POLAT YAMANER
LGBTİ+ hareketinin ve LGBTİ+ haklarının son günlerde gittikçe karmaşıklaşan gündemde öne çıkan başlıklardan biri olduğu ortada. Geçen haziran ayı COVID-19 salgını sebebiyle ilk defa tamamıyla çevrim içi şekilde kutlanan Onur Ayı’nın getirdiği ivmeyle birlikte, üst düzey kamu yetkilileri ve siyasetçiler LGBTİ+’lar hakkında peşi sıra açıklamalarda bulunmuşlardır. Söz konusu açıklamalar LGBTİ+ hareketinin siyaset sahası içinde ana akımlaşmasına ve LGBTİ+’lar hakkında geniş bir kamusal tartışma ortamının kurulmasına katkı sağlamasının yanı sıra, siyasi atmosferin LGBTİ+ öznelerin hayatlarına doğrudan doğruya etki ettiği göz ardı edilemez gerçektir.
Bu tabloyu açıkça gösteren bir örnek olarak; Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın 24 Nisan 2020 tarihli Cuma hutbesinde LGBTİ+’ları ve HIV’le yaşayan insanları hedef göstermesinin ardından, SPoD’un (Sosyal Politika, Cinsiyet Kimliği ve Cinsel Yönelik Çalışmaları Derneği) Pandemi Raporu – COVID-19’un üç ayında LGBTİ+’lar başlıklı raporunda tespit edildiği üzere, açıklamayı izleyen 45 günde cinsiyet kimliği ve cinsel yönelim temelli ayrımcılık ve şiddet vakalarıyla ilgili, SPoD LGBTİ+ Danışma Hattı’na yapılan başvurularda %100 artış görülmüştür.[1] Raporda, nefret söylemlerinin ardından şiddet vakalarında artış yaşandığı ve danışanların kendilerini daha güvensiz hissettiği özel olarak belirtilmiştir.
Erbaş’ın yapmış olduğu açıklama sonrası çeşitli düzeylerde ve alanlarda kamu yetkilileri ve siyasetçiler LGBTİ+’lar hakkında beyanlarda bulunmaya devam etmişlerdir. Akla gelen belli başlı örnekleri sıralamak gerekirse; İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun eşcinsel evliliklere izin verilmesinde toplumun hazır olmadığına ilişkin açıklaması,[2] Kızılay Genel Başkanı Kerem Kınık’ın LGBTİ+’ları pedofili ile suçlaması,[3] Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un da Kınık’ın açıklamalarını destekleyerek “LGBT propagandasının” ifade özgürlüğüne büyük bir tehdit olduğunu belirtmesi,[4] Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın LGBTİ+’ların sapkın olduğunu belirterek halkı tavır almaya davet etmesi, [5] İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in çocuğunun eşcinsel olmasını istemediğini ifade etmesi,[6] yakın zamandan işaret edilebilecek belli başlı açıklamalardır. Henüz bu yazının kaleme alındığı gün içinde dahi, AKP Genel Başkan Yardımcısı Mahir Ünal eşcinselliğin dayatılmasına karşı olduklarını belirten bir açıklamada bulunmuştur.[7] Bu anlamda LGBTİ+’lar hakkında yapılan çeşitli açıklamaların bir süre daha kamuoyunda yer edeceğini öngörmek yanlış bir tahmin olmayacaktır.
ÜST DÜZEY KAMU YETKİLİLERİNİN VE SİYASETÇİLERİN SİYASİ SORUMLULUĞU
Sözü edilen ve başka örneklerle arttırılabilecek üst düzey kamu yetkililerinden ve siyasetçilerden gelen bu açıklamalar, kuşkusuz ki özel bir ağırlık taşımakta ve Türkiye’nin LGBTİ+ politikalarıyla ilgili güncel durumu ortaya koymaktadır.[8] Söz konusu açıklamalar ve beraberinde diğer kamu yetkilileri ve araçlarıyla desteklenen yaklaşıma ilişkin olarak, Türkiye’nin kurduğu veya dahil olduğu ulusal ve uluslararası insan hakları hukuku rejimi bakımından bir değerlendirme yapılması mümkündür.
