AYŞEN GÜVEN
Netflix’in Türkiye yapımı projelerinden biri olan Şimdiki Aklım Olsaydı dizisinin senaristi Ece Yörenç, şirketin diziyi çekimlere bir gün kala iptal etmesinin altında senaryosundaki yan hikâyelerinden birinde eşcinsel bir karakterin yer alması yattığını Altyazı Fasikül’e verdiği röportajda söylüyordu. Dahası Yörenç tüm ekibin ortak kararıyla çekimlere başlanabilmesi için senaryoda değişiklik yaptığını da bu açıklamada dile getirdi. Sadece bu cesur açıklama bile sansürün artık eser yayımlandıktan, ilgilisini bulduktan sonra değil bizzat hayal edilirken çalışmaya başladığını bize gösterdi. Sansür ve bir hayalet gibi dolaşan otosansür dijital mecralarda dahi bu kadar güçlenirken ulusal kanallarda nasıl biçimlendiğini de.
Bu röportaj bana yaratımın ilk basamağındaki isimlerin anlatacağı çok şey olduğunu düşündürdü. En mikro noktaya kadar sirayet eden sansürü, diziler üzerinden sürekli tartışılan şiddeti dahası kadına yönelik şiddeti, televizyon ekranlarında nelerin değiştiğini, RTÜK etkisinin dönüşümünü senaristlerle konuştum. İki bölüm halinde hazırladığım tartışmanın ilki Doğduğun Ev Kaderindir dizisinin senaryo ekibiyle oldu. 18 yıldır televizyonlarda takip ettiğimiz pek çok dizinin senaristlerinden Eylem Canpolat bu röportaj için ulaştığım ilk isimdi. Sonra Ayşenur Sıkı ve eski tiyatro oyuncusu Defne Gürsoy’la beni buluşturdu. Ve “söylediğimiz her şeyi yazabilirsin, bir şeyi çıkartmanı asla istemeyeceğiz” diyen bir grup senarist kadınla konuştum. Anlattıkları, hem televizyonlarda hem online platformlarda yayınlanan dizilerde sansürün ve otosansürün nasıl işlediğinin bir dökümü oldu.
Öncelikle hepinize teşekkür etmek istiyorum. Bu konuda senaristlerin konuşmaktan çekinebileceğini düşünmüştüm hep. Bu da bir çeşit otosansür sanırım.
Eylem Canpolat: Biz aslında imkân oldukça sözümüzü söylüyor ve kendimizi ifade ediyoruz. Ayrıca asıl biz teşekkür ediyoruz bize bu konularda konuşma fırsatı yarattığınız için. Çünkü bütün faturaların senaristlere kesilmesine duygusal olarak kırılıyorum. Eğer böyle olacaksa da senaristlere daha fazla alan açılması gerektiğini düşünüyorum. En azından bu otosansürün yavaşlaması için.
Senarist Ece Yörenç’in Altyazı Fasikül’e verdiği röportajda bir kez daha gördük ki sansür, tamamlanmış bir ürünün kesilip kırpılıp, sahnesinin karartılması ya da buzlanmasından öteye geçerek fikir ve hayal etme sürecine kadar ilerlemiş durumda. Çoğunlukla da cinsellik ve cinsel kimliklerin üzerinden ilerleyen bu sansür ağı size neler düşündürüyor?
Ayşenur Sıkı: Otosansür tartışılmaz bir gerçek haline geldi artık. Bu sadece cinsel kimlikler üzerinden de değil aslında, dramanın öğesi olarak kullanabileceğiniz birçok şeyde kendisini gösteriyor artık. Mesela benim için daha büyük bir dert, anti-kahraman başrol yazamamak. Aslında o tip hikâyeleri seviyorum ama televizyonda bunu satmak ve yayımlamak çok zor olabiliyor. Bunda reyting sisteminin de etkisi var. Kanallar bu tip hikâyelere en başından yanaşmayabiliyor. Dizimiz Doğduğun Ev Kaderindir adına konuşacak olursak, her şeye rağmen bir çıtayı tutturduğumuzu düşünüyorum. İstemediğimiz bir şeyi yazmıyoruz en azından ve değerli şeyler de yazdığımızı düşünüyorum. Fakat hangi mecrada isen kalemin onun ölçeğinde törpüleniyor. Bu inkâr edilecek bir şey değil. Ve bunu da yapımcı, kanal, şu, bu yapmadan artık siz kendiniz otomatik olarak yapıyorsunuz. Çünkü artık zamanla yarışıyorsunuz. “Buna not gelir, bunu böyle yazmayayım” deyip değiştirdiğimiz şeyler oluyor açıkçası.
