Ekinsu Devrim Danış: “İşten çıkarılma sürecimiz akademik özgürlük ve hatta özerk, demokratik bir üniversite anlayışının dışında olan resmi özetliyor”

Nişantaşı Üniversitesi yönetimi 30 Mart 2022’de; araştırma görevlilerinin aldıkları maaşların kamu çalışanlarıyla eşitlenmesi için verdikleri dilekçeler sonrasında, toplamda 40 araştırma görevlisinin ve öğretim üyesinin sözleşmelerini feshetmişti. Yasal haklar dahilinde özlük haklarını savunmak ve emeklerinin karşılığını almak isteyen akademisyenlerin hak mücadelesini ve önlerine çıkan engelleri özelde vakıf üniversiteleri ölçeğinde, genelde ise akademik özgürlük ve ifade özgürlüğü bağlamında Nişantaşı Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’ndeki araştırma görevlisi görevinden uzaklaştırılan Ekinsu Devrim Danış ile konuştuk


Görseller: Vakıf Üniversiteleri Dayanışma Meclisi (VÜDAM)

SONAY BAN

Mart ayının sonunda platformumuzda paylaştığımız bir haber, aslında uzun yıllardır ülke gündeminin “önem sıralamasında” çoğu zaman alt sıralara itilmiş olan ve haliyle anaakım medyada kendine maalesef yer edinemeyen konulardan birine işaret etti. Nişantaşı Üniversitesi yönetimi 30 Mart 2022’de; üniversitede görevli araştırma görevlilerinin aldıkları maaşların kamu çalışanlarıyla eşitlenmesi için verdikleri dilekçeler sonrasında, toplamda 40 araştırma görevlisinin ve öğretim üyesinin sözleşmelerini feshetti. Üniversitenin genel sekreterliği önünde dayanışma için bekleyen araştırma görevlilerinin üstüne yürüyen rektör yardımcısı Mehmet Ünal’ın bir akademisyene “Eğitim bu, kabul edin!” diye bağırması ise vakıf üniversitelerindeki emek sömürüsünün, güvencesiz çalışma koşullarının, baskı ve yıldırma politikalarının bir nevi vücut bulmuş hali oldu ve haklı olarak ses getirdi. Nitekim Vakıf Üniversiteleri Dayanışma Meclisi (VÜDAM) ve Eğitim Sen İstanbul 6 No’lu Üniversiteler Şubesi, 30 Mart 2022 tarihinde yaptıkları basın açıklamasında, “Vakıf üniversitelerinin özünü açığa çıkaran bu uygulamalar nitelikli bir eğitimin değil kârın ve emek sömürüsünün merkezde olduğu şirket anlayışını göz önüne sermektedir” ifadelerini kullandı.

Yasal haklar dahilinde özlük haklarını savunmak ve emeklerinin karşılığını almak isteyen akademisyenlerin hak mücadelesini ve önlerine çıkan engelleri özelde vakıf üniversiteleri ölçeğinde, genelde ise akademik özgürlük ve ifade özgürlüğü bağlamında; Nişantaşı Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’ndeki araştırma görevlisi görevinden uzaklaştırılan Ekinsu Devrim Danış ile konuştuk. Danış’ın çizdiği kapsamlı tablo; emek sömürüsüyle günümüz neoliberal politikalarının iç içe geçmişliğinden bunun akademik özgürlüğe olan etkisine, hak ihlallerinden Türkiye’de son dönemdeki haklı işçi direnişleriyle (Boğaziçi Direnişi’ni de içine alan) akademideki direnişlerin birbirinden sanıldığı kadar ayrı olmamasına ve dayanışmanın güçlendiren etkisine kadar birçok konuyu bir arada düşünmemize olanak vermesinden ötürü son derece kıymetli. Verilen tüm emek mücadelelerinin en kısa zamanda karşılığını alması ümidiyle ve dayanışmayla diyerek söyleşimizi sizlerle paylaşıyoruz.

