ALİCAN ACANERLER
Yaz aylarında devam eden orman yangınları sırasında sosyal medyada #HelpTurkey etiketiyle paylaşımlar yapılması üzerine hem iktidar partisi kanadı hem de medya uzun süre “yalan haber ve yardım kampanyalarının devleti zayıf göstermek için” yapıldığını savunarak, dezenformasyonu ve yanlış bilgi sorununu “yalan terörü” ve “iftira” kavramları ile tartıştı.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da “Meclisin açılmasıyla birlikte Avrupa’dakine benzer bir sosyal medya düzenlemesini süratle gündeme getirerek bu alandaki kirliliğin de önüne geçmekte kararlıyız” demesiyle, yine, yeni bir sosyal medya yasası herkesin gündemine girmiş oldu.
Basına yansıyan haberlere göre hükümet yetkililerinin yaptığı açıklamalardan anlaşıldığı kadarıyla yeni yasa teklifiyle sosyal medya platformları üzerinden “dezenformasyon ve yalan haber” yapan ve yayanlarla ilgili yeni bir cezai yaptırım getirileceği ve bu yeni suç kapsamında beş yıla kadar hapis cezası öngörüldüğü belirtiliyor.
SOSYAL MEDYAYA DÜZENLEME “ÖZGÜRLÜK” GETİRİR Mİ?
Uzmanlar yeni düzenlemenin de öncekiler gibi bir sansür aracına dönüşmesinden endişeliler. Yalanın, yanlış bilginin ve dezenformasyonun tanımlarının konunun uzmanları tarafından bile tam yapılamadığı, daha da önemlisi yalanın “kime göre yalan” olduğunun dahi belli olmadığını belirtmek gerek. Bu yüzden düzenlemenin pek çok soruyu ve sorunu da beraberinde getireceği aşikar. Kaldı ki daha önceki yasa değişiklikleri de benzer tartışmalara kapı aralamıştı.
Türkiye’de internet ortamını düzenleyen ve 2007’den beri var olan yasa birçok kez değişikliğe uğradı. Değişikliklerin ardından, yasanın uygulanmasına kısıtlayıcı, zorlayıcı ve baskıcı uygulamalar eşlik etti. Sosyal medyaya yönelik her düzenlemeye haklı bir sebep bulmaya çalışan iktidar, kimi zaman bir mecradaki içeriğin ulusal değerlerle çatışmasını (YouTube’a yönelik erişim engeli), kimi zaman da kapsamı bulanık “kişilik hakları”nın ihlal edilmesini (unutulma hakkı tartışmalarını hatırlatalım) öne sürdü.
Bunu yaparken de yurttaşları, diğer ülkelerdeki benzer yasal düzenlemeleri örnek göstererek kısıtlayıcı mekanizmaların gerekliliğine inandırmaya çalıştı. Ancak yapılan araştırmalar bizlere, sosyal medyaya yönelik düzenlemelerin her seferinde düşünce ve ifade özgürlüğüne yönelik bir müdahaleye dönüştüğünü gösteriyor.
Geçtiğimiz yıl temmuz ayında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) kabul edilen ve 1 Ekim 2020 itibarıyla tüm maddeleri yürürlüğe giren 5651 sayılı internet kanununda yapılan değişiklik ile sosyal ağ sağlayıcılarına, Türkiye’de temsilcilik açma ve içerik çıkarma başvurularına 48 saat içerisinde cevap verme gibi birtakım yükümlülükler verilmiş, idari para cezalarının miktarı artırılmıştı. Söz konusu yasa değişikliği gündeme geldiğinde de tartışmalar kişilik haklarının korunacağı, Avrupa’dakine benzer uygulamalara ihtiyacımız olduğu etrafında şekilleniyor, güvenli internet nidaları atılıyordu.
Medya Araştırmaları Derneği (MEDAR), geçen sene yürürlüğe giren yasanın medya üzerindeki etkilerini izlediği, “Sosyal Medya Yasası’nın Basın Özgürlüğü Üzerine Etkileri İzleme Araştırmasını” geçen ay yayımladı.