E. C.: Ben Turgut Özakman’ın öğrencisiyim. Yazarlık bölümünde okudum ve bize şunu öğretmişti: “Her şeyi yazabilirsiniz. Her konuda ve her şekilde ama bunu nasıl anlattığınız önemli” demişti. Şimdi öyle bir devirden geçiyoruz ki, her şeyi anlatamıyoruz. Nasıl olabilir diye dönüştürmeye çalışsak da bu mümkün değil. Kırmızı çizgiler çok fazla yoğunlaştı. Ayşenur’un da dediği gibi bazı şeyleri otomatik olarak yapıyoruz. Bunu bir refleks haline dönüştürmüş durumdayız. Tabii ki tartıştığımız ana başlıklarımız da var. En azından kendi yaptığımız iş üzerinden şunları söyleyebilirim ki cinsiyetçi bir iş yazmamaya çalışıyoruz ve bu konuda da birbirimizin komiseri oluyoruz. Birimiz bir konuda çizgiyi aşarsak diğerimiz uyarıyor. Bizim hikâyemiz için de ben bir kadın ya da bir erkek hikâyesi değil de bir insan hikâyesi diyebilirim. Dolayısıyla, bir kadının kadın kimliğiyle ön planda olduğu ve bizim kalıp düşüncelerimizi değerlendirdiğimiz bir durum da yok. Tabii ki öyle yaşayan geleneksel insanlar da var. Bunları da farklı şekilde anlatmaya, klasik durumları bile klasik olmayan şekilde yazmaya çalışıyoruz. İşin güzel tarafı da bu karşılığını buldu dizimiz açısından.
Siz iyi hissettiğiniz bir işi yaparken de Ayşenur’un ‘anti-kahraman yazamama’ örneğinden başka yazamadığınız neler var?
E.C.: Hayatın içinde bir sürü şey var aslında. Sadece kadın ve erkek kimliği yok Türkiye’de. Başka cinsel kimlikler de var ve bunları yazamıyor olmak tabii ki o dramayı eksik kılıyor. Çünkü gerçek değil. Bize kimse yazmayın demedi ama yaşananlardan anlıyoruz ki yazarsak başımıza hoş şeyler gelmeyecektir. Bu da üzücü bir şey tabii ki.
Defne Gürsoy: Severek yazdığım bir işin parçası olmak beni çok mutlu ediyor. Ama dedikleri gibi reyting ve talebin merkezde olduğu işler de çoğunlukta. Otosansürün ise iki noktası var bence. Ülkemiz ve içinde bulunduğumuz durumlardan kaynaklanıyor ilki… İkincisi de kanalların arz ve taleplerinden… Ve insanlar sadece bunlara göre seçilen işleri istiyor da diyemeyiz. Öyle olsa bizim dizimize bakmazlardı. Dolayısıyla kanalların sadece reyting açısından düşünmeyerek biraz da risk almaları lazım.
“NEDEN SENARYOLARDA ŞİDDET ÇOĞALDI? ÇÜNKÜ BİZE YAZILACAK MALZEME BIRAKILMADI”
Salgınla beraber hepimiz mutfakta harikalar yaratmakla kalmayıp yerli yabancı eski ya da yeni pek çok dizi film izleyerek yasaklı günleri geçirmeye çalıştık. Özellikle eski TRT dizilerini, Yeditepe İstanbul’u, Şaşıfelek Çıkmazı‘nı mesela çoğumuz yeniden izledik ve televizyon ekranında giderek neleri göremediğimizi de hatırladık. Ve bu hikâyelerin hâlâ ne kadar sevildiğini de… Mahalledeki kadınların cinselliklerinin de resmedildiği bunların kapı önü sohbetlerinde konuşulduğu, daha dayanışmacı, daha dost hikayeler bunlar.
Demek ki bir dönem bu diziler izlenmiş, talep edilmiş ve kanallar da yatırım yapmış. Ancak şu an birçok sektör profesyoneli de kötü işlere savunma olarak “halk bunu istiyor” argümanını kullanıyor. Bu halk neyi istiyor acaba gerçekten?