“AKADEMİSYENLERİN SÜREKLİ İZLENDİĞİ VE GÖZETİM ALTINDA OLDUĞU BİR SİSTEM VAR”

Nisan 2020’de çıkarılan 7243 sayılı kanunun 11. maddesine istinaden, maaşlarınızın devlet kurumlarındaki aynı unvanlı çalışanların maaşlarına eşitlenmesi için dilekçe vermenizden sonra Nişantaşı Üniversitesi yönetimi tarafından 30 Mart 2022’de görevlerinize son verildiğini VÜDAM’ın sosyal medya hesaplarından kamuoyu ile paylaştınız. 30 Mart’ın öncesindeki ve sonrasındaki durumu okuyucularımıza betimleyebilir misiniz?

Öncelikle, çıkarılan akademisyenlerin ve araştırma görevlilerinin içinde ücretlerin eşitlenmesine dair dilekçe vermeyen ya da noterden ihtar çekmeyen arkadaşlarımız da var. Dolayısıyla her ne kadar dilekçe süreci Nişantaşı Üniversitesi açısından vitesi artıran bir nokta olsa da, öncesindeki çalışma koşulları ve buna karşı özellikle araştırma görevlilerinin ortaya koyduğu sağlam duruşa dair konuşmakta fayda var. Yaklaşık dört senedir sosyoloji bölümünde araştırma görevliliği yapıyordum. Elbette üniversitelerin ve akademinin mevcut durumundan bihaber olmamakla beraber; üniversiteye ilk adım attığınızda kapitalizmin mevcut kurallarının Nişantaşı Üniversitesi’nde ne kadar geçerli olduğunu, üniversitenin AVM’den bozma mimari yapısından dersliklerin konumlarına; akademik personelin ofisinin lokasyonundan iç dizaynına kadar rahatlıkla gözlemleyebiliyorsunuz. Üniversitede öğrencilerin sosyalleşebileceği bir açık alan ve hatta belli markalara ait yeme-içme yerleri dışında oturup sohbet dahi edecekleri bir alan bulunmamakta. Yapay bir üniversite simülasyonunun içerisinde gibi niteliksiz, kendilerini müşteri olarak gören bir eğitim anlayışı ile karşı karşıya öğrenciler.

Araştırma görevlileri ise yaklaşık 100 kişilik bir açık ofis içerisinde bırakalım kendi bölümlerini; her fakülteden araştırma görevlisi ile birlikte havasız, yerden camlı, sürekli izlendikleri bir alanda çalışıyorlar. Aynı şekilde dersliklerin de yerden camlı, akademisyenlerin sürekli izlendiği ve gözetim altında olduğu bir sistemi var. Akademisyenler yönetim tarafından sürekli izleniyor, kendi masalarımızın üzerinde ‘gereksiz’ olarak nitelendirilen birtakım eşyalardan dahi sürekli uyarı aldığımız oluyordu. Bazı tekstil fabrikalarında da böyledir. Belli firmaların kalite denetçileri fabrikaya geldiğinde işçilere, makinelerin üzerinde peçete dahi bulundurmamalarını aksi halde tutanak tutulacağı bildirilir. Bizde de aynı şekilde Yükseköğretim Kurulu (YÖK) denetimleri sürecinde üniversitede bir seferberlik sağlanır. Masaların üzeri toplanır, kıyafet kuralları dayatılır ve bahsettiğim simülasyon devreye sokulur.

