ONUR YILDIRIM
Disiplinlerarası sanat çalışmalarını, sokakta aracısız olarak insanlarla buluşturmak amacıyla, 2009 yılında kurulan Sokak Sanatçıları Derneği’nin temelleri 2004 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde Sokak Sanatçıları Kulübü ile atıldı.
Türkiye’de sokak sanatı üzerine kurulan ilk dernek olma özelliğini de taşıyan Sokak Sanatçıları Derneği, Aylan Bebek için besteledikleri Çocuk Medceziri, Gezi eylemleri sırasında öldürülen Berkin Elvan için besteledikleri Umudun Adı ve Almaya Geldik Dostlar, referandum için hazırladıkları 1 Hayır Yeter şarkılarıyla da biliniyor.
Toplumsallığı ön planda tutarak sanatsal faaliyetlerin galeri ya da konser salonlarına sıkıştırılmasına ve tekelleştirilmesine karşı, başta sokak olmak üzere tüm kamusal alanlarda sanat yapmanın önemine dikkat çeken derneğin kurucularından Kubilay Mutlu ile hem çalışmalarını hem de Türkiye’nin kültür sanat gündemini konuştuk.
Bir röportajınızda “Hayallerin gerçekle olan bağını kurabilmek için en anlamlı mekânın sokak” olduğunu söylüyorsunuz. Sanatı sokağa taşımaktaki amacınız da bu mu?
Evet, hayallerin gerçekle bağını kurmak istiyoruz. Hayallerin gerçekle olan bağını kurmak sadece sokak sanatı ile uğraşan insanlar için bir yol değil elbette. Bir şeylere dokunmak isteyen, değiştirmek isteyen herkes için önemli bir olgu. Aslında şöyle de diyebiliriz; hayalleri bir bakıma sokakta sınamak dediğimiz şey, hem öğreneceğimiz hem öğreteceğimiz diyalektik bir zemin.
Belediyeler sokak sanatçılarına Kabahatler Kanunu’na aykırı davrandığı gerekçesiyle para cezası kesiyor ve müzik aletlerine el koyuyor. Bu ve bunun gibi engellemelerle nasıl mücadele ediyorsunuz dernek olarak?
Şu an için örgütlü bir çalışmamız yok ama kendiliğinden gelişen mücadele pratiklerimiz var. Bu sene için önümüze koyduğumuz hedefler var. İlk olarak bir hukuk bürosu oluşturmayı hedefliyoruz.
Zabıtanın yazdığı bir ceza ya da uyguladığı baskılara karşı İzmirli sanatçılar olarak protestolar düzenledik. Çoğu zaman cezaları geri aldırmayı başardık. Belediye görevlisinin bir sanatçıya kabahat cezası kesmesi aslında o belediyenin kabahati, bunu kendileri de biliyor. Zabıtalar absürt uygulamalar da yaptılar, pantomimci bir arkadaşımıza gürültü cezası kestiler. Böyle bir olayın hiçbir mizah dergisinde manşetten aşağı yer bulabileceğini düşünmüyorum. Anayasanın iki maddesi çok açık bir şekilde devletin sanatı desteklemesi gerektiği, önünü açması gerektiğini söyleyen ibarelerle dolu. Dolayısıyla bizim en geri/meşru çizgimiz burası.
Sokakta sanat yapmak, kamusal alanı yeniden inşa etmenin de bir aracı. Hak kazanıma dair çok güzel bir örneğimiz var: İzmir’de bisikletle metroya girmenin yasak olduğu dönemde, bu yasağın kalkması için bisiklet gruplarıyla birlikte eylem yapmıştık. Kırmızı bir bisiklet ve uyarladığımız şarkıyla her metro istasyonunda müzik yaptık. Bir hafta sonra sonuç aldık. Sokak dediğimiz şey kamuyu yeniden tarif etmek; aslında kendim için istediğim özgürlüğü, kamu için istiyorum demek. Biz sokağı boş bırakırsak oraları özel şirketler kullanacak, çünkü hayat boşluk tanımıyor. mesela Kültürpark da bu alanlardan biri. Biz orada ısrarla kültür sanat faaliyeti yapan ekiplerdeniz. Kamusal bir alanda etkinlik yapıyorsan, insanlardan pozitif etkileşim alıyorsan, orada olduğun sürece sistem o mecrayı ticari bir alana çeviremiyor. Bir nevi kamusal alan savunması da yapıyoruz.
Bugün sokak sanatı bize ne anlatıyor? Tepkisel, “korsan-gerilla” işler neden yapılmıyor? Bu tür zamanlarda ortaya çıkmaz mı protestolar?
Türkiye’de sokak sanatı henüz bir şey anlatmaktan ziyade, sokağı anlamaya çalışan insanlardan oluşuyor. Sokak dediğimiz yer insanların yüz yüze temas ettiği bir yer olsa da teknolojinin gelişmesi ile insanlar artık dünyanın sokaklarını da takip edebiliyor. New York sokaklarındaki bir insan Berlin sokaklarında ne olduğunu biliyor. Bu sanal toplumsallık hem işleri kolaylaştırıyor hem de meşruluğu artırıyor. Sokakta sanat yapmanın bir dilencilik olmadığı üzerinden ciddi bir paradigma değişiminin önünü açıyor. Bugün birçok zeminde kendisine alan açmak isteyen sokak sanatçıları var.