Bu değerlendirme, özellikle üst düzey kamu yetkililerinin ve siyasetçilerin hukuki, cezai ve siyasal sorumluluklarının belirlenmesi anlamında göz önüne alınacak önemli araçlardan birini teşkil edecektir. Bu sorumluluk türlerinden siyasi sorumluluk üzerinde özel olarak durmak gerekirse; siyasi sorumluluk ekonomik, sosyal, kültürel, askeri, iç ve dış politika gibi konularda bu politikaları belirleyenlerin bundan sorumlu olmasını ifade etmektedir.[9] Cumhurbaşkanının siyasi sorumluluğuyla ilgili olarak, 2017 Anayasa değişiklikleri öncesi parlamenter sistemde devlet başkanının sorumsuzluğu ve bakanlar kurulunun siyasal sorumluluğu bulunmaktaydı. Bununla birlikte, 2017 değişiklikleriyle getirilen başkanlık sistemiyle birlikte devlet ve hükümet başkanı konumunda olan cumhurbaşkanının sorumluluğu, bu yeni sistemin esasları bağlamında düşünülmelidir.
Bu anlamda cumhurbaşkanının yardımcıları ve bakanlarının cumhurbaşkanına karşı sorumlu olması ve bu durumun siyasi denetimi de kapsaması, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi ve cumhurbaşkanının partili olabilmesi gibi özellikler, cumhurbaşkanlığını ve ona bağlı yardımcıları ve bakanları başkanlık sistemine özgü, hesap sorulabilir bir siyasi makam haline getirmiştir.[10] Bunun yanında, gerek yerel seçimler gerek meclis seçimleri sonucu iktidara gelen siyasetçilerin ya da siyasi parti başkanlarının ve üst mevkide bulunan mensuplarının, seçmenlerine ve geniş anlamıyla kamuoyuna siyasi sorumlulukları bulunduğu açıktır.
Bu sebeple üst düzey kamu yetkililerinin ve siyasetçilerin insan haklarına ve özel olarak dezavantajlı gruplara ilişkin açıklamaları ve politik tutumları, temel hak ve özgürlükler cephesinden incelenmeli ve bu bağlamda sağlanacak kamusal denetim, demokratik tartışma ortamının sürdürülebilmesi bakımından her daim açık tutulmalıdır.
ÜST DÜZEY KAMU YETKİLİLERİNİN VE SİYASETÇİLERİN AÇIKLAMALARINA İLİŞKİN HUKUKİ REJİMİN ÇERÇEVESİ
Türkiye’nin insan hakları yükümlülüklerine ilişkin genel çerçeveyi özet olarak çizmek gerekirse, en temel olarak, Anayasa’nın Cumhuriyetin Nitelikleri başlıklı 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin insan haklarına saygılı bir devlet olduğu belirtilerek, insan haklarına saygı ilkesinin devletin temel varlık sebeplerinden biri olarak düzenlendiği görülebilmektedir. Bunun yanı sıra, Anayasa’nın Kanun Önünde Eşitlik başlıklı 10. maddesi, her ne kadar cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği ibarelerini açıkça saymasa da, açık uçlu bir hüküm olması itibarıyla herkesin, dil, ırk, renk, cinsiyet ve bunun gibi kimlik ve benzeri özellikleri ve statüleri sebebiyle ayrım gözetmeksizin kanun önünde eşit olduğunu düzenlemektedir. Söz konusu eşitlik kavramı, salt kanuni düzeyde bir eşitliği ifade etmemektedir. Kanun önünde eşitlik kavramıyla sıkı sıkıya bağlantılı olan ve Türkiye’nin taraf olduğu ve insan haklarıyla ilgili en temel normatif kaynaklarından birini oluşturan İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi (“İHAS” ya da “Sözleşme”) kavramsallaştırmasıyla ayrımcılık yasağı, kanun önünde eşitlik kavramına içkin bir kuraldır. Bu doğrultuda ayrımcılığın; doğrudan, dolaylı ya da dolayısıyla bütün formlarıyla ve pratikte ortaya çıktığı şekilleriyle, gerekirse sistemik ve sistematik eşitsizliklerin ortadan kaldırılması ve var olan eşitsizliklerin güç kazanmasının önüne geçilmesi amacıyla pozitif yükümlülüklerin alınmasını da kapsayacak şekilde yorumlanması gerektiğini ayrıca belirtmek gerekmektedir.
Anayasa’nın Devletin temel amaç ve ödevleri başlıklı 5. maddesinde “Devletin temel amaç ve görevleri … insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır” şeklinde belirtilerek devletin en temel amaçlarından biri olarak sayılan maddi ve manevi gelişim hakkı, Anayasa’nın Kişinin dokunulmazlığı, maddi ve manevi varlığı başlıklı 17. maddesinde bir temel hak olarak düzenleme alanı bulmuştur. Maddi ve manevi gelişim kavramı, İHAS rejimi doğrultusunda İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi (“İHAM” ya da “Mahkeme”) tarafından “özel hayat” kavramı paralelinde değerlendirilmektedir. Özel hayat kavramı Sözleşme’nin yaşayan bir enstrüman olması sebebiyle günden güne gelişen ve genişleyen bir seyir izlemektedir. Bu seyir doğrultusunda, kişinin cinsel yönelimi, cinsiyet kimliği, cinsel otonomisi, bütünlüğü ve ifadesi gerek Anayasa, gerek Sözleşme uyarınca düzenlenen insan hakları rejiminde sıkı bir koruma altındadır.