Bu genel resmin içinde belki de çalışan akademik personel içerisinde en güvencesiz olanlar da her zaman araştırma görevlileri olmuştur. Özellikle, üniversite tercih dönemlerinde araştırma görevlilerinin bilgisayar laboratuvarlarında çağrı merkezi elemanı olarak çalıştırılması, kendilerine toz içindeki arşivlerin düzenletilmesi, sınav dönemlerinde insanlık dışı bir şekilde günde altı sınavda gözetmenlik yaptırılması gibi örnekler ise Nişantaşı Üniversitesi’ni diğerlerine kıyasla daha özel kılıyor. İşten çıkarılma sürecimiz de artık birikmiş bir baskı/dayatmaya karşı verdiğimiz birtakım karşı tutumların sonucunda gelişti. Ama özellikle bunca yoğun ve ağır çalışma koşullarına rağmen 2020’deki Resmî Gazete düzenlemesiyle eklenen kanunun uygulanmaması, bütün araştırma görevlileri için mobilize edici bir etki yarattı. Yönetim bir yandan tuvalete dahi “nöbetleşe gidin” diyor; öte yandan düşük bir ücret politikası ile size bu işleri yaptırmaya çalışıyor. Artık akademisyenlerin kendini değersiz hissettiği, mutsuzlaştığı bir sürecin devamında yavaş yavaş bu ücret meseleleri, özellikle araştırma görevlileri tarafından dillendirilmeye başlanmıştı. Rektör yardımcılarıyla ve dekanlarla yapılan her toplantıda bu meseleyi gündem etmeye, bir basınç yaratmaya çalıştık. Her ay maaş gününde “ücret yine artmamış” diye kendi aramızda konuşmanın da ötesine geçerek talep ve sıkıntılarımızı doğrudan yönetime doğrultmuştuk son dönemde. Elbette benim de dahil olduğum 17 araştırma görevlisi ve ardından başka fakültelerden öğretim elemanları ücret farkını okuldan talep eden dilekçeler gönderdi.

“İŞTEN ÇIKARMA TEHDİTLERİ VE GÜVENCESİZLİK, BİLİMSEL BİLGİ ÜRETMEYİ VE NİTELİKLİ EĞİTİM KOŞULLARINI ZEDELİYOR”

YÖK Kanunu’na istinaden verdiğiniz dilekçeler üzerinden işten çıkarılmanızı akademik özgürlük ve ifade özgürlüğü bağlamlarında nasıl değerlendiriyorsunuz?

İşten çıkarılmamız bir sonuçtu ama asıl olarak sürecin kendisi akademik özgürlük ve hatta özerk, demokratik bir üniversite anlayışının dışında olan resmi özetliyor. Tam da işten çıkarma tehditleri ve sürekli kapıyı gösteren bir güvencesizlik ile çalışıyorsunuz zaten. Bu güvencesizliğin kendisi ve her an işten çıkarılma kaygısı, bilimsel bir bilgi üretme ya da nitelikli eğitimin koşullarını da zedeliyor. Öte yandan mesai kavramı da akademik emek süreçleri açısından, akademik özgürlüğü sınırlayan noktalardan biri. Bizim üniversitede email üzerinden mesai saati hatırlatma uyarıları ya da dekan yardımcısının o bahsettiğim 100 kişilik ofisin fotoğrafını çekip ortak grubumuza “Neredesiniz arkadaşlar?” dediği anlar çok sık yaşanıyordu. Belki sosyal medyadan takip etmişsinizdir. Aynı dekan yardımcısı tuvalette olduğunu söyleyen bir arkadaşa “nöbetleşe gidin, masanızda durun” da diyebilecek bir cüretkarlıkta. Başka üniversitelerde ücretlerinden geç kaldıkları saat kadar kesinti yapıldığını bildiğimiz akademisyenler de var.

