İptal kültürü mü, sansür mü, düşünce özgürlüğüne saldırı mı? Cevap: Hiçbiri

Pınar Üzeltüzenci, son yılların sıklıkla kullanılan-tartışılan kavramlarından olan ve kanaat önderi kabul edilen ünlü-güçlü kişileri söyledikleri ya da yaptıkları problemli şeylerle yüzleştirme amaçlı bir tür boykot yöntemi olarak ortaya çıkan ‘iptal kültürü’ (‘cancel culture’ ) ve ifade özgürlüğü-sansür ve ‘cancellama’ üçgeninin sınırları üzerine yazdı


PINAR ÜZELTÜZENCİ

Sosyal medya kullanımının yoğunlaştığı son senelerde dağarcığımıza eklenen birçok ilgili kavram arasından özellikle sıyrılan bir tanesi “cancel culture,” yahut “iptal kültürü.” Cancel etmek, ya da sosyal medya daha çok kullanıldığı haliyle cancellamak, kişisel davranışlarda açıkça cisimleşen sistematik ırkçılık ve cinsiyetçilik gibi zorbalıkların kamusal alanda ifşa/işaret edilmesi yoluyla bu davranışları sergileyen kişilerden sorumluluk talep etmek olarak özetlenebilir. Genelde kendilerinden daha az avantajlı gruplar ya da kişilere bu gibi zorbalıklarda bulunmuşlarla ilgili cancellama süreci, bazen kurbanın kendi isteğiyle kendisinin yaptığı bir ifşayla bazen de kurbana yakın bir grup insan tarafından bahsi geçen zorbalığa maruz kalan kişinin rızası dahilinde başlatılıyor. Genelde, benzer sorunsallaştırma prensipleriyle çalışan woke, kesişimsellik ve transfeminizm gibi kelimelerle aynı çuvala atılan bu metodun etkisi; çevrim içi tartışmalar kadar materyal dünyada da -en azından söylemsel düzeyde- çok güçlü. (Bu arada woke, söylemsel/davranışsal politik ve etik sorunları gördüğü yerde işaret eden kişilere verilen isim, diğer adıyla politik doğrucu olan kişi. Yani aslında cancel eden kişiler otomatikman woke oluyor.)

Cancel kelimesinin kaynağı tıpkı woke kelimesinde olduğu gibi Amerikalı Siyah aktivistler. Hatta şu yazıya göre cancellamak terimi ilk kez Siyah müzisyen Nile Rodgers’ın, bir gece birlikte yemeğe çıktığı kadının Rodgers’ın ününü bahane ederek gittikleri restorandan “iyi bir masa” talep etmesi sonucu yazdığı bir şarkıda geçiyor. Flörtünün kibirli davranışından rahatsız olan Rodgers kişisel bir “cringe” anı yaşıyor ve eve gidince bu hislerini şarkı sözlerine döküyor: Grubu Chic’in 1981 tarihli Take It Off albümünde yer alacak bu şarkı “Your love is cancelled baby” (“aşkın iptal edildi bebeğim”) sözleriyle 2020’lerin en sıcak kavramlarından birine dönüşecek bir kelimeyi dolaşıma sokuyor. Yani Rodgers’ın cancel refleksi aslında böbürlenmenin, kendini karşısındaki insandan daha değerli görmenin ve gündelik karşılaşmalarda karşılaşılan bu gibi mikro iktidarlara sırtını dayamanın küçük çapta bir protestosu olarak cisimleşiyor. Birlikte yaşamanın bir prensibi olarak etik bir pozisyon almayı talep eden bir protesto şeklinde. 

