ÖZLEM ALTUNOK
Görece gerçekle ilişkinin daha sağlıklı kurulduğu zamanlardan bugüne dalgalı ama hep üretken bir alan oldu Türkiye’de belgesel sinema. 2008 yılında, kurucularından Necati Sönmez’in tabiriyle “Siyasi cesareti yüksek filmlerin yeni bir belgeselci kuşak tarafından yapılmaya başlandığı bir dönemde” doğan Documentarist de son 12 yılda bu sürecin hep ortasında duran ve kendini bugüne taşımayı inat edinen bağımsız bir festival olarak konumlandırdı. Bu yıl festivale Türkiye’den “kendi yağında kavrulmuş” yaklaşık 100 filmin başvurması, Sönmez’in de dediği gibi konusunu “yeryüzündeki cehennemlerden” çıkaran ülkedeki belgeselciler için içerik belirlemek açısından sorun olmadığını gösterse de, o içerikleri nitelikli koşullar altında oluşturmak ve izleyiciyle buluşturmak söz konusu olduğunda pek çok duvara çarptıkları gerçeğini değiştirmiyor. Bunu son dönemde özellikle belgesel sinema alanında yaşanan siyasi ve ekonomik sansür uygulamalarından, çeşitli yaptırım mekanizmalarından da anlamak mümkün.
Peki neden belgesel sinemaya dair bu korku? “Çünkü belgesel, görece kontrol edilemez bir alan, üretim şekli olarak daha bağımsız. Dev bütçelerle çekilen kurmaca filmlerin alabileceğinden çok daha büyük siyasi riskler alabilir; devletin kirli çamaşırlarını sergileyebilir, toplumun tavan aralarına girer, karanlık dehlizlere ışık tutabilir, isterse geçmişin ayıplarını toplumun ve devletin yüzüne vurabilir. Bunlar doğal olarak statükoyu korkutan şeyler; en çok da kendine güvensiz olanını…” diyor Sönmez.
Necati Sönmez’le geçtiğimiz ay 12. kez izleyiciyle buluşan Documentarist üzerinden bir festivalin bugünün zor koşullarında nasıl hayata geçirildiğini, içeriğini, içeriğinden taşanları, belgesel sinemanın son yıllarda karşılaştığı sorunları ve elbette bu alanda uygulanan sansürü konuştuk.
Neredeyse belgesel alanında bağımsız tek festival olarak yolculuğuna devam eden Documentarist, 12. yılını geride bıraktı. Özellikle son yıllarda festival yasakları, çekim engelleri, yargılamalar, bütçe kısıtlılığı ve bir dolu diğer sorunla birlikte bir festival düzenlemenin zorluklarını aşmayı, koşullarını yaratmayı nasıl başarıyorsunuz, ne tür sorunlarla karşılaşıyorsunuz?
Festivalde ilk yılından beri aşmaya çalıştığımız sorunlar, aslında Türkiye’de bağımsız belgeselcilerin yaşadığı sorunlardan farklı değil. Son yıllarda evet, yasaklar, kısıtlamalar, tehditler, engellemeler dozunu arttırarak hayatımıza girdi ama belgesel üretimi zaten Türkiye’de her zaman desteklenmek bir yana, kösteklenen bir alan oldu.
Özellikle 2000’li yıllarda karşımıza çıkan, geçmişte yaşanıp üstü örtülmüş olayları gün yüzüne çıkararak devletin kırmızı çizgilerini ihlal eden belgeseller yasakçı zihniyetin hedefi oldu.