Kendi aramızda konuşurken de “Nasıl bu kadar imtina etmeyecek bir açıklıkta şirket yönetir gibi davranabiliyorlar?” diye şaşırdığımız oluyordu tabii. Ama öyle saf (pure) bir akademik kaygı zaten yok – ki vakıf üniversitelerinin ortaya çıktığı süreç her alanda neoliberal uygulamaların, özelleştirmenin ve rantın yükselişe geçtiği dönemler. Dolayısıyla vakıf üniversitelerinin çekirdeği zehirli. Bu çekirdeği içinden çıkarmadığınız sürece onu temizleyemiyorsunuz, aksine devlet üniversitelerine de sıçrayan bir üniversite anlayışının buralardan filizlendiğini görebiliyorsunuz. Boğaziçi’nde doktora yaptığım süre içerisinde Melih Bulu kayyum olarak atandı. Bulu, atanışını kendi sosyal medya hesabından “Merhaba Boğaziçi” diyerek duyurduğu bir selamlama yazısı paylaşmıştı. Oradaki maddelerde baskın olan ve bugün de Naci İnci’nin devam ettirmeye çalıştığı sektör/sanayi-üniversite anlayışı ile üniversitelerde anti-demokratik uygulamaların bu kadar paralel gitmesi aslında tesadüf değil. Dolayısıyla bugün Boğaziçi Üniversitesi bileşenlerinin sermayeden de özerk, demokratik bir üniversite mücadelesi ile Nişantaşı Üniversitesi çalışanlarının emeğine sahip çıkan mücadelesi birbirinden bağımsız hatlar değil. Bu ikisini ne kadar ortaklaştırabilirsek başka türlü bir üniversiteyi ancak o kadar inşa edebiliriz.

2020’deki kanun değişikliğinden evvel Nişantaşı Üniversitesi’nde ve diğer vakıf üniversitelerinde yönetimlerin akademisyenlere ve özellikle araştırma görevlilerine yönelik uyguladığı hak ihlallerine, mobbing’e, akademik ve kişisel baskılara ve tahakkümlere dair neler söyleyebilirsiniz? ÜNİVDER’de, Eğitim-Sen’de ve VÜDAM’da bu konuyla ilgilenen diğer sendikalar varsa bu süreçlere dair kayıtlar tutuluyor mu? 

Üniversite yönetimi, araştırma görevlilerinin işten çıkarıldıkları gün güvenlik görevlileriyle okula giriş yapmalarını istedi

Nişantaşı başta olmak üzere diğer vakıf üniversitelerinde de üniversitenin gelirini yüksek oranda artıran, bununla beraber reklam gibi çeşitli yatırımlar nedeniyle maliyeti yükselten en önemli dönemler tercih dönemleridir. Elbette her üniversitenin bir tercih-tanıtım dönemi vardır ve bu dönemde üniversiteye kayıt yaptırmayı düşünen öğrencilere üniversite kampüsü gezdirilir, bölümlerle ilgili kısa bilgiler verilir. Üsküdar Üniversitesi ya da Esenyurt Üniversitesi gibi vakıf üniversitelerinden örnek vereyim: Araştırma görevlileri tanıtım masalarında dönüşümlü olarak öğrencilere bilgi vermek üzere çalıştırılır. Fakat Nişantaşı Üniversitesi, bununla yetinmeyip bilgisayarlara bir çağrı merkezi arama programı kurar. Tercih dönemi eğer ki 17 günse siz 25 gün (hafta sonu dahil/dönüşümlü) üniversiteye düşen çağrıları yanıtlayıp öğrencileri ilgilendikleri bölümü tercih etmeleri için ikna etmeye çalışıyorsunuz. Hatta en çok hangi araştırma görevlisi tercih yaptırırsa günün sonundaki tabloda ismi birinci olarak kayda geçiyor. O gün eğer sıfır tercih yaptırdıysanız ya da görece sonlardaysanız dekan yardımcısı tarafından tertip edilen toplantıya katılıp diğer başarısızlarla beraber azarlanıyorsunuz. Günün birincisine, ikincisine ve üçüncüsüne prim olarak bir takım para ödülleri de veriliyor. O kadar da despotik bir emek süreci değil yani bir şekilde rızayı da başka yöntemlerle üretiyorlar.