Zamanla Black Lives Matter gibi örgütlenmelerin çevrim içi aktivizmi sayesinde kullanımı yaygınlaşan cancel kavramı, Siyahlar gibi marjinalize edilmiş, görmezden gelinmiş kişi veya gruplar tarafından; özellikle kanaat önderi kabul edilen ünlü ve güçlü kişileri söyledikleri ya da yaptıkları problemli şeylerle yüzleştirme amacı taşıyan bir tür boykot olarak başlatılıyor: “Bu söylediğin, yaptığın bana zarar veriyor, bunu görüyorum ve kabul etmiyorum.” Sesi başkalarından daha gür çıkan ve söyledikleri kamu üzerinde etki yaratma potansiyeli taşıyan sosyal ve ekonomik statü sahibi insanların her daim hayranlık uyandırıcı dokunulmaz kişiler olmayabileceğine ve pozisyonlarının sorumluluk gerektirdiğine dair bir saptama ve ırkçlığın nasıl hala güçlü olduğunun not edilerek bir kamuoyu oluşturma çabası olarak ortaya çıkıyor aslında. 

Cancel kavramının tıpkı woke gibi Siyah aktivistlerce ortaya atıldığını not etmek önemli. Zira kavrama yapılan ilk saldırılar ırkçılığın artık olmadığını iddia edenlere karşı tersini gösteren kişileri dil polisliği yapmakla itham eden ABD’li sağ muhafazakar kesimden gelmişti ve cancel’ın ardına culture’ı ekleyerek bunu ideolojik bir yere oturtan da onlardı. Halen, ayrımcı ve dışlayıcı söylem ve davranışları sorunsallaştıran insanlara düşünce özgürlüğü düşmanları ve “Woke Mafyası” (Woke Mob) gibi ithamlarda bulunanların ezici ağırlığını da onlar oluşturuyor. Durum o kadar ileri gitti ki, Eleştirel Irk Teorisi (Critical Race Theory) olarak bilinen akademik çalışma alanı yine aynı ekip tarafından cancel ideolojisinin temeli olarak gösterilmeye başlandı ve müfredattan çıkarılması gerektiğine dair tartışmalar bile ortaya çıktı. Kim kimi cancel ediyor, düşündürücü. 

Aslında problemli söylem ve davranışları toplumsal cinsiyet üzerinden uzun bir süredir sorunsallaştıran feminist ve LGBTİ+ gruplar da, özellikle #metoo sonrası Cancel Culture trenine bindirildi ve bu “çete” suçlamalarından payını aldı. Bugün ırkçılık, cinsiyetçilik, yaşçılık ve sağlamcılık gibi normatif dünyanın üzerinde durduğu ayaklardan herhangi birini kımıldattığınız takdirde, “Woke çetesinde cancel (cancel Türkçede zaman zaman linç olarak da karşımıza çıkıyor) yapıyor” şeklinde parmakla gösterilmeniz an meselesi. Çünkü cancel kültürünün kendisi, cancel edildiği iddia edilenlerden daha çok konuşuluyor. Bu noktada ifşa edilen eşitsizlikler, suistimaller, sistemik ve genelde perde arkasında işlediği için normal addedilen haksızlıklar görünmeye başladığında, bazıları için sorun olarak kabul edilmeyen konular sorunsallaştırılmaya başladığında keyfi kaçan bir kitle olduğunu kabul etmek durumundayız. Zira konuşulanlar bu edimin bir metot olarak işe yarayıp yaramadığı ile ilgili de değil, konuşulanların mahiyeti cancellamanın aslında bir cadı avı ve düşünce özgürlüğüne saldırı olduğuna dair suçlamalardan öteye gidemiyor.