Türkiye’nin insan hakları hukuku kaynaklarından belki de en önemlisi olarak işaret edilebilecek İHAS rejiminin hukuki dayanağı, Anayasa’nın D. Milletlerarası andlaşmaları uygun bulma başlıklı 90. maddesinde düzenlenmektedir. Bu maddenin son fıkrası uyarınca, milletlerarası andlaşmalar kanun hükmünde olup; usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklerle ilgili bir milletlerarası andlaşma ile kanunlar arasında bir uyuşmazlık bulunması durumunda, milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınmaktadır. Bu hüküm şüphesiz ki yalnızca İHAS için değil, Türkiye’nin taraf olduğu insan hakları hukuku rejiminin normatif dayanaklarının tamamı için geçerlidir.
Son olarak önemle ifade etmek gerekmektedir ki bahsedilen anayasal yükümlülükler, yine Anayasa’nın kendisinden kaynaklı olarak, Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü başlıklı 11. madde uyarınca yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlamaktadır. Bu sebeple LGBTİ+ haklarına ilişkin çizilen bu çerçeve, yalnızca belirli düzenlemelerin yapılmasını ya da yargı kararlarının alınmasını değil; yapılan açıklamalarda, politik tutum ve davranışlarda ve genel olarak LGBTİ+’lara tanınan özgürlük alanına ilişkin bütüncül bir yaklaşımın geliştirilmesinde kendisini anayasal bir yükümlülük olarak göstermektedir.
Söz konusu durum, daha geniş bir çerçeveden bakıldığında insan hakları hukukuna hakim temel ilkelerden tanıma-koruma-riayet etme yükümlülükleri paralelinde de görülebilmektedir. Anayasa’da ve yerel mevzuatta ve Avrupa Konseyi, Birleşmiş Milletler, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı ve arttırılabilecek örneklerde düzenleme alanı bulan insan hakları hukuku rejimi; insan haklarının yalnızca kağıt üzerinde kalmamasını, yasama, yürütme ve yargı aygıtlarının tamamıyla korunan, hakkında bütüncül politikaların geliştirildiği ve günden güne her alana sirayet eden ve gelişen haliyle insan haklarına ilişkin tam bir koruma sağlanmasını ifade etmektedir.
Bu bütüncül yaklaşımın açık yükümlülük olarak düzenlendiği ve yine güncel siyasette oldukça tartışma konusu olan Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi (“İstanbul Sözleşmesi”) LGBTİ+ haklarının korunması bakımından özellikle anılmalıdır. Toplumsal cinsiyet kavramı odaklı bir koruma rejimi öngören İstanbul Sözleşmesi; İstanbul Sözleşmesi Açıklayıcı Kitapçığı uyarınca İHAM’ın cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği temelli ayrımcılık içtihadından yararlanılması ile Sözleşme’nin özüne yakınen bağlantılı olan diğer kimlik gruplarının da Sözleşme korumasına dahil edilmesi gerektiğini düzenlemektedir. Bu sebeple LGBTİ+ hakları bakımından en önemli hukuk kaynaklarından birini oluşturan İstanbul Sözleşmesi, toplumsal cinsiyet lensinin merkeze alındığı bir önleme ve koruma mekanizmasının kurulması ve güçlendirilmesi ve bütüncül politikaların alınması yükümlülüğünü Sözleşme’nin çeşitli maddeleri altında açıkça düzenlemektedir.
Bu itibarla üst düzey kamu yetkililerinin ve siyasetçilerin açıklamalarının, LGBTİ+ haklarının korunması bakımından özel bir önem arz ettiği açıktır. Özellikle ifade özgürlüğü bakımından üst düzey kamu yetkililerine ve siyasetçilere tanınan yüksek koruma ve ifade özgürlüğüne ilişkin yapılan yargısal incelemelerde ifadenin kim tarafından, hangi koşullarda, hangi sonuçları verecek şekilde dile getirildiği şeklinde gerçekleştirilen çok aşamalı bağlamsal değerlendirme, ilgili ifadelerin ne derece önem arz ettiğini göstermektedir. İfade özgürlüğünün koruması dışında bulunan açık şiddet çağrısı, şiddete teşvik ve nefret söyleminin, söz konusu bağlamsal değerlendirme doğrultusunda, üst düzey kamu yetkililerinin ve siyasetçilerin ifadeleri için de geçerli olduğu vurgulanmalıdır.