MEDAR’ın araştırması yürürlükteki yasanın basın özgürlüğüne olan etkisini ortaya koyuyor. Yasanın uygulanmasından en çok etkilenen haber platformları, yıl içerisinde pek çok kez kamu görevlilerinden gelen içerik kaldırma talepleri ile mücadele etmişler. MEDAR ekibine hem araştırmalarının kapsamına dair hem de şu an tartışılan “yepyeni” yasa teklifine dair sorularımızı dernekten Gürkan Özturan’a, Dilek İçten’e ve Hasan Berk Akkoç’a yönelttik.
Yasa Temmuz 2020’de çıkmadan önce de MEDAR olarak konuyu takip ediyordunuz. Raporu ortaya çıkarma fikrinin nasıl ortaya çıktığını anlatarak başlamak ister misiniz?
Gürkan Özturan: İnternet ortamındaki faaliyetleri düzenleme iddiasıyla başlayıp aslen sansür, gözetim ve fişlemenin önünü açan, 2007 yılından bu yana sıklıkla güncellenen 5651 sayılı kanuna 2020 yılında getirilen yeni güncelleme, pandemi gündemiyle örtüşmüştü. İlk adımları da aslında pandemi nedeniyle olumsuz etkilenen yurttaşlara ekonomik destek sağlama adına oluşturulan paketin içine iliştirilmişti. Toplum üzerinde gözetim baskısını artırmaya dair yıllardır gizlenmeyen hayalleri bir nebze daha gerçekleşebilir kılan bu yasa bir bakıma beklenmedik bir şey değildi. Ancak, Türkiye’de içeriğe erişimi engelleme uygulamaları neticesinde yüzbinlerce siteye erişim engellenirken, köşe başındaki çocuklar bile VPN, Proxy, DNS ayarları gibi kelimeleri öğrenirken, gözetim ve baskıya yepyeni bir yöntem de eklendi: “içerik kaldırma.”
İktidar ittifakı alelacele komisyon ve meclis süreçlerini tamamladıkları yasa yapım sürecinde, kanun teklifini desteklemek için yaptıkları konuşmalarda bu yasanın aslında “güvenliği” sağlamak amacıyla suç kapsamına giren çevrimiçi davranışları hedef alacağı, sansür getirmeyeceğini olağan şekilde dile getirmiş, önceki yıllardaki kötü uygulamaları daha da derinleştireceğinin sinyallerini vermişti.
Yasa yapım sürecinde biz yurttaşlar karanlıkta bırakıldığımız için aslında nasıl bir hazırlık aşaması olduğunu maalesef göremedik. İnternet gibi çok paydaşlık ilkesi temelinde işleyen bir yapıyı, tek taraflı bir dayatma kanunu yoluyla şekillendirmeye çalışan iktidar ittifakının hükümete yakın medyaya verdikleri kulis bilgileri üzerinden edindiğimiz haberler ışığında yasa kapsamını olabildiğince değerlendirmeye, bu alanda yapılacak kötü bir kanunun doğurabileceği vahim sonuçlara dikkat çekmeye çalıştık. MEDAR olarak böyle bir araştırmayı yapmak aslında tam olarak bu değerlendirmeleri yaparken aklımıza geldi.
Raporu hazırlama sürecinden bahsedebilir misiniz? Verileri izlerken veri setine giren mecralara ulaşma fikri nasıl ortaya çıktı?
GÖ: Getirilen yasada içerik kaldırma emri uygulaması düzenlemeye alınıyor ve ucu açık bırakılarak rastgele sansür uygulamalarına neden olabilecek tehlikeli bir ortam yaratılıyordu. MEDAR, yasa meclisten yeni geçtiğinde, yasanın ilgili maddelerine ithafla bazı hukuk bürolarının müvekkilleriyle, ilgili içeriklerin kaldırılmaları için haber merkezleriyle iletişime geçmişti. Bu talepler yasanın onaylanarak yürürlüğe girmesinden sonra katlanarak artacağa benziyordu. Bu nedenle hızla bir izleme faaliyeti tasarlayarak, haber merkezlerine bir ricada bulunduk. Kendilerine gelen içerik kaldırma emirlerine dair verileri bizlerle düzenli bir biçimde paylaşmalarını talep ettik ve yedi aylık izleme sürecinin sonunda en az 658 haberin yayından kaldırılması için içerik kaldırma emirlerine tabi tutulduğunu gördük. Bu aynı zamanda günde üç haberden fazlası demek…
TÜRKİYE’DE YASALARIN SIKLIKLA DEĞİNDİĞİ ANCAK FAZLASIYLA MUĞLAK OLAN BİR “KİŞİLİK HAKLARI İHLALİ” MESELESİ VAR VE TAM KAPSAMINI KİMSE BİLMİYOR”
Yasa geçtikten sonra biz de Susma Platformu olarak daha ilk haftadan yasanın etkisini hissetmeye başlamıştık. Erişim Sağlayıcıları Birliği, farklı konulara dair birçok haberimizi ivedilikle kaldırmamız talebiyle bizlere mail yoluyla karar dosyaları iletti. Burada rapora giren içerik kaldırma talepleri içerisinde hangi konularda gözle görülür artış var? Sizi şaşırtan başlıklar oldu mu?