E.C.: Ve o dizileri sansürleyerek yayımladılar. İnternetten de izleyenler oldu tabii. Ben de mesela bu mesleğe ilk başladığım zamanlar cinselliği de rahat bir şekilde gösteriyordum, içki de içebiliyordu karakterler, o efkâr muhabbetini de yapabiliyorlardı. İçki içmeyi olumlu manada söylemiyorum.
Şu an bu açıklamaya ihtiyaç duyman bile konuştuğumuz şey galiba.
E.C.: Çünkü hep bunlarla suçlanıyoruz. Türkiye’de ne olsa eskiden ilk futbol sektörü suçlanırdı şimdi de dizi sektörü suçlanır oldu. “Senaristler yüzünden şiddet yayıldı”, “senaristler yüzünden cinsellikle ilgili problemler çoğaldı”, “kadına şiddet senaristler yüzünden arttı” gibi…
Ama senaryolarda şiddet unsurlarının arttığı da yadsınamaz herhalde?
E.C.: Elbette. Ama ne oldu da bu şiddet senaryolarda çoğaldı diye düşünülecek olursa; bize yazılacak malzeme bırakılmadı demek gerekir. Cinsellik elimizden alındı örneğin. Türkiye’nin belli başlı problemleri TV’de yazılamaz oldu. Mesela eskiden bir Alevi ile mezhep ayrılığına dayanan bir aşk hikâyesi yazıldı ama şu anda bunu yazabilir miyiz?
Bilmiyorum. Bütün konular, durumlar, çatışmalar elimizden alındıkça geriye ne kaldı? Bir de bu ticari bir iş. Bizden bekledikleri de bir seyirlik, hemen dikkat çekecek ve seyirciyi ekrana bağlayacak bir şey. Seyirciyi en çok ekrana çekecek şeyin de şu olduğu fark edildi; ne kadar kavga gürültü olursa, ne kadar bağırış çağırış varsa seyirci buna reaksiyon gösteriyor. Eski zamanın kovboy filmleri gibi düşünelim. Amerika’da o filmlerin ortaya çıkmasının nedeni de aynıymış.
Bir de otosansür artık o kadar gelişmiş durumda ki, bundan 5 sene önce yazılmış bir dizinin şu anda yapılamayacağına inanıyorum. Bu çok da kalp kırıcı bir durum. Konuşulması gereken bir sonuç. Dolayısıyla hikâyeler de sığlaşmaya başladı. Keşke senaristler eleştirilirken, daha doğrusu tekme tokat dövülürken, bunlar da tartışılıyor olsa.
Bunları yazmak noktasına nasıl gelindi?
E.C.: Bir günah keçisi bulunmak isteniyor. Sürekli pompalanan erkek egemen dünya tartışılacağına “aaa bunu da senaristler yaptı” deniyor. Bence toplum da bir çeşit vicdani rahatlık yaşamış oldu suçu bizlerin üstüne atarak. Ha tabii ki şöyle bir durum da var. Şiddet reyting unsuru olarak kullanılmadı mı? Kullanıldı. Kullanılmadı dersem yanlış bir özeleştiri yapmış olurum. Pirupak bir dünyadan bahsedemeyiz zaten.
Şiddet hayatın içinde de olan bir şey. İnsan hangi dünyada yaşıyorsa o dünyada olan şeyler size de değiyor. Ve tabii ki ondan besleniyorsun, yazına katıyorsun. Katmaman mümkün değil. Sadece bizde böyle değil. Netflix’e ve diğer platformlara bakın; şiddeti çokça kullanan içerikler var.
Siz şanslı olduğunuzu söylüyorsunuz ama örneğin kendisiyle çeliştiği halde bir kadına şiddet sahnesini, sorunlu bir dilde yazmak zorunda kalanlar olmuyor mu?