Geçtiğimiz sene pandemi döneminde çağrı merkezinde çalışmayı kabul etmeyen 16 araştırma görevlisi olarak yönetimin işten çıkarma tehdidine maruz kaldık. Buna rağmen birbirimizin kararlı tutumundan da cesaret alarak o sene çağrı merkezinde çalışmadık. Tabii, tam Kısa Çalışma Ödeneği (KÇÖ) ve ücretsiz iznin başladığı dönemlerdi. Dolayısıyla bu 16 kişiyi ücretsiz izne çıkardılar o dönem. Basına da yansıdı hatta “Nişantaşı Üniversitesi’nde ücretsiz izin sopa olarak kullanılıyor” başlığıyla. Elbette bizim dışımızda o dönem çağrı merkezinde çalışmayı kabul eden arkadaşlar da bir nevi mecburiyetten ve belki de kendi aramızda o güven ve dayanışma ilişkisini henüz öremediğimiz için öyle bir tutum aldılar. Ama bugün açısından birlikte tutum alma ve mücadele deneyimleri de yükseliyor. Bahsettiğiniz VÜDAM, tam da bu sürecin bir çıktısıdır.

“VERDİĞİMİZ MÜCADELE EMEK EKSENLİ BİR MÜCADELE OLMAKLA BERABER ÖZGÜR VE DEMOKRATİK BİR ÜNİVERSİTE MÜCADELESİDİR”

Cevabınızla bağlantılı olarak, devlet ve vakıf üniversitelerinde son yıllarda sendikalı ya da sendikasız olarak akademik özgürlüğe yönelik ihlallere, özlük haklarına yönelik saldırılara ve maddi-manevi tehditlere ve güvencesiz çalışma koşullarına dair dayanışma ağlarının kurulmaya başladığını düşünüyor musunuz? Tam bu noktada VÜDAM’ın kuruluş sürecinden ve çalışmalarından bahsedebilir misiniz?

Ekinsu Devrim Danış

VÜDAM 2020 yılı haziran ayında, farklı vakıf üniversitelerinde çalışıp rahatsızlıkları olan ve rahatsızlıklarını talepler ekseninde ifade etmek, sesini duyurmak isteyen araştırma görevlileri tarafından kuruldu. En başından beri bahsediyoruz ya, yoğun bir güvencesizlik var ve üniversite yöneticileri tam da bunu sömürüyor diye… VÜDAM akademisyenlerin maruz kaldığı sömürünün ve haksızlığın sadece kendi tekil deneyimlerinden ibaret olmadığını, bunun sistematik ve genel bir sorun olduğunu da fark etmelerini sağladı. Tam da bu noktadan başladı bir şeyleri değiştirme motivasyonu… Özellikle VÜDAM’ın ve Eğitim-Sen’in ortak komisyonları üzerinden her vakıf üniversitesinde neler yaşanıyor, ne gibi hak ihlalleri var, ya da mevcut rahatsızlıklara dair ne gibi pratikler uygulanıyor takip ediyoruz. Vakıf üniversiteleri güvencenin de olmadığı kurumlar olduğu için çalışanlar özlük haklarını dahi tam anlamıyla bilemiyor ne yazık ki. VÜDAM’a gelen çoğu paylaşım ve soru da buna işaret ediyor. Çalışanların birbirine ücretlerini söylemesinin yasak olup olmadığından tutalım dilekçe vermenin yasal olup olmadığına dair çok sayıda soru alıyoruz. Bu üniversitelerde öyle bir korku duvarı inşa etmişler ki; çoğu çalışan güvencesizlik ve iş kaygısını iliklerine kadar yaşıyor .

Özellikle her üniversitenin bir şekliyle kendi özgün koşulları var. Dolayısıyla üniversitelerin çalışanlarının kendi yerellerinde ördüğü birliktelik ve pratik tutumlar toplamda her üniversite açısından bir mücadele zemini sağlayacaktır. Elbette VÜDAM ya da vakıf üniversitelerinin taleplerini kapsayan diğer sendikaların varlığı önemli ve cesaret verici, hatta bu durum farklı vakıf üniversitesinde çalışanların iletişimini de sağlamakta. Fakat asıl olarak her üniversitenin kendi özgünlüğünü de göz önünde bulunduracak şekilde akademisyenler, kendi bulundukları üniversitede bir fişek yakmalı. Nişantaşı Üniversitesi’ndeki süreç de dediğim gibi böylesi uzun erimli bir mücadele denemesinin sonucu oldu.

