürebiliyordu. Bence bu bakımdan en önemli konu emekli olması gereken böyle çok kişi varken yıllardır kadro açılmasını bekleyen ve haksız bir biçimde her yıl yenilenip yenilenmeyeceği belli olmayan sözleşmelerle çalışan son derece başarılı ve hevesli genç sanatçılardır. Umarım onlar için güzel gelişmeler olur.”

Yücel Erten’in bu değişikliklerin “eskisinden daha kötü” olduğunu söylemesinin gerisinde ise yine kadim bir konu; sanatla siyasetin gerilimli ilişkisi var: “Varılan reel durumu şöyle değerlendirmek mümkün: İlgili Bakanın önerisi üzerine, Başbakan ve Cumhurbaşkanı tarafından onay gerektiren üçlü kararname kaldırıldı. Üçlü kararname, siyasal müdaheleler karşısında genel müdür değişiklikleri açısından nisbeten demokratik bir korunma sağlıyordu. Şimdi tek imza ile ‘Seni aldım, yerine falancayı koydum’a gelindi. Ama zaten artık ülkemizde Bakanlar için bile aynı durum geçerli. Bu, iktidarın bir sanat kurumuna dilediği gibi abanabilmesi anlamına gelir tabii. Genel Müdürlük makamı için liyakat açısından kriterlerin kaldırılmış olması da ayrı bir sakınca. Artık iktidarın meşrebine uygun herhangi bir kişinin Devlet Tiyatrolarına genel müdür yapılmasının önünde bir engel yok.
Hizmet Birimlerinin Bakanlıkça çıkarılacak bir yönetmeliğe bağlanması da yine kaygı uyandıran bir tercih. Bilindiği gibi yönetmelik, yasa ve tüzük karşısında çok daha zayıf bir yasal dayanaktır. Günlük siyasetin beklentileri karşısında dayanıksız, oynak ve kaygandır, çok çabuk değiştirilebilir.”

Bir mühim açmaz daha; kültür sanat politikalarının siyasetin aracı haline gelip gelmemesi meselesi.

Sedef Erken mesafesini koruyor: “Asıl mesele Cumhurbaşkanının ya da kurulun ülkenin kültür sanat politikalarını belirlerken nasıl bir zeminden hareket edeceği. Biliyorsunuz ülkemiz kültür bakımından homojen bir yapıya sahip değil. Bu aslen kültür sanat alanında büyük bir zenginlik anlamına gelir. Bu kurumların yasaları artık meclisten, yani oradaki farklı görüşlerin süzgecinden geçmeyeceğine göre bu kurulların, bu çeşitliliğe uygun politikalar benimsemesinin yöntemi ne olacak? Ülkenin bütününün kültür sanat ihtiyaçlarını gözetecekler mi?”

Yücel Erten ise bir zamanlar içinde olduğu ama çok da duramadığı bu kurumların olası işleyişine dair karamsar: “Bu değişiklikler, bu kurumların bundan sonraki işleyişine, repertuvar çizgisine, sanatsal tercihlerine, kadrosuna, bütçesine müdahale edebilmenin yolunu yeterince açıyor zaten. O yüzden karar sahibi makamlar düşüncelerini, tercihlerini dayatmak isterlerse eğer; varılan şu ara istasyonda telaşlı ve aceleci davranmaları için bir neden görmüyorum.”

Uzun bir süredir sakin ve yavaş akmayan zamanın içinde gerçekler ve ihtimaller, sanat ve olanakları nereye evrilecek, neye dönüşecek, hep beraber göreceğiz.