Hasan Berk Akkoç: Araştırmaya başlamadan önce karşımıza ne tür haberlerin çıkacağına dair kabataslak bir tahminimiz vardı. Kaldırılan haberleri incelediğimizde ne yazık ki bu tahminin üç aşağı beş yukarı doğru olduğunu tespit ettik. Geçtiğimiz yıllarda yaşanan sayısız yolsuzluk, usulsüzlük, görevi kötüye kullanma, cezasızlık, kayırma ve sair olaylarını görmekten mütevellit, memleketimizde yaşanan olaylara “bu kadar da olmaz” deme eşiğini çok yukarı çekmiştik. Bu yüzden kaldırılan haberleri görünce çok şaşırmadığımızı söylemem gerekiyor.
Dilek İçten: Kaldırılma kararlarını incelemeye başladığımızda özellikle kamu görevlileri hakkında “yolsuzluk ve usulsüzlük” ile “görevi kötüye kullanma” içerikli haberlerin ön plana çıktığını gördük. Medya sektöründe hem içerik üreticisi hem de araştırmacı olarak uzun süredir görev alan insanlar olarak bu konularda uygulanan sansürün zaten farkındaydık, bu yüzden şaşırmadık. Ancak, araştırmanın dikkat çeken bulgularından biri; kaldırılması istenen bazı haberlerdeki vakaların “yolsuzluk ve usulsüzlük” ile “görevi kötüye kullanma” temalarının yanında “taciz” ve “çevre tahribatı” temalarını da içermesi idi. Bu tarz vaka haberlerinin genellikle kamu görevlilerinin yanı sıra iş insanları ve özel şirketleri de içerdiğini tespit ettik. Kamu kuruluşları ve özel sektör arasındaki sermaye ve çıkar ilişkisini, kaldırılan haber içerikleri üzerinden gözlemlemek ve bu trendi somut veriler üzerinden açıklama olanağı yakalamak bizi şaşırtan bir sonuçtu.
Anadolu Ajansı’nın 2020’de değişen maddelere ilişkin “unutulma hakkı kullanılacak” yorumunu yaptığını hatırlayabiliriz. Unutulma hakkı, başka ülkelerde de bulunuyor. Sizce böylesi bir hak gerekli mi, bu hakkın kullanımı hangi durumlarda geçerli olmalı ya da geçerli olmalı mı? Unutulma hakkı Türkiye’deki yasanın son halinde oldukça muğlak kişilik hakları gerekçesi çatısı altına giriyor. Bu bağlamda “kişilik hakları ihlali” tam olarak nedir sorusunu sormak iyi olacak.
GÖ: “Unutulma hakkı” ilk olarak; İspanya’da batmış bir esnafın kendisinin iş yapış şekline değinen olumsuz haberlerin arama motorlarının sonuçlarından kaldırılması için yaptığı talep nihai olarak olumlu karşılanıp standart uygulamaya dönüştüğünde ortaya çıkmıştı. Yani sıradan bir yurttaşın kendi geçmişine dair hatırlanmasını dilemediği içeriğin güncel aramalar arasında görünmemesi için yapmış olduğu bir başvuru sonucu ortaya çıktı. Ancak Türkiye’de kabul edildiği ve uygulandığı haline baktığımızda, kamuya mal olmuş kişilerin (siyasiler, iş insanları, bürokratların) kullandığı ve genellikle kamuoyunu ilgilendiren içeriklere yönelik bir sansür aracı olduğunu görmek mümkün.