Protest işlere gelince, toplumsal muhalefetin yükseldiği dönemlerde acaba kültür sanat faaliyetleri de aynı paralellikte artıyor mu diye sormak lazım. 1980 öncesi yükselen muhalefet, sol eğilimli sanatın da önünü açmıştı. Aralarında kuşkusuz diyalektik bir ilişki var. Fakat çok da aynı hizada, aynı paralellikte seyrettiğini söyleyemeyiz. Gezi süreci bunun en tipik örneklerinden biri. Ama Gezi bu tarz “gerilla” faaliyetlerle “gazın” boşaltıldığı bir alana da dönüşmüş oldu. Gezi’de kültürel muhalefet, politik muhalefetten daha ilerideydi. Bir muhalefet dalgasıyla kültür sanat faaliyetleri arasında doğrudan paralellik kurmayı yanlış bir kategorilendirme olarak görüyorum. Kültür sanat faaliyetleri her zaman için politik olandan önce geliyor. Sanatın en önemli misyonu soru işareti bırakmaktır. Cevap üretecek olan insanlar, siyasi politik öznelerdir. Bunu sanatçılardan beklemek; sanatı gereksiz yere zorlamak, aynı zamanda işlerini yapmalarının önünde bir engel oluşturmak demektir.
Öte yandan sokak, her zaman için sansürü ve baskıyı aşmak için bir alternatif. Belediye veya özel sektörden sponsor desteği almıyorsan, kendi özgür iradenle sokaktaysan kararlarını “özgürce” verebilme şansın oluyor.
Kapitalist ilişkiler alanının kuşattığı bir ortamda her şeyden bağımsız, özgür bir sanat mümkün değil elbette. Yine de hayal kurduran aşama, sokak sanatı olacak. Feodalizmin hüküm sürdüğü zamanlardaki karnavalları, Bahtinvari sokak şenliklerini düşündüğümüzde, soytarı kılığında dahi olsa, kralı eleştirmenin temel yolları olduğunu görüyoruz. Sokak sanatı özgürlük alanını geri kazanma şansına sahip olduğumuz mecralardan biri.
İktidarın kültür ve sanat alanında uyguladığı yasakçı politikaların yansımalarına dair neler gözlemliyorsunuz?
Kültür sanat alanında ciddi bir daralma söz konusu ama genel olarak ifade özgürlüğüne dair ciddi ihlaller var. Bence sansür, baskı ve yasaklamalar sanatçıları, toplumu etkilediğinden daha az etkiliyor. En azından sansür ve baskı ortamını yırtmak isteyen insanlar, sanatın görece korunaklı ortamından faydalanarak özgürlük alanını genişletmeyi deneyebiliyorlar. Öte yandan bu baskı ortamı sanatçıların kendilerini sınırlandırıp otosansür uygulamalarına da neden oluyor. Bence bu gizli sansür gibi oluyor. Bazen de çok açık otosansür uygulanıyor; söylemiyorsun, yazmıyorsun, röportajını geri alıyorsun. “Öyle demek istemedim, şöyle demek istedim” ile başlıyor cümleler.
Sanatçıların otosansür uyguladıklarını gözlemlediğimiz zamanlar hep vardı. Yılmaz Güney’in Cannes Film Festivali’ndeki konuşması ile Türkiye’deki herhangi bir röportajını kıyaslayınca aradaki farkı görebilirsiniz. Ama elbette Yılmaz Güney aynı Yılmaz Güney’dir. Biz de repertuarımızdaki eserleri hiç sakınmıyoruz dersem eksik olur. Mekâna göre bazı repertuarları geriye ittiğimiz, öncesinde bir iki “tatlı su” gösterisi serpiştirdiğimiz durumlar oluyor. Bunu da sanatçıların sahne stratejisi belirliyor. Mekân ve toplumsal bağlamlar insanların söyleminin ne kadar özgür olabileceğiyle ilgili sınırları belirleyebiliyor.
Öte yandan belli coğrafyalarda bazı şeyleri söyleyebilmek halen çok değerli. Sokak bu yüzden önemli. Biz sokakta kendi toplumsal bağlamımızı yarattığımız andan itibaren bizi dinleyen 20 kişiyle beraber oradaki özgürlük alanını genişletiyoruz. Ülkenin yasalarından bağımsız bir özgürlük alanı kuruluyor bir saatliğine de olsa, o bir saatte her şeyi söylemek özgür oluyor.
Sansürle mücadele etmek, sansüre karşı örgütlenmek konusunda neler yapılabilir sizce? Bu anlamda zayıflıklarımız neler?
Sansüre uğrayanlar, uğradığını düşünenler şanslı insanlar. Sansüre uğradığının farkında, bunu biliyor. Sansürün bilincinde olan insanların bunu her platformda teşhir etmesi gerekiyor. Belki sansürün ifade edilmesi, görünmez baskıların görünür kılınmasıyla yapabileceklerimiz de netleşecek. Bunun için farkındalık meselesini hep taze tutmak gerekli. Bunun kesintisiz bir mücadele olduğunun farkında olmak gerekiyor.
Şanssız bir kesim de var elbette, onlar sansüre uğradığının farkında bile değil. Bir de en tehlikelisi olarak gördüğüm, sürekli otosansür uygulayarak, yaşadığının farkında olamayan bir kesim var. “Akademisyenim her türlü ‘bilimsel çalışmamı’ yapıyorum, niye üzerime vazife olmayan şeylere karışayım ki” gibi bir yaklaşımla alanını kaybetmek istemiyor örneğin. Ya da “Festivallere katılabiliyorum sosyal medyada her konuda yazmaya ne gerek var, zaten yapmak istediklerimi yapıyorum” diyor bir sanatçı. Kendi mevcut alanını özgürlük sınırı olarak tarif edip onun dışına çıkmamaya çalışan, kendi sınırları dışında yaşananlara kayıtsız kalan insanlar var.