Siyasi cesareti yüksek filmlerin yeni bir belgeselci kuşak tarafından yapılmaya başlandığı bir dönemde, 2008 yılında doğan Documentarist de doğal olarak bu koşulların içinde pişti. Yerli belgesel cephesindeki üretkenlik, cesaret ve yaratıcılık çabası festivali de besledi. Öte yandan siyasi ve ekonomik zorluklar, bizim de mücadele alanımız oldu. Kültür ve Turizm Bakanlığı Türkiye’deki irili ufaklı bütün etkinliklere destek olurken, iki defa yasak savmak babında verdiği çok sembolik destek dışında, Documentarist’i ısrarla görmezden geldi. Bu sayede, bakanlık desteği olmadan bağımsız ve düşük bütçeli festival yapmanın yollarını öğrenmiş olduk. 12 yıldır hiç sabit bir ofisimiz olmadı mesela, hazırlık dönemlerinde hep başka kurumların misafiri olduk. Festivale emek verenler, hayatlarını başka işlerden kazanıp çoğu zaman festivalde çalışmayı bir tür aktivizm olarak gördü. Bu gönüllülük ve dayanışma ruhuna, bize film verenler de dahil oldu diyebilirim, şartlarımızı anlatınca bizi anladılar ve daha anlayışlı davrandılar. Kimi zaman konuklarımızı arkadaş evlerinde ağırladık. Film aldığımız ülkelerin konsolosluklarına, elçiliklerine başvurduk. Ufak tefek katkıları bir araya getirip festival bütçesini bu şekilde denkleştirmeye çalıştık, çalışıyoruz. Doğrusu bunlara harcadığımız çaba, enerjimizin önemli bir kısmını alıyor, ama bunca yıl sonra, geçmişte kurulmuş ilişkiler ve işbirlikleri sayesinde, artık biraz daha rahatız. Her ne kadar her sene geleceği göremeden yola çıkıyorsak da, güven bağladığımız kurumların en azından bir kısmından destek alacağımızı umut ederek programlamaya daha çok vakit ve enerji vakfedebiliyoruz.
Peki böylesi bir ortamda -ki yine sizin düzenlediğiniz Hangi İnsan Hakları Film Festivali’nin Diyarbakır ayağı da yasaklanmıştı geçen yıl- her tür engel genel olarak üretime nasıl bir sekte vurdu, vuruyor? Ortaya çıkan, kenarda bekleyen belgesellere bakarak neler söylersiniz?
Engelleme ve yasaklar, genelde hedef aldığı filmleri ve yaratıcılarını kolay kolay engelleyemez. Belki o filmlerin festivallerde gösterilmesi falan engellenir ama istenirse onları seyirciye ulaştırmanın başka yolları bulunur; bu yaratıcılarının da mücadele azmini körükler hatta. Fakat o tür engellemeler asıl daha geniş kesimleri yıldırmaya yarar. Aynı veya benzeri konularda başka filmler yapılmasını zorlaştırır, açık bir yasağa konu olmasa bile festivaller benzer filmleri programına almaktan çekinir hale gelir, vs. Bu şekilde devletin tek bir sansür uygulaması, otosansürü ve aramızdaki gönüllü sansürcüleri harekete geçirip geniş bir zaman ve alana yayılır.
Kısacası sansürün görünen etkilerinden ziyade görünmeyen etkilerini unutmamak lazım. Durumdan vazife çıkaran yerel idareler ve kolluk kuvvetleri “neme lazım” diyerek filmleri yasaklamaya başladı bile. Biz bu söyleşiyi yaparken mesela, Suruç’ta katledilen gençlerle ilgili yapılan Gitmek filminin İstanbul’daki gala gösteriminin Şişli İlçe Emniyet ve Şişli Kaymakamlığı tarafından “içeriğinde terör propagandası yapılabileceği, suç ve suçluyu övecek içeriğinin olabileceği” gerekçesiyle yasaklandığı haberi geldi. Düşünün artık, “Filmin içeriğini bilmiyoruz ama konusuna baktık, her ihtimale karşı yasaklayalım” diyebiliyor bir devlet yetkilisi! Bu mantıkla, yetkililerin “suç ve suçluyu övme ihtimali” gördüğü her filmi, bu konuda bir mahkeme kararı, somut delil, hatta şikayet bile olmasına gerek duymadan seyirciyle buluşmaktan men edebiliyor. Bu karardan sonra o filmi programına alacak cevval bir festival düşünebiliyor musunuz? Böylece keyfi bir yasaklama kararı, filmin belli bir gün ve saatteki gösterimini engellemeyi hedefler gibi görünse de, seyirciyle henüz hiç buluşmamış o filmin ve bundan sonra 33 gencin vahşice katledildiği Suruç katliamıyla ilgili yapılacak diğer filmlerin de kaderini belirlemiş oluyor.
Yeni bir sinema yasası çıkmış, orada birtakım düzenlemeler yapılmış, festivaller 18 yaş sınırlamasıyla artık her filmi gösterebilecekmiş, vs… Bütün bunlar emniyetin veya kaymakamlığın umurunda değil. Altıncı hisleriyle bir şeyleri hissetmişler bir kere. Demokrasi tarihimizdeki bu fantastik evreyi “Hiçbir şey olmasa bile bir şeyler olabilir” dönemi olarak adlandırabiliriz sanırım.
Biraz önce siz de vurguladınız; Documentarist’in de yola çıktığı dönem, her alanda olduğu gibi, Türkiye yakın tarihinden pek çok politik meseleye dair belgesel üretiminin de yoğun olduğu bir dönemdi. Destek fonları, onlarca yerel festival, kültür sanat alanında yoğun bir üretim, görece bir hoşgörü ortamı vardı. Son yıllarda yaşanan her tür hak ihlali, toplumsal eylem ya da hareketlilikler de belgeselciler için önemli bir odak noktası, motivasyon kaynağı. Bu durum kendiliğinden bir gerilim oluşturuyor. Çünkü olan biteni kayıt altına almamak belgesel sinemanın doğasına aykırı. Üretim elbette bugün de bir biçimde sürüyor ama sansürün bıraktığı kitlesel ve psikolojik etkinin gölgesinde ne, nasıl biriktiriliyor? Bu dönem, gelecek yıllara nasıl yansıyacak 2000’li yılların o hareketli ortamıyla kıyaslayınca?
Üretim her şart altında sürüyor elbette, özellikle hep söylenegeldiği gibi, dijital görüntü devrimiyle birlikte film çekim teknolojisi belli bir kesimin tekelinden çıktıktan sonra bu böyle oldu. Documentarist’e Türkiye’den 100’e yakın film başvurdu bu sene ve bunların çoğu kendi yağında kavrularak yapılmış filmlerdi. Sorun üretilen filmlerin ne kadarının istenen nitelikte yapılabildiği ve ne kadar seyirciye ulaşabildiği. Yoksa “belgesel olabilecek konular” açısından Türkiye bir cennet. (Nereden baktığımıza bağlı olarak bir cehennem de diyebiliriz. Çünkü belgesellerin önemli bir kısmı, konusunu yeryüzündeki cehennemlerden çıkarır) İktisatçı jargonuyla söylersek, “belgesel hammaddesini” ne yazık ki yeterince işleyemeyen, tıpkı güneş enerjisi alanında olduğu gibi bu konudaki potansiyelini değerlendiremeyen bir ülkede yaşıyoruz. Bunun önemli bir nedeni yapım ve yayım olanaklarının olmayışı, yani her dönemde var olan ekonomik sansür. Diğeri ise sinema okullarında yaratıcı belgesel eğitiminin zayıf olması veya hiç olmaması. Sözgelimi 2 Temmuz 1993 Madımak Katliamı üzerine bugüne kadar yapılmış en etkileyici belgeselin, bu alanda köklü geleneğe sahip bir ülkeden, Hollanda’dan gelen bir yönetmen tarafından yapılmış olması çarpıcı bir örnek. Bizim Documentarist’in ilk yılında gösterdiğimiz, John Albert Jansen’ın 2006 tarihli Bekle Beni Daragacı – Sivas’ın Hikâyesi (Wait for me Gallows! The Story of Sivas) adlı filminden bahsediyorum. Kimsenin çabasına haksızlık etmek istemem ama Sivas ’93 hakkında Türkiye’de yapılan belgesellerin çoğu maalesef ya televizyon formatından sıyrılamamış veya müzikle şişirilmiş yapay bir dramatizasyonla -sanki olayın kendisi yeterince dramatik değilmiş gibi- malul ve bu yüzden Türkiye sınırları dışına çıkamamış filmler.
Lafı uzatmak pahasına belgesel sinemamızın bu ezeli sorununu özetledikten sonra, sorunuzun yanıtına gelirsek… Devlet desteğinde bir dönem gerçekten kurmacada olduğu gibi, belgeselde de adil ve nisbeten şeffaf bir mekanizma işliyordu. Ama her alandaki hızlı çürüme, iktidarın kültür politikalarına da sirayet etti ve destek kararları yürütmenin güdümüne sokuldu. Skandal kararlara rağmen kurmaca sinemada kantarın topuzunu yine de bir şekilde kaçırmamaya çalışıyorlar, yani kara listeler falan bir yana, dünyaca tanınan belli isimlere destek vermemezlik edemiyorlar, lakin suya sabuna dokunan, kamuda ses getirecek bir belgesel projesinin şimdiki Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan destek alma ihtimali sıfıra yakın.
Bütün bu siyasi ve ekonomik baskılar belgeselin alanını daraltarak tam anlamıyla kamusal alana çıkmasına engel oluyor. O filmler binbir zorlukla yapılsa bile, daha geniş kitleye ulaşıp gereken etkiyi yaratma olanağından mahrum bırakılıyor. Öte yandan da projesine destek almak isteyen belgeselciler, kendilerini otosansürün konforlu kucağına teslim ediyor. Bunun etkisi nihayetinde sivil toplumun kısırlaşmasıdır. Bu nedenle bugünden geleceğe aktarılacak olan maalesef derin bir sessizlik kültürü.
Belgesellerin kamusal alana, geniş kitlelere ulaşmasını engelleyen mekanizmaların en başında da yönetmelikleri değiştirilen, sansürü en yoğun gördüğümüz yerel yönetimlerce düzenlenen festivaller geliyor. Antalya’da yerel yönetimin değişmesiyle Ulusal Yarışma’nın yeniden festivalde olacağı açıklandı ama belgesel ya da kısa film için ise böyle bir bahis yok henüz. Neden belgesel sinema bu anlamda görmezden geliniyor ya da önemsenmiyor?
Önemsenmiyor değil aslında, önemsendiği için ona set çekilmeye, terbiye edilmeye çalışılıyor. Hatırlarsak, Antalya’da belgesel yarışması, bir belgesel ayaklarına fena halde dolandığı için, hemen ertesi yıl lağvedilmişti. Yani belgesel görmezden gelinmiyor da, fazla görünmesin diye bertaraf edilmeye çalışılıyor. Bazı belgeselleri festivaller “görmezden” geliyor olabilir, ama mesela savcılıklar, mahkemeler görüyor, şu günlerde sıkça yaşandığı gibi. Neden bu korku? Çünkü belgesel, görece kontrol edilemez bir alan, üretim şekli olarak daha bağımsız. Dev bütçelerle çekilen kurmaca filmlerin alabileceğinden çok daha büyük siyasi riskler alabilir; devletin kirli çamaşırlarını sergileyebilir, toplumun tavan aralarına girer, karanlık dehlizlere ışık tutabilir, isterse geçmişin ayıplarını toplumun ve devletin yüzüne vurabilir. Bunlar doğal olarak statükoyu korkutan şeyler; en çok da kendine güvensiz olanını…
Documentarist uluslararası bir festival ve bu yıl da programda Sudan, Romanya, Rusya, Ermenistan’ın da aralarında olduğu pek çok ülkeden belgesel, izleyiciyle buluştu. Programa genel olarak baktığımızda bu filmler hangi meselelerin aciliyetini vurguluyordu?
Genelleme yapmak zor ama dünyada her sene bir sürü konuda, binlerce belgesel yapılıyor. Festival programları aslında o festivali yapanların o sene ağına hasbelkader takılan bir avuç filmden oluşur; dolayısıyla belgesel dağının oradan görünen kısmını yansıtır sadece.
Yine de festivallerin konjonktüre bağlı olarak daha çok ilgi gösterdiği belli temalar olur her sene, bu da doğal bir eğilim aslında. Arap devrimleri ilk patlak verdiğinde hemen her festival bu konuya bölüm ayırmakta gecikmemişti. 2011 Ocak sonunda Tahrir’de başlayan gösterilerle ilgili alelacele yapılmış bir film, aynı yıl mayıs ayında Cannes’da gösterilmişti mesela. Şimdi Arap devrimleri üzerine yapılmış filmlerin listesi çıkarılsa, muhtemelen adı bile anılmaya değmeyecek bir film, o aciliyet içinde Cannes’a seçilebilmiştir. Sonra aradan bir iki yıl geçince, Mısır’la veya Tunus’la ilgili belgesellere kapılar birden kapanıverdi. Halbuki insanlar o sürecin sonuçlarını yaşamaya ve sürece dair belki daha da derinlemesine filmler yapmaya devam ediyordu. Ama Mısır-Tunus’un modası geçmiş, festivallerin radarına Suriye girmişti artık.
Kısacası şunu demeye çalışıyorum: Modanın giyim kuşam sektöründeki üretimi belirlemesi gibi, festival trendleri de film üretimini bir dereceye kadar belirliyor, ama belgesel söz konusu olduğunda her zaman, aradığınız her temaya uygun film bulursunuz. Biz de her sene Documentarist programını konjonktüre çok bağlı olmadan ama önemli bulduğumuz temaları gözeterek oluşturmayı seviyoruz. Aciliyetten ziyade, hayati olup yakın dönemde iyi filmlere konu olduğunu bildiğimiz coğrafya ve temalar ilgimizi çekiyor. Bazen tesadüfler yardımcı oluyor. Bu sene Sudan’a yakından bakma isteğine, şimdi yaşananlardan ziyade son altı ayda orada yapılmış iyi filmlere denk gelmiş olmamız vesile oldu. Özellikle dünya sinema haritasında hayli silik gözüken, hatta gözükmeyen bir ülkede 40-50 yıl önce yapılmış şahane filmlere ulaşmak bizim için büyük bir keşif oldu. Bu tür bir keşfi seyirciyle paylaşabilmek Documentarist için bir şans oldu.
Öte yandan bu yılın programında aşk ve sevgiye dair filmlerin öne çıktığını da gördük. Bu, bize ne anlatıyor?
Belgesel türü, daha çok insanlığın dertleriyle meşgul olduğu, hayatın içindeki dramları işlemeye, yaşanmış acıları, adaletsizlikleri, haksızlıkları ele almaya teşne olduğu için seyircinin içini ısıtan, iyi hissettiren belgesellere rastlamak çok kolay değil. Hele dünyanın her alanda krizden krize koştuğu, geleceğin hayli karanlık gözüktüğü böyle bir dönemde bu daha da böyle.
Öte yandan böyle olması, insanların tutkulu aşklar yaşamasına, gülüp eğlenmesine engel değil. Belgeselciler az da olsa böyle hikayeler buluyor, onları filmlerine konu ediyor. Programı hazırlarken böyle bir filme rastladığımızda inci bulmuş gibi hissediyoruz. Bu sene şansımıza sevgi, aşk, gençlik üzerine epey belgesel çıktı karşımıza. Bence bu bir tesadüf değil, her şeye rağmen aşkın ve hayatın direndiğinin, bu tür hikayelere ihtiyaç duyduğumuzun göstergesi.
Peki Türkiye, yurtdışındaki belgesel festivallerinin ilgisini çekiyor mu? Önceki yıllara kıyasla uluslararası festivallere katılım açısından nasıl bir trafik var?
Her şeye rağmen her sene Türkiye’den bir-iki film dünya festivallerini dolaşıyor. Üretilen film sayısına göre bu hayli az bir rakam ama yine de “her şeye rağmen” başarı sayılır.
Birincisi yapım standartlarının düşük olması uluslararası festivallerin kapılarını onlara baştan kapatıyor. İkincisi bu alanda büyük bir rekabet var, belgesel festivallerine yüzlerce değil, binlerce film başvuruyor. Dolayısıyla dünyayı dolaşabilen filmler, genellikle arkalarında sağlam bir dağıtım şirketi olan veya ülkelerin sinema kurumları tarafından promote edilenler oluyor. Türkiye aşırı çalkantılı bir coğrafya olarak çok merak edilen bir ülke aslında, festivaller zaman zaman buradan film almak ister ve bizi bulur, biz de gösterdiklerimizden bazılarını tavsiye ederiz. Bu işi normalde bakanlığa bağlı bir birimin, Sinema Genel Müdürlüğü’nün falan yapması lazım. Yerli belgeselleri tanıtmasını geçelim, şöyle bir istatistik çıkarmak ilginç olurdu: Son dönemde Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan destek almış belgesellerden herhangi biri ülke sınırları dışına çıkıp herhangi bir festivalde Türkiye’yi temsil etmiş midir acaba?
Yeri gelmişken, geçen sene festivalleri en çok dolaşan yerli belgeselin henüz Türkiye’de hiç gösterilemediğini hatırlatalım.
Bir de tabii ağır cezada yargılanan belgeseller -ki Nu Jin belgeselinin yönetmenine ve hapis cezası verildi, Bakur davası ise devam ediyor – Oktay İnce gibi arşivine el konulanlar, tehdit edilen, hedef gösterilenler var. Siz olan bitene dair nasıl bir eylemlilik önerirsiniz, örgütlülük konusunda eksik olan, hayata geçirilmesi gerekenler neler sizce?
En son örneğini Gitmek‘te gördüğümüz üzere, özgür sinemaya karşı yürütülen sistemli bir saldırı var ve devlet bunu kendi hukukuna uydurma gereği bile duymuyor. Elbette yasal düzlemde, o davalara konu olan filmler ve yaratıcılarıyla dayanışmak en öncelikli konu olmalı. Ama keyfiyetin hüküm sürdüğü bir ortamda yürütülecek hukuki mücadele bir yere kadar etkili olur.
Asıl hiçbir yasal gerekçe bile olmadan, henüz kimsenin izlemediği bir filmi “içeriğinde terör propagandası yapılabileceği” ihtimaliyle yasaklayan zihniyeti bizim sinemacılar olarak “yasaklamaya” çalışmamız lazım. Demek istediğim sinemacıların, yetkisini bu şekilde kullanmayı aklına getirecek yetkililerin bu rahatlığını elinden alması, böyle bir mantıksızlığa isyan ederek onları en azından mantığın sınırları içinde hareket etmeye zorlaması mümkün. Sivil itaatsizlikle, ses çıkararak, sansürcüyü teşhir ederek benzer keyfi kararlar almasını zorlaştırmak mümkün. Bir terör örgütü tarafından bedenleri paramparça edilmiş gencecik insanları anmak için yapılmış bir filmin “terör propagandası” yapabileceğine inanan varsa neme lazım deyip sessizliğini korusun, ama geri kalanlar mesela ellerindeki bütün imkanları kullanarak bu filmin her yerde gösterilmesine ön ayak olabilir ve bu sansür silahının ters tepmesini sağlayabilir. Doğrusu yasaklara karşı bu tür doğrudan eylemler dışında etkili bir formül gelmiyor aklıma.