Verdiğiniz demeçlerde, son dönemlerde başka sektörlerde verilen emek mücadelelerinden feyz aldığınızı ve aynı mücadelelerin verildiğini gördüğünüzü söylüyorsunuz. Bahsettiğiniz işçi örgütlenmeleriyle iletişim halinde misiniz? Başka bir deyişle, verdiğiniz mücadelenin sektörleri aşan ve daha büyük çapta bir hak arama mücadelesine evrilmesi yönünde çalışmalarınız var mı?

Elbette. Özellikle 2021 sonu ve bu yılın başında yükselen bir işçi hareketinin olduğunu görüyoruz. Gebze metal işçilerinden Esenyurt çorap işçilerine ve motor-kuryelerin de özne olduğu geniş çaplı sendikalı-sendikasız işçi eylemliliklerine tanıklık ettik. Açıkçası, vakıf üniversitelerindeki hareketin de bu yükselen işçi hareketinin bir parçası olduğunu düşünüyorum. Yoksulluk ücretinin altında ücretlerle ev geçindirmeye, yaşamak için en temel ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan; enflasyonun altında ezilen ve memleketteki krizin (filli olarak) faturasını omuzlayan işçilerin taleplerine baktığımızda bu ortaklaşmayı daha rahat anlıyoruz. İşçilerin taleplerine baktığımızda da temel olarak iki-üç mesele ön plana çıkıyor: ücret artışı, sendikalı olma hakkı ve baskıcı-despotik denetimin son bulması. Bütün bu yukarıda anlattıklarımla birleştirdiğinizde işçi sınıfının bir parçası olarak (her ne kadar kendini böyle tanımlamasa da) taleplerini yükselten bir kesimden bahsediyoruz. Benim çalıştığım Nişantaşı Üniversitesi’ni bir öğle arasında ziyaret edin. Herkes yemeğini sefer tası ile evinden getiriyor; bir de üzerine masada yemek yiyerek ‘çirkin’ bir görüntü verdiği için uyarılıyor.

Elbette öbür ay maaşım ne kadar yatacak ya da kiramı ödeyebilecek miyim kaygısı ile akademik bir üretim yapmanın olanağı dahi yok. Vakıf üniversitelerinde çalışan çoğu akademisyenden, hem çalışma ortamının hem de mesleğin itibarını sarsan uygulamaların gölgesinde bilimsel bir bilgi üretmesi beklenemez sonuç olarak. Tam da bu noktadan verdiğimiz mücadele bir yanıyla, emek eksenli bir mücadele olmakla beraber özgür ve demokratik bir üniversite mücadelesidir.

Eklemek istediğiniz başka konular var mıdır?

Şunu belki belirtmekte fayda olabilir. Nişantaşı Üniversitesi’nin yaklaşık 40 çalışanı birden işten çıkarması, genel olarak vakıf üniversitelerinde büyüyen hareketin de önünü kesmeye yönelik bir hamle. Kanuna dayanarak “eşit işe eşit ücret” diyen ve bunu kalabalık bir şekilde her fırsatta talep eden ve gündemleştiren nadir üniversitelerden biriydik. Dolayısıyla bir süpürme operasyonu ile araştırma görevlilerini işten çıkartmanın korkuyu büyüteceğini ve bu korkunun diğer vakıf üniversitelerindeki yükselen seslerin önüne geçeceğini düşündüler. Son durumda ise bunun aksi yönde bir etki yarattığını söyleyebiliriz. Okan Üniversitesi, Bilgi Üniversitesi, Maltepe Üniversitesi ve Arel Üniversitesi’nde de, özellikle araştırma görevlilerinin ücretlerin yükseltilmesine yönelik çaba ve mücadeleleri devam ediyor. Süreçlerin takipçisiyiz.