Ayrıca Türkiye’deki yasaların sıklıkla değindiği ancak fazlasıyla muğlak olan bir “kişilik hakları ihlali” meselesi var ve bunun tam kapsamını sanırım kimse bilmiyor. Yetkin konumdaki bir kişi, herhangi bir içeriğe yönelik olarak “ben bundan alındım, bu nedenle kaldırılsın” diyebiliyor ve ithafta bulunduğu gerekçe “kişilik hakları ihlali” olarak kodlanıyor. Bu şekilde uygulandığında sıradan bir yurttaşın günlük yaşamını idame ettirmekte zorluklarla karşılaşmamasını sağlamaktan öte, adeta toplumun bilgiye erişim, haber alma hakkı ve basının da görevini yerine getirerek topluma haber verme hakkını ihlal eder bir niteliğe bürünüyor. Bu nedenle bugün hala hafızalarda yer edindiği haliyle hatırlanan konular, arşivlerde yer almayacak ve yıllar sonra bulunamayacak. Bunun en büyük tehlikesi, toplumların hafızasını yok ederek gelecekte aynı hataların tekrar tekrar yapılmasına neden olabileceğidir.
Raporda kaldırma kararlarını ileten kurum/kişileri ve kaldırma kararı iletilen platformları sınıflandırıyorsunuz. “Arkadan dolanan” platformlara da rastladınız mı? Örneğin “bize kaldırma kararı iletildi, şunu yaptık, fakat içeriği sitemizden silmedik” diyenlerle karşılaştınız mı? Yasayı ihlal etmemek için yapılabilecekler neler özetle?
HBA: Evet karşılaştık, hatta bazı yayın organlarının kararlara neredeyse hiç riayet etmediğini gördük. “Kurumları bu konuda uyarsak mı acaba” diye konuşmuşluğumuz bile oldu. Zira yasanın cezai müeyyidesi çok ağır ve zaten zar zor ayakta kalmaya çalışan yayın organlarının uzun vadede hayatta kalmasını zorlaştırabilir. Bununla birlikte yasayı ihlal etmemek için yapılan temel hamlenin, haberin yasaklandığına dair yeni bir haber yapıp bu haberin de yasaklanmasını beklemek ve bu sayede olayın kamuoyunda gündemde kalması için çabalamak olduğunu söyleyebilirim.
Dİ: Açıkçası araştırma sırasında gözlemlediğimiz şey dijital medyada aktif içerik üreten pek çok medya kurumu ve içerik üreticisinin yasa ve getirdiği yaptırımlarla ilgili farkındalığının oldukça düşük olmasıydı. Yasa yeni uygulamaya konulduğu ve gönderilen kaldırma kararları kurumlara henüz ulaşmaya başladığı için, bu kararların kurumlar üzerinde yaratabileceği yaptırımlar (içerik engelleme, süresiz kapatma, para ve hapis cezası vb.) hakkındaki bilgi seviyesi de oldukça kısıtlı. Bu bakımdan dijital medya organizasyonları ve içerik üreticilerinin yasanın uygulanma biçimi ile getirdiği yaptırımlara dair bilgilendirilmesi ve bu yaptırımlara karşı kolektif bir sektör dayanışması oluşturulması hayati önem taşıyor. Böyle bir dayanışmanın getireceği en büyük avantaj bir kurumun ürettiği haber içeriğine gelen kaldırma kararından diğer kurumların da haberdar olması ve içeriğin yaygınlaştırılmasının henüz kararın iletilmediği kurumlar tarafından sağlanması olacaktır.
Türkiye’de internetteki içeriklerin düzenlenmesine dair bir yasa 2007’den beri var ve bu yasa zaman içerisinde bir dizi değişikliğe uğradı. 2020’deki düzenleme bazılarına göre büyük teknoloji şirketlerinin dijital içerikler ile ilgili kürasyonunun sorunsallaştırılması yönündeki küresel trendin Türkiye konjonktürüne bir yansıması iken, kimine göre ise çevrim içi özgürlüklere indirilen keskin bir kılıç darbesiydi. Araştırma sonucunda sizin görüşünüz ne yönde oldu?
GÖ: Freedom House’un her yıl yayımladığı “İnternette Özgürlükler Raporu”nun 2021 başlığı “Büyük Teknoloji Şirketlerini Kontrol Etmede Küresel Dürtü” oldu. Bu açıdan baktığımızda, küresel dijital mecraların yalnızca Türkiye’de değil aynı zamanda dünyanın birçok yerinde farklı düzenlemelerle baskı altına alınmaya çalışıldığını görmek mümkün. Ancak