Sosyal medya sansüre başvurmaksızın nasıl ‘onarılır’?

İfade özgürlüğü hakkı alanında BM Özel Raportörü olan David Kaye, hükümetler ve sosyal medya şirketlerinin özgür ifadeye nasıl olanak sağlayabileceğine dair Reuters için kaleme aldığı yazısında BM İnsan Hakları Konseyi için hazırladığı ilk rapordan alıntılar da sunarak, hükümetlerin özgür ifadeye müdahalesini engellemek için öncelikle şirketlerin değişmesi gerektiğini vurguluyor


BM Özel Raportörü David Kaye, “küresel ifade polisi” rolünü üstlenen sosyal medya şirketlerinin özellikle baskıcı rejimlerdeki yapılanmalarında özgür ifadeye nasıl olanak sağlayabileceklerine dair Reuters için bir yazı kaleme aldı. Kaye, 20 Haziran 2018 tarihli, “Sosyal medya nasıl sansüre başvurmaksızın ‘onarılır’?” başlıklı yazısında, önce Cambridge Analytica/Facebook skandalını hatırlatıyor ve bu skandallar sebebiyle milyonlarca insanın gizlilik hakkı riskine karşılık algısının değişmiş olabileceğini vurguluyor. Bu skandalların aynı zamanda derin bir dijital çağ tartışmasını gölgeleyebileceğini de belirten Kaye, ifade özgürlüğünün geleceğinin bu tartışmanın doğru bir şekilde yapılmasına bağlı olduğunu söylüyor.

Sosyal medya platformlarının geleneksel toplumlardaki cinsel azınlıklara, otoriter ortamlardaki gazetecilere ya da baskıcı rejimlerdeki muhaliflere başka türlü elde edemeyecekleri bağlantılarla birlikte, bilgi ve güvenlik sağlamasının da önemini vurgulayan Kaye, “Hal böyleyken, bu alandaki en etkili şirketler uzakta bulunsalar da olağanüstü bir güce sahipler. Dünya genelinde ifadenin uygun sınırlarını belirlemek için özellikle Silikon Vadisi’nde kurallar, standartlar ve kılavuzlar geliştiriyorlar” diyerek haber ve bilgi sağlayan kaynakların büyük çoğunluğunu Amerikan şirketlerinin oluşturduğunu ve bu şirketlerin pek çok yerde sosyal hayat üzerinde muazzam bir etkiye sahip olduğunu ifade ediyor.

Bu şirketlerin faaliyet gösterdikleri ülkelerdeki yerel ve ulusal kaygılardan kopuk olduğunu belirten Kaye, aktivistlerin “İnternet Facebook’tur” saptamasını yaptığı Myanmar gibi ülkelerde şirketlerin ırkçı bir söylemi sıradan olandan ayırt etmek konusunda uzmanlıktan yoksun olduğunu, bunun sonucunda da aşırı düzenleme yapma yoluna giderek, “yaşın yanında kuruyu da sansürleyebildiklerini” dile getiriyor.

“Düzenleme” girişimlerinin iktidarların elinde çoğu zaman şirketlere sansür uygulamaları için baskı yapmak anlamına geldiğini söyleyen Kaye, “Avrupa Birliği ve bazı üye ülkeler, nefret söylemi ve aşırıcılıktan “yalan habere” kadar birçok konuda iktidarlar ya da şirketler tarafından kötüye kullanılabilecek muğlak kavramlara dayanan yeni kurallar geliştirerek, şirketlerin ifade düzenleyici rollerinde kısıtlamalara doğru gidiyor. Şu anki durum dünya genelinde sayısız toplum ve bireyler için tahammül edilemez halde. Hükümetler yeni yasa taslakları öne sürerken, şirketler ise tartışma, sanat, siyaset ve diğer ifade biçimlerinin alanlarını sınırlayarak mevcut durumu aşırı ölçüde telafi edecek. Şirketler içeriği küresel çapta yönetebilmek için dilbilimi, siyaset ve kültürel alanda uzman daha çok insan işe alacak, internet siteleri ise her şeye karşın düzenlemeye gittikleri kişilerin yaşadıkları deneyimlerden kopuk ama iyi niyetli insanlar tarafından işletilen platformlar olmaya devam edecek” diyor.

Peki, şirketler ne yapmalı? İfade özgürlüğü hakkı alanında BM Özel Raportörü olan Kaye, hükümetler ve sosyal medya şirketlerinin dezenformasyon ve çevrimiçi aşırıcılık çağında özgür ifadeye nasıl olanak sağlayabileceğine dair BM İnsan Hakları Konseyi için hazırladığı ilk rapordan da alıntılar sunuyor ve önerilerini şöyle sıralıyor: “Birincisi, internet şirketleri kendi platformlarını yönetirken yerel toplulukları da dâhil etmeli. Hâlihazırda yapılandırılmış oldukları şekilde bu şirketler dünyanın her yerindeki kamusal alanları yönetemezler. Yetkiyi yerel aktörlere –hükümetlere değil ama kullanıcılarına – devretmenin yollarını bulmalılar. Sadece uzman ekipleri işe almak yeterli değil. Yöneticilik çeşitliliği, içerik denetiminin dışarıdan hizmet almadan daha fazla yerel bir şekilde yapılmasının sağlanması ve faaliyet gösterdikleri toplumlarla etkileşim içinde olmak gibi adımlar şart.

Şayet şirketler bu tür değişiklikler yapamıyor ya da yüzeysel kalıyorlarsa, kendi platformlarının ulusal versiyonlarını nasıl oluşturabileceklerini araştırma ihtiyacı duyabilirler.

İkincisi, şirketler platformlarının bireysel ifadeye ilişkin kurallarının ve uygulamalarının mahiyeti hakkında radikal bir şekilde daha çok bilgi paylaşmalılar. Daha fazla bilginin açıklanması bireylerin güçlenmesi anlamına gelir ve insanlara kuralların nasıl uygulandığına dair samimi eleştiri yapma ve şirketlerin yanlışlarını görme fırsatı sağlar.

Şu bir gerçek ki, şirketlerin birçoğu, dünyanın dört bir yanında kamusal alan üzerindeki etkilerini anlayarak, hükümetler ve bireylerden hangi içeriklerin kaldırılması için talepler geldiği konusunda verdikleri bilgiyi daha şimdiden artırdılar, ancak bundan da fazlasını yapabilirler. Bu noktada kullanıcı ve aktivistlerin, şirketlerin aldıkları kararlara bilfiil karşı çıkabilecekleri ya da bunları kabul edebilecekleri bir tür kamusal sosyal medya içtihadı geliştirmeli. Ayrıca, kamusal ifadenin düzenlenmesi alanında, yetkililerin yanıldığı durumlarda bir çeşit hesap verme sorumluluğu bekliyoruz; bunun çevrimiçi şeklini de görmeliyiz.

Son olarak, şayet şirketler kendilerine küresel roller biçiyorlarsa, küresel standartlar da benimsemeliler. Bu anlamda herkesin ‘her türlü bilgiyi ve fikri sınır gözetmeksizin arama, alma ve ifade etme’ hakkının korunmasında küresel standartlar belirleyen insan hakları hukukunu uygulamalılar.”

Bu kuralların şirket operasyonları için de daha iyi bir zemin sağlayacağını ve hükümetlerin ifade özgürlüğüne müdahale etmeyi amaçlayan taleplerinin önüne geçilmesi hususunda gerçek bir kapasite oluşmasına da olanak tanıyacağını öne süren Kaye, etik dışı ya da yanlış uygulamalara dair ulusal basın konseyleri gibi, sosyal medya konseyi benzeri bir tür üçüncü taraf denetçi kurumun oluşturulabileceğini söylüyor.