Cancellama kavramına gelen bir diğer eleştiri de bu metodun yapısal eşitsizliklere çare olmayacağı, sorunu bireyselleştirdiği ve sistemden ziyade kişilere yüklenerek kişiler arası hınç ve öfkeyi harladığı yönünde. Bu endişenin arkasında, “biz birbirimizi yerken büyük resim değişmiyor” düşüncesi yatıyor. Bu elbette bir yere kadar doğru; zira gündelik ilişkilenmelere sızan sinsi ezme pratiklerini ve sistemlerini görünür kılmayı dert edinmek, şu ana kadar konuşulması engellenmiş sorunları konuşmaya başlamak, devamlı surette görünmez duvarlara çarpmak demek. Sara Ahmed’in “bir sorunu tespit edip dile getirmeye başladığınızda, sorun bizzat siz haline gelirsiniz”* sözünde ima ettiği gibi aslında herkesin bildiği ancak kimsenin konuşmadığı, mıh gibi sağlam iktidar ilişkilerini masaya sürüyor ve bu zorba ilişkiler ağının basit bir düzenleme meselesi değil iktidar karşısında bilinçli bir pozisyon alma olduğunu söylüyorsanız; bu basit görünen ilişkilerin, dünyanın “boktanlığı ile” olan derin bağını ifşa ediyorsunuzdur. Böylece W. E. B. Du Bois’in “bir problem olarak yaşamak”** dediği şey haline gelirsiniz; yani sorunlardan bahsederek sorun yaratan kişi, sorunun ta kendisi oluverir. Bu da ifşa edilen iktidarın sıkça başvurduğu bir hedef şaşırtarak kendini koruma yöntemidir: Asıl sorun değil, sorun yaratan konuşulur. Bir erkeğin patriyarkadan çıkarı olduğunu ve bunu kullanarak birine zarar verdiği halde bu sistem tarafından korunduğunu söylediğimizde o sistem elbette çökmez, bilakis tüm taraflarıyla konsolide olur. İfşa eden kişi hakkında karalama kampanyaları başlatılır, geçmişi didik didik edilir, bir şov malzemesi haline getirilir, magazin programlarında teşhir edilir. İfşa/cancel edilen üzerinden değil, eden üzerinden bir ahlaki panik yaratılır. Yani aslında zaten güçlü olanın cancel edilmesi neredeyse imkansız. Bilakis, yapısal olanı sarsmadığı yahut yapısal olanı sarsmak üzere insanları örgütlemediği sürece yapılan cancel’lar maalesef yapan kişiye daha çok zarar veriyor. 

Peki iddia edildiği gibi cancel edilen isimlerin karakterlerine suikast kast edilerek hayatları karartılıyor mu? Elimizdeki örneklere bakarsak cevap, ezici bir çoğunlukla, hayır. Bu demek değil ki asla suistimal edilmeyecek bir hareketle karşı karşıyayız. Cancel’ın karşısında durduğu iddia edilerek tek alternatif olarak referans verilen farklı hukuk sistemlerinin de gelişigüzelliği ortada. Cinsel taciz ve son derece afaki bir kavram olan hakaretten hukuki sisteme başvurabiliyor olabilirsiniz; ancak ırkçılık, cinsiyetçilik, sağlamcılık gibi ayrımcılıkların ana yasayla korunduğu özellikle Türkiye gibi ülkelerde, bu ayrımcılıklarla yaşamak zorunda olanlar hangi hukuka neresinden sığınabilir?

Sistemik bir hor görme ve güç gösterisi altında düzenli olarak ezilenlerin, yaşadıklarını kamusal alanlarda anlatmalarında cancel eden bir şey yok; tespit ve isimlendirme var. Dünyanın aslında  tahmininizden çok sayıda insanın, tahmin etmediğimiz insanlar tarafından düzenli bir şekilde ezildiği bir yer olduğu gerçeği; sosyal, kültürel ve ekonomik sermayelere sahip insanların, bu kapitaller vasıtasıyla yanlarına toplumun güven, hayranlık ve onayını da alarak yerlerini nasıl sağlamlaştırdıklarını açık ediyor. Aynı zamanda toplumun kadınlara, LGBTİ+’lara, şişmanlara, sakatlara ve diğer “anormal” addedilenlere olan güvensizliğini de. Asıl soru o halde elinde resmen cancel etmekten başka bir gücü bulunmayan grupların bundan ne kazandığı. Zira iddia edildiği gibi cancellanan kişiler bir cadı kazanında diri diri yakılmıyor, olan daha ziyade bunu konuşmaya başlayana, cancellayana oluyor. Kocasından ya da partnerinden şiddet gördüğünü söyleyen kadınlar bir türlü koruma alamıyorlar, failler göstermelik cezalarla adeta ödüllendiriliyor. Zaten güçlü olan fail; kadın, LGBTİ+ ya da etnik kimliğine dair bütün toplumsal önyargıyı örgütleyip, bütün manipülasyon tekniklerini ve kaynaklarını devreye sokarak bu işten yara almadan, hatta çoğu zaman kârlı bir şekilde çıkmayı beceriyor. Yine de daha çok zarar görenin bir kez daha zarar gördüğü bu düzende, en azından bir alternatif tarihin, bir dayanışma hafızasının tutulduğunu düşünmek mümkün.