Nitekim üst düzey kamu yetkililerinin ve siyasetçilerin açıklamalarıyla ilgili verilen İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına kabaca göz atıldığında, görülebilecek ilk örneklerden biri olan Erbakan v. Türkiye kararında da bu durum tespit edilmiştir. Karara konu açıklamalar, Necmettin Erbakan’ın dini mensubiyetler ve referanslar üzerinden Refah Partisi’ne ilişkin yaptığı konuşmanın halkı kin ve düşmanlığa sevk ettiği iddiasıyla Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde görülen ceza yargılamalarına ilişkindir. Mahkeme bu kararda, izlenen meşru amaçla orantılı olmak kaydıyla, genel bir ilke olarak, demokratik toplumlarda “formaliteleri”, “koşulları”, “kısıtlamaları”, veya “müeyyideleri, hoşgörüsüzlük de dahil olmak üzere, nefreti teşvik eden, hatta meşru sayan her türlü ifadeye yaptırım uygulanması ve hatta bunların önlenmesi gerekli görüldüğü belirtilmiştir.[11] Yapılan açıklamaların sonrasında toplumsal bir kargaşa yaşanmasına yönelik “mevcut bir risk” ya da “yakın bir tehlike” bulunmaması ve ceza yaptırımının konuşmanın yapılmasından dört yıl beş ay sonra verilmesi sebebiyle ifade özgürlüğünün ihlal edildiğine karar verilmiştir. Bununla birlikte söz konusu karar üst düzey kamu yetkililerinin ve siyasetçilerinin açıklamaları sebebiyle taşıdıkları sorumluluğun sınırlarını çizmesi bakımından oldukça önemlidir.
Kişilerin kimlik özellikleri sebebiyle aşağılanmasına, dışlanmasına, kalıp yargıların pekişmesine ve ilgili kimliklerin toplum nezdinde hedef gösterilerek kriminalize edilmesine yol açabilecek nefret söylemine ilişkin anılabilecek bir diğer önemli karar, Vejdeland ve Diğerleri v. İsveç kararıdır.[12] Başvuruya konu olaylarda, bir lise binasında dağıtılmak istenen broşürlerde, eşcinselliğin “sapkın bir cinsel eğilim” olduğu, “toplumun temeli üzerinde ahlaki olarak tahripkar bir etkisi bulunduğunu” ve “HIV ve AIDS’in artmasından sorumlu olduğu” iddia edilmiş, broşürlerle ilgili yürütülen cezai süreç sonrası ifade özgürlüğünün ihlal edildiği iddiasıyla Mahkeme’ye başvurulmuştur. Kararda, “cinsel yönelim temelli ayrımcılığın ırk, etnik köken veya renk temelli yapılan ayrımcılık kadar ciddi olduğu” vurgulanmış ve “nefret uyandırmak için yapılan kışkırtmanın muhakkak şiddet veya suç teşkil eden başka bir fiile çağrı niteliği taşımasının zorunlu olmadığı” belirtilerek “toplumun belirli bir kesimini tahkir etmek, alay konusu durumuna düşürmek veya lekelemek suretiyle yapılan saldırılar ifade hürriyetinin mesuliyetsizce kullanılması niteliği taşıdığından yetkili makamların bu ifadelerle mücadele etmesi için yeterli sebep mevcut [olduğu]” ifade edilmiş ve somut başvuruda ifade özgürlüğünün ihlal edilmediğine karar verilmiştir.[13] Bu itibarla, cinsel yönelim veya cinsiyet kimliği temelli nefret söyleminin ifade özgürlüğünün koruması kapsamında görülmediği Mahkeme tarafından oldukça açıkça ifade edilmiştir. Nefret söylemine ilişkin yapılan bu net tespitlerin üst düzey kamu yetkilileri ve siyasetçiler için de uygulama alanı bulmaması için herhangi bir sebep bulunmamaktadır.