E.C.: Ama orada inisiyatif senaristte değil. O sahneyi çekmek isteyen yönetmenler, yapımcılar var. Bizim de başımıza böyle bir şey geldi. Şiddet değil tutku sahnesi olarak yazdığımız bir bölümü daha sonra ekranda tekme tokat bir şiddet sahnesi olarak izlemiştik. Ve o dönemki ekibimle işi bıraktık. Yani bu sadece senaristlere yüklenebilecek bir sorumluluk değil. Yönetmenler de var, oyuncular da var, yapımcılar da var, o bandı yayınlamadan önce izleyen kanal yöneticileri de var… Dolayısıyla bu konu bir masanın etrafında topyekün konuşulacaksa eğer; sağlıklı konuşulabilmesi için, “kadına şiddeti yazan senaristlere sorun” diyen oyuncu arkadaşlarımızın da masanın etrafında olması gerekiyor bence. Mesela kadının bekâret konusu üzerinden şiddet görmediği, aşağılanmadığı bir şey yapmaya çalışıyoruz ama Türkiye geneline baktığında bir sürü modern kadının bile bu yüzden aşağılandığını görüyoruz. Bizim yaptığımız daha nadir olan aslında. Diğer dizilerde var olan şiddet daha yaygın olan. Önce onun değişmesi lazım ki bu da biraz değişsin.
D.G.: Aslında “Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan?” gibi bir durum söz konusu. İnsanların dizilerdeki şiddeti görüp de gidip şiddet uyguladığına ben inanmıyorum. Belki diğer konular elimizden alınmasa bu kadar fazla şiddet içeren dizi olmazdı.
Evet bazı dizilerde kadına şiddet gösteriliyor fakat bu ‘yapılmasın’ diye gösteriliyor. Görüp uygulasınlar diye değil, “bakın bu ne kadar kötü bir insan” demek için varlar. 2020 yılındayız ve sağlıktan kadına her konuda sıkıntı varken herkesin kendini ve alanını sorgulaması lazım. Oyuncuların, “biz oynamıyoruz” demesini bekliyorsak bizim de “yazmıyoruz” diyerek yeri geldiğinde bir çizgi çekmemiz lazım.
Senaristler gerekli gördüklerinde bu çizgiyi çekebilir mi peki?
A.S.: Çekebiliriz.
E.C.: Biraz aç kalabilirsin belki ama çekebilirsin.
A.S.: Şöyle bir gerçeklik tabii ki var, biz şu anda özgürce istediklerimizi yazabiliyoruz ama bunun nedeni yapımcımızın da bizim gibi düşünüyor olması. Biz zaten öyle bir şey yazsak senaryoyu okuduğunda o “ya bunu böyle yapmayalım” der. Tabii ki eskiden meslek etik kuralları diye bir şey vardı. Bazı kanallarda da asılıydı bu kurallar. Dolayısıyla her ekibin ve her iş başlangıcında bunların konuşulması gerektiğine inanıyorum ben. Biz mesela, oturduğumuzda konuştuk. Kendimize başlıklar çıkardık. Biz bunları, bunları, bunları yapmayacağız dedik. Ve yapmıyoruz da. Ama biz mesleğe yeni başlamış insanlar olsaydık ve elimizde kalemimizi istediğimiz gibi oynatma gücü olmasaydı, belki dahil olduğumuz ekiplerin etiklerine göre davranmamız gerekebilirdi. İnsani bir seçim olup olmamasıyla alakalı. Şunu da söylemek lazım; Türkiye’de ki hiçbir dizide -ben tüm dizileri izliyorum- kadına şiddet hiçbir zaman övülmedi. Böyle bir şey olmadı. Görselleri paylaşılan bazı diziler ve töhmet altında bırakılan bazı arkadaşlarımız var. Onlara baktığımız zaman da aslında ana hikâye şuydu; kadına şiddet uygulayan bir adam vardı ve o kadını kurtarmaya çalışan bir adam vardı.
“KÖTÜ KARAKTERLERLE ÖZDEŞLEŞİLİYORSA BUNU SENARİSTLER TAMİR EDEMEZ”
Sahnenin işlenişi ve o şiddetin resmediliş biçimi de etkili olsa gerek.
A.S.: Dediğim gibi senaristin dahilinde olan bir durum değil bu. Hiçbir senarist “şiddeti 15 dakika göstermeliyiz” yazmaz senaryoya.
Belki de tersinden siyasette, sokakta, medyada, 3. sayfa haberlerinde, yükselen dil ve söylemler ekrana yansıyordur?
A.S.: Biraz da öyle. Sonuçta sadece TV’de şiddet var ve Türkiye’deki şiddeti bu yönlendiriyor diyemeyiz. Kadınlar ya da LGBTİ+ bireyler haklarını savunmak için sokağa çıktıklarında da polisten şiddet görüyorlar. Sadece TV’deki şiddet değil sokaktaki şiddet de konuşulmaya başlandığında bir anlamı olacak. Değişim o zaman başlayacak.
Tabii sadece kadına fiziksel şiddet sahnesi gösterilmesi üzerinden değil de erkekliği, erki yücelten dil üzerinden de konuşmalı belki. Bir dönem popüler olan ağa dizilerinde kadına biçilen rol yahut kabadayı dizilerindeki aşağılayıcı dil… Ya da sizin söylediğiniz gibi sürekli bir zümrenin hayatının anlatılması, eşcinsellerin olmayışı…
A.S.: Yazarlar ve yönetmenler, yapımcıları dahil edebilir miyim bilmiyorum ama, üreten insanlar olarak sorumluluk almak zorundayız diye düşünüyorum. Çünkü dizi dediğimiz şey popüler kültürün oluşmasına katkı sağlayan bir olgu aslında. Dolayısıyla siz bıçak sırtı konuları ele alıyorsanız eğer, şiddet gibi, kadına dair şeyleri ele alıyorsanız o zaman etik sorumluluğu gözetmek zorundasınız. Eylem’in de başta dediği gibi nasıl ele aldığın ve neyi ele aldığın fark yaratan şey. Evet, doğru, hiç kimse kadına şiddet güzellemesi yapmadı. Kadına şiddet uygulayan karakterler zaten kötü karakterler. Kötü karakterlerle de özdeşleşiyorsa birileri o zaman zaten toplumda bir çürüme var demektir. Bunu da dizi senaristleri tamir edemez. Biz de dahil hepimize geçmiş olsun olur. Orada kadına şiddetten öte şu kısımlarda açık veriyoruz; kahraman özellikleri yüklediğiniz bir karakter neler yapıyor? O kahramanlıkları nasıl yapıyor? Birilerini döverek mi? Söverek mi? Kadın hep kurtarılması gereken mi? Uçurumların kıyısından alınması gereken mi? O erkek olmasaydı kadın kendini kurtarmak için neler yapabilirdi? Yapma gereği duydu mu? Bunları işlemiyorsanız o zaman siz de zaten geleneksel bir bakış açısıyla yazıyor olursunuz.
Bazen doğru bir yönden eleştiri yaparken de ‘linç’ ya da ‘yasaklama’ işaret ediliyor. Buna dair ne dersiniz ?
A.S.: Kadını bir erkeğe muhtaç, kurtarılması gereken biri olarak yazıyorsanız zaten belirli bir ideolojiyi savunmuş oluyorsunuz. Bunun da bir sonucu var ama bu demek değildir ki ‘hemen sansürleyelim öyle yazılmasın.’ Breaking Bad‘i kim sansürlüyor? Şiddetin âlâsı var ama müthiş bir drama. Bence toplumda faturayı hemen birine kesme ihtiyacı var. Ve bu şiddet konusunda da değil sadece. Mesela son yıllarda dizilere gelen yorumları takip ediyorsanız aldatma mevzusu da çok taşlanan bir mevzu. Evli bir adamla ilişkisi olan kadın. Allah kahretsin onu diye insanlar kanalları arayıp bu dizilerin durdurulmasını istiyor. İş artık çığrından çıkmış oluyor. Bunu işleyebiliriz, bu bir drama konusu. Çok da güzel bir drama konusu ama ben şahsen topa tutulurum diye çekiniyorum. Bence artık insanlar nasıl hak arayacağını, nerede arayacağını, nasıl düzen getireceğini bilmediği için önüne geleni linç etmeye çalışıyor. Bu da başka türlü bir şiddet doğuruyor.
“BEN BU İŞE BAŞLADIĞIMDA BU KADAR SERT BİR RTÜK GERÇEĞİ YOKTU”
Eylem, sektörün içinde geçen uzun yılların var. Hiç doğrudan “yazma” denilen bir konu, sahne, karakter oldu mu?
E.C.: Ben 18. yılıma girdim bu sektörde ve bana hiçbir zaman “bunu yazmalısın, şunu yazma” diye bir şey dikte edilmedi. Şöyle gerçekler var, Türkiye bütün olarak muhafazakarlaşıyor. Sadece televizyon da değil tüm ülke giderek muhafazakarlaştı ve değer yargıları değişti. Mesela Şaşıfelek Çıkmazı TRT’de yayımlanan bir diziydi ve o zamanki TRT ile şu anki özel kanallar çok çok farklı yerlerde duruyorlar.
Peki, o zamanki halk Şaşıfelek Çıkmazı‘nı istiyordu da bugün istemiyor mu?
E.C.: Bir de süre gerçeği var tabii; biz 160, 170, 190 dakikalara varan işler yapıyoruz ve bunun dünyada bir örneği olduğunu hiç sanmıyorum. Bu 190 dakika boyunca hikâye anlatmamız lazım ve bu hikâyelerin ticari olarak da kazanç sağlayabilmesi için sezonlarca sürdürmeniz lazım. Sezonlarca sürdüreceğiniz bir hikâyeyi 190 dakika yazabilmek için çok fazla unsurdan faydalanmanız lazım. Ve o unsurların alanı az öncede belirttiğimiz üzre azaldığı için dikkat çekmek adına daha fazla altı çizili sahneler yazmanız gerekiyor.
Dolayısıyla gene ‘Yumurta-Tavuk’ durumu oluyor. Bizim de dizilerimiz 45 dakika olsaydı farklı olabilirdi. Ki zaten ben bu işe ilk başladığımda bu kadar sert bir RTÜK gerçeği yoktu ama şu anda siz bir kanalın kapatılmasına da sebep olabilirsiniz ve bundan sorumlu da tutulabilirsiniz. Benim yazdığım bir dizide öpüşme sahnesinden dolayı RTÜK’ten ceza alındı. Sevişme sahnelerine ceza verilirken bu kadar büyük şiddet sahnelerine RTÜK neden ceza vermiyor bunu da tartışmak lazım. Sevgi daha mı tehlikeli bir şey? Aşk daha mı, cinsellik daha mı tehlikeli şiddetten?
“BEN ZATEN OTOSANSÜRLÜ YAZMAYI ÖĞRENDİM”
Bu 18 yıl içinde RTÜK’ün işlevine dair değişim size tam olarak nasıl yansıdı?
E.C.: Eskiden RTÜK kurallarını bilmezdim artık biliyorum ve otosansürün asıl kemikleşmiş kısmı da o. Bu kuralların dışına çıktığımda başımıza gelecekleri de biliyorum. Eskiden ya yapım şirketinden ya da kanaldan birileri “RTÜK’de bununla ilgili sorun yaşayabiliriz.” derdi. Ama şimdi boyutu çok değişti. Oysa yasak olan bir şeyi de öyle bir anlatırsınız ki, bu bir sosyal sorumluluk projesi de olur. Mesela alkol yasak ama biz alkolün kötü bir şey olduğunu da anlatamıyoruz şu anda. Bunları, bunları ve bunları asla yazamayacak olduğunu biliyorsun. Hikâye toplantılarında teklif edilemeyecek maddeler gibi listelerin oluyor.
D.G.: Yeni jenerasyon için ‘teknoloji dünyasına doğdu’ denilmesi gibi biz de aslında bu sansüre doğmuş olduk. Eski dizileri ben de izledim ama o dönemde sektörün içinde olmadığım için Eylem’in bahsettiklerini bilmiyorum tam olarak. Ben zaten otosansürlü yazmayı öğrendim. Diğer türlüsünü bilmediğim için teklif etmek aklıma bile gelmiyor. Bu aslında öğrenilmiş çaresizlik. Ben ilk başladığımda “Hayır kardeşim. Ben onu da yazmak istiyorum, bunu da yazacağım” deseydim zaten yazamazdım. Bir ekibe dahil olamazdım. Yaptığımız işle ilgili böyle hissetmiyorum tabii ki. Ama komedi yazılamıyor mesela. Çünkü, Eylem’in de dediği gibi, 190 dakika komedi yazamazsın. O kadar güldüremezsin insanları. Komedi dediğin 30 dakika olur, 45 dakika olur maksimum. Dediğim gibi, bu işin özelinde ben kendimi şanslı hissediyorum ama başka yerlerde çalışan bizim gibi genç, yeni senarist arkadaşlar mecburen bu şekilde yazıyorlar. Bunu bilerek giriyorsunuz sektöre.
Ama tüm bu ucu keskinleşen sansür haline karşı senaristlerden yaratıcı manevralar da gelmiyor değil. Mesela son dönemde bana dizilerdeki duvar yazıları senaristin, yönetmenin söyleyemedikleri gibi geliyor.
A.S.: Çok da yaratıcılar bu arada. Farkı şu açıdan görebiliriz aslında -sırf dizi sektörü olarak da değil- ben dizileri Yeşilçam’ın devamı olarak görüyorum ama Yeşilçam’da yapılan filmlerde işlenen toplumsal konuları da bu dizilerde göremiyoruz. Geriye gidişin izini, daha geniş bir zaman aralığından baktığımızda, buradan çok net bir biçimde sürebiliyoruz. Züğürt Ağa gibi bir filmi şu an yazamıyoruz mesela.
“ÜLKENİN KADINLARI DEĞİŞİNCE ÜLKE DE DEĞİŞECEKTİR”
Dijital platformlar yaygınlaşıyor, daha özgür bir alan açıyor ama sayılar hâlâ konvansiyonel televizyonculuğun daha kitlesel olduğunu ortaya koyuyor. Sanırım bu hem olanak, hem de olanaksızlık?
E.C.: TV’nin gerçekten büyük bir güç olduğunu düşünüyorum. Zaten bu kadar uzun yıllardır TV’ye senaryo yazan birkaç tane arkadaştan biri olarak ben kaldım. Diğerleri dijital platformlara kaçtılar. Ayşenur da kaçacak yakında. (Gülüşmeler)
A.S.: Beyin göçü gibi.
E.C.: Ama ben ulusal kanalları gerçekten çok değerli buluyorum. Çünkü, minik de olsa değişimlere sebep olan bir mecra olduğunu gördüm. Zaten en çok da kadınlara ulaşıyor. Ve şunu hepimiz biliyoruz ki, ülkenin kadınları değişince ülke de değişecektir. Türkiye’deki yaşama biçimlerine istinaden de söylüyorum bunları. Okuma-yazma oranı düşük, tiyatro ve sinema seyretme oranı düşük, opera ve bale zaten belirli bir zümrenin iştirak edebildiği bir alan… Dolayısıyla hala Türkiye’nin büyük bir yüzdesi TV seyrediyor ve orda neyi anlattığınız, nasıl anlattığınız çok önemli.
Kendi adıma şu konuda çok mutluyum, bu zamana kadar yaptığım tüm dizilerde ana kahramanlar hep kadındı. Ana kahramanın erkek sanıldığı dizilerde bile duyguyu, hikâyeyi, dramayı yükselten yine kadındı. Hatta bu konuda pozitif bir ayrımcılık yaptığımı da söyleyebilirim. Kadınlar izlediği için, kadınların dünyayı değiştirme gücünü onlara göstermek istediğim için.
“SENARİSTBİR’İN ÇALIŞMALARININ TV’YE YANSIYACAĞINI DÜŞÜNÜYORUM”
Senaristlerin üzerinde çalıştığı ‘Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Komisyonu Çalışmaları’ var. Bahsettiğimiz sorunlara çare bulmada bir araç olabilir mi? Nedir düşünceleriniz?
E.C.: SenaristBir’in de üyesiyim. Yönetim kurulundayım. Bu çalışmaları da çok değerli buluyorum. Sektörde senaristler birbirlerinden çok fazla ayrı oldukları için bu yeni oluşumla birlikte konuşma fırsatı doğmuş oldu.
Herkes birbirine bilgi aktarmaya, düşüncelerini paylaşmaya, tartışmaya başladı. Bunların TV’ye de yansıyacağına inanıyorum ben. Çok değerli olduğunu düşünüyorum bu yüzden. Mesleki paylaşım devam ettikçe bu da devam edecek. Sadece cinsiyet eşitliği değil başka komisyonlarda başka konularda da paylaşımlar devam ediliyor. Tabii değişim dediğimiz şey biraz uzun vadede olan bir şey. Bunun nasıl veya neyi değiştireceğini biraz yaşayarak öğreneceğiz. Ama ben inanıyorum. Sonuçta her zaman iletişim ve konuşmak iyi bir şeydir. Bilgi aktarımı da iyidir, insanların kendilerini ifade etmesi de.