Geçen günlerde gerçekleşen Altın Portakal Ödül Töreni’nde, Tamer Karadağlı’nın herkesin gözü önünde En iyi Kadın Oyuncu ödülünü kazanan Nihal Yalçın’a yaptıklarını hatırlayın. Sosyal medyada çokça yankı bulan görüntüler sonrası herkes Karadağlı’nın terbiyesizliğini konuşmaya ve bu davranışı mümkün kılan patriyarkanın şov dünyasında da ne kadar güçlü olduğuna dikkat çekmeye çalışırken; olayın üzerinden bir gün geçmeden Nihal Yalçın’ın “aslında Selahattin Demirtaş’a özgürlük” dediği karşı “ifşa edildi.” Bununla kalmadı; Yalçın’ın Karadağlı’yı ti’ye aldığı bir Instagram hikâyesi atan arkadaşı Zeynep Ocak’ın politik görüşü konuşulmaya başlandı ve hem Yalçın hem Ocak vatan haini olarak işaretlendi. Buna karşılık “Tamer Karadağlı’nın yanındayım” diyen hashtag’ler TT oldu, nihayetinde ne Yalçın kazandığı ödülün tadını çıkarabildi, ne Karadağlı cancel edildi. Ondan birkaç hafta evvel ise Mehmet Ali Erbil’in tacizlerini ifşa eden internet fenomeni Ece Ronay’a yapılan bir organize sosyal medya saldırısını izledik. Magazin ve devlet eşrafı Erbil’in arkasında hizalandı, Ronay ile ilgili karalama kampanyası başlatıldı. İki ünlü erkek, yaptıkları apaçık çirkinliklere rağmen korundu, üstelik bizim yankı odalarımızdan da çıkıp ana akım TV’deki magazin programları tarafından da desteklendi ve bol bol reklamları yapıldı. Karşılarında duran kadınların hayatları ise, sırf haysiyetlerini korumaya çalıştıkları için şimdiden cehenneme çevrildi; kariyerleri potansiyel tehlike altına girdi. 

Transfobik fikirleri dolayısıyla hedef tahtası olduğunu iddia eden yazar J.K. Rowling hâlâ kitap yazıyor, kitapları film oluyor, “cancel ediliyorum” dedikçe daha çok platformda söz alıyor. Woody Allen ve Roman Polanski cinsel taciz suçlamalarına rağmen film yapmayı ve her daim zamanının ünlü ve önemli isimleriyle çalışmayı sürdürüyor. Partnerlerine şiddet uyguladıkları ortaya çıkan oyuncu Ozan Güven ve Ahmet Kural meslek hayatlarına olduğu gibi devam edebiliyorlar. Halbuki ifşaları yapan ya da konuyu tartışmaya açan kişiler her daim “woke,” “şımarık,” “bencil,” “yalancı,” “vatan haini,” “terörist” gibi ithamlarla damgalanıyorlar. 

Durum öyle bir hâl aldı ki, güçlü bir figüre yapılan en ufak bir eleştiride bile bilet cancel kültürüne kesiliyor artık. Bu “eleştirilemezler dünyası” için woke kavramı yetmemiş, overwoke diye bir kelime türetilmiş: Gereğinden fazla woke olmak yani. Normalde “azı karar çoğu zarar” şiarıyla çalışan düzenimiz; “ılımlı”, ahenkli ya da orta yollu olmanın makbul kabul edildiği gezegenimiz için woke’luğun bile bir sınırı var yani. Süslü püslü “ahenk” ismi arkasında saklanan bu zorba hiyerarşi içinde sesini duyurabilmek için biraz bağıran, adaletsizliklerin rutin olduğu sistemde ısrarla adalet talebiyle gelenler şüphesiz ki yüksek rütbelilerin canını sıkıyor; belirli bir şekilde düşünmeye alışmışların, belirli bir yolu takip edenlerin önüne engel olarak dikiliyor; bir iddiaya göre büyük resmi görmeyi, başka bir iddiaya göre de “asıl meselenin” konuşmasını engelliyorlar. Dünyada “asıl mesele” diye bir hayalet dolaşıyor. Sanki şu zamana kadar asıl mesele her neyse onun çözülmemiş olmasının tek sebebi bu “overwoke”larmış gibi.   

Aslında cancel kültürü, sistemik aşağılanmaya, bürokratik ve gündelik zorbalığa uğrayan grupların normatif dünya karşısında verdiği bir söylemsel mücadele; ana akım anlatıya sosyal medya sayesinde ve sosyal medyaya rağmen düşebildiği bir şerh olarak görülmeli. “Şişman,” “ibne,” “orospu,” “zenci,” “gerizekalı” gibi kelimelerinin küfür olarak kodlandığı, Öteki’ni hor görmek üzerine kurulu bir dili “ifade özgürlüğü” ezberine dayanarak yaşatmakta ısrar edenlere başka bir yol önerme, böylelikle de dünyanın ahengini bozma teşebbüsü olarak. Zira konuştuğumuz dil güç ilişkilerini yansıtmakla kalmaz, aynı zamanda normal olan ve olmayanı her seferinde yeniden yeniden kurar. Sistemik kayırmaların kendine güven ve kibir olarak geri döndüğü ve “her şeyi yapmaya hakkım var” inancıyla perçinlendiği, “bana bir şey olmazlarla” yaldızlanan bu karman çorman güç örgüleri içinde zarar gören kişilerin yapabildiği tek şey, bu şerhleri düşmek oluyor. Yani sorunu işaret ederek sorun haline gelmeyi göze almak. “Bu dünyada ben de, benim gibiler de var” demek, kendini ve karşısındaki insanı görmeye davet etmek. Böylesi taşlaşmış normlar karşısında düşülen bu şerhler, bazı eleştirilerin aksine her şeyi bireyselleştirmekten ziyade; dünyanın farklı özneler ve öznelliklerle dolu olduğuna, olayların herkesi aynı şekilde etkilemediğine dair bir kolektif hatırlatma aslında. Ötekinin varlığına dair bir hatırlatma. Keyiflerin neden kaçtığının da cevabı nispeten burada: madunun ses çıkarmaya başlaması. Bireyci bir “her şeyi yapabilirim çünkü özgürüm, ifadem de özgür” anlatısının karşısında; “hayır, aklına gelen her şeyi yapamayabilirsin çünkü bu yaptıkların/söylediklerin başkalarına zarar veriyor olabilir” demek; dünyayı bize benzemeyen insanlarla da paylaştığımızı hatırlatmak. 

İş buradan sonra biraz çetrefilleşiyor. Dedik ya dil hem dünyayı yansıtır hem onu yapar diye. Cancel kültürünün karşılaştığı esas sorunlardan biri bu ifşalara gelen tepkilerin zamanla ehlileşerek “özür dilemenin” bir kolay çıkış olarak temellük edilmesi. Ancak mesele, ırkçı ya da cinsiyetçi sözler ve davranışlarının başkalarını incittiğini kabul edenlerden gelen özürlerle bitmiyor, bilakis yeni başlıyor: Birlikte bu sorunların kaynağı olan yapısal eşitsizliklerle mücadele etmeye, düzenden hesap sormaya teşne olmakla. Bir insanı hatası dolayısıyla sonsuza dek dışlamak ne kadar yanlışsa, bir özrün her şeyi bir anda düzeltemeyeceği de o kadar aşikâr. Cancellamak bir protesto formuysa eğer, aynı zamanda yapısal sorunların nasıl gündelik ilişkilenmelerde zarar verdiğini ve asıl ihtiyacımızın neden sistemsel bir değişim olduğuna dair aldığımız notlardır da; çünkü, evet kişisel olan politiktir ve politik olan da yapısal. 

Avantajsız grupların lehine işlemeyen hukuki ve sosyal düzenlemeler karşısında cancel eyleme, süregelen meta anlatının göründüğü gibi mükemmel çalışmadığını anlatmaya teşebbüs olarak görülebilir dedik. Ancak bu teşebbüsler de çoğu zaman görünmez duvarlara çarpıyor. Müzik, sinema, edebiyat ve sanat dünyasının etrafındaki güçlü sermaye zırhının yanında, yaratıcıya karşı duyulan hayranlığın toplum nezdinde de su geçirmez oluşu, faillerden hesap sorulması karşısındaki önemli engellerden biri. Bu yüzden çoğu zaman tartışmalar cancel eden ve ona yüklenen iki kişi arasında sıkışıp cancel edilmeye teşebbüs edilen kişinin yanından bile geçmiyor. Bu da genelde bu büyük insanlarla çalışanları töhmet altında bırakıyor. Sanatın sepetin neredeyse bir kült olarak sanatçısını dokunulmaz tılsımıyla koruduğu bir toplumda; özellikle sinema gibi aslında sürecinde çok sayıda insanın emek harcadığı işlerde asıl zararı gören cancel edilen değil, bu kişilerle çalışmak zorunda kalan isimlerini bilmediğimiz o insanlar oluyor. 

Bu noktada sosyal medya platformlarının, kendi menfaatleri gereği bu tip münakaşaları harladığını da not düşmek gerek. Twitter insanların daha çok tweet atmasını istiyor, birbirlerini alıntılamaları, kavga etmeleri için çırpınıyor. Ancak bu gibi sanal alanlarda bedenlerimizle karşı karşıya gelmediğimiz her defasında daha indirgemeci olma riskimiz mevcut. Kişinin kendi pozisyonunu unutması, karşısındakinin bir avatardan, bir temsilden ibaret olması bazı ciddi soyutlaştırma risklerini de beraberinde getiriyor. Anında ve kolektif tepki vermenin çok kolay olduğu yerlerde sistemik sorunlara dikkat çekerken, sistemin yükünü bir yerinden zaten sırtlamışları da bu tek boyuta indirgenmiş fırtınada ezip geçmek kolay olabiliyor. Yani talep ettiğimiz ihtimamı bizzat göstermek her zaman kolay değil ve zorbalık çok hızlı yer değiştirebiliyor, bu yüzden her daim tetikte olmak icap ediyor.

Nitekim, eğer cancel culture diye bir şey varsa, başardığı tek şey kapitalizmin, patriyarkanın ve ırkçılığın nasıl birbirine girdiğini ve gerektiğinde birbirinin yardımına koştuğunu bir kez daha tasdik etmek oldu. Ve bu güç sarmallarının, tahakküm örgülerinin bir köşesinden pay sahibi olanların pozisyonlarını kaybetmemek adına birbirlerini nasıl koruyup kolladığını ve gerekirse yangın çıkarmayı göze aldıklarını da. Sorunu işaret edenler sorun olarak mimlendi, basit bir savunma/dayanışma mekanizması olarak ortaya çıkan cancel edimi kültürleştirilerek, ideolojileştirerek bir öcüye dönüştürüldü. Sonra sistemin her türlü baskıcı normu konsolide edilerek cancel’ın karşısına dikildi, cancel etmeye yeltenen kişiyi şeytanlaştırdı. Velhasıl aslında eşitsizlikleri ve dengesiz güç ilişkilerini görünür kılmayı amaç edinen bu refleks, örgütlenmediği sürece, sonsuza dek sürecek ve kaçınılmaz olarak kişiselleştirilecek bir ikili kavga içine hapsedilme riski taşıyor -ama halihazırda güçlü olanların cancel olduğu falan yok. Bu kavganın asıl cezasını yine bu dünyada sorun olarak yaşamayı göze alanlar çekiyor.

****

* Ahmed, S. (2017). Feminist Bir Yaşam Sürmek. (B.S. Aydaş, Çev.). İstanbul: Sel Yayıncılık
** Du Bois, W.E.B. The Souls of Black Folk. Londra: Amazon