SONUÇ YERİNE
Üst düzey kamu yetkililerinin ve siyasetçilerin açıklamalarının, ülke siyasetinin izlediği seyir bakımından önemli bulgular içerdiği ortadadır. Açıklamada bulunan kişilerin sahip olduğu nüfuz, açıklamanın yayılma hızı ve genişliği ve ortaya çıkarabileceği sonuçlar söz konusu açıklamaların sıradan bir görüş açıklaması olamayacağını, bu anlamda kişilerin farklı veçhelerden sorumluluğunu doğurabileceğini söylemek mümkündür. Nitekim bu husus, yerleşik ifade özgürlüğü içtihadıyla İHAM tarafından ortaya konulmuştur. Özel olarak insan haklarıyla ve güncel siyasetin ortasında bulunan LGBTİ+’larla ilgili yapılan açıklamalar, bu anlamda insan haklarıyla ilgili pratikleri ve politikaları akla getirmekte, bu değerlendirme LGBTİ+’ların yaşamını doğrudan etkileyen açıklamalar ışığında ayrıca ağırlık kazanmaktadır.
LGBTİ+ haklarının insan hakları olduğu gerçeği, yıllardır alanda mücadele veren aktivistlerin ve sivil toplumun gösterdiği yoğun emek ve metanet sonucunda güncel siyasette kendisine bir yer etmiş vaziyettedir. LGBTİ+’larla güncel açıklamalar için de benzer şekilde, insan hakları hukuku doğrultusunda verilen mücadelenin buradan öteye kararlılıkla devam ettirileceği açıkça görülebilecektir.
[1] Sosyal Politika, Cinsiyet Kimliği ve Cinsel Yönelim Çalışmaları Derneği, “Pandemi Raporu: Covıd-19’un Üç Ayında LGBTİ+’lar”, Haziran 2020, Erişim adresi: http://www.spod.org.tr/TR/Detay/50128/4/spod-pandemi-raporu-cikti, s.7.
[2] Kaos GL, “İmamoğlu “eşcinsel evlilik” sorusunu yanıtladı”, 22 Mayıs 2020, Erişim adresi: https://www.kaosgl.org/haber/imamoglu-escinsel-evlilik-sorusunu-yanitladi.
[3] euronews, “LGBT bireylere pedofili suçlaması yapan Kızılay Başkanı’na Kızılhaç’tan tepki, Ankara’dan destek”, 1 Temmuz 2020, Erişim adresi: https://tr.euronews.com/2020/06/30/lgbt-bireylere-pedofili-suclamas-yapan-k-z-lay-baskan-na-k-z-lhac-tan-tepki-ankara-dan-des.
[4] Kaos GL, “Onur Haftası’nda LGBTİ+’lara nefretin bilançosu”, 30 Haziran 2020, Erişim adresi: https://www.kaosgl.org/haber/onur-haftasi-nda-lgbti-lara-nefretin-bilancosu.
[5] Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı, “Türkiye, salgın sonrası yeniden şekillenecek dünyanın yıldız ülkelerinden biri olacak”, 29 Haziran 2020, Erişim adresi: https://www.tccb.gov.tr/haberler/410/120507/-turkiye-salgin-sonrasi-yeniden-sekillenecek-dunyanin-yildiz-ulkelerinden-biri-olacak-.
[6] Kaos GL, ““Çocuğumun böyle bir tercihte bulunmasını istemem ama tercihte bulunanı da dövmem””, 3 Temmuz 2020, Erişim adresi: https://www.kaosgl.org/haber/cocugumun-boyle-bir-tercihte-bulunmasini-istemem-ama-tercihte-bulunani-da-dovmem.
[7] Kaos GL, “AKP Başkan Yardımcısı Ünal hem “kimliği sorun görmüyorum” dedi hem de “dayatılmasın””, 6 Temmuz 2020, Erişim adresi: https://www.kaosgl.org/haber/akp-baskan-yardimcisi-unal-hem-kimligi-sorun-gormuyorum-dedi-hem-de-dayatilmasin.
[8] Bkz. Anayasa m.104.
[9] Abdülkadir Yıldız, “Cumhurbaşkanlığı Sisteminde Cumhurbaşkanının Sorumluluğu Meselesi”, Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 9, Sayı 1, Ocak 2019, Erişim adresi: https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/656931, s.3.
[10] Abdülkadir Yıldız, s.6-7.
[11] İHAM, Necmettin Erbakan v. Türkiye, Başvuru no: 59405/00, 6 Temmuz 2006, par.56.
[12] İHAM, Vejdeland ve Diğerleri v. İsveç, Başvuru no: 1813/07, 9 Şubat 2012, par.55.
Kararın Türkçe tercümesi için bkz: https://www.kaosgl.org/haber/aihm-in-nefret-soylemi-karari-turkce-de
[13] Ayrıca bkz: Kerem Dikmen, “Bilgi notu: İfade mi nefret söylemi mi?”, 22 Mayıs 2020, Erişim adresi: https://www.kaosgl.org/haber/bilgi-notu-ifade-mi-nefret-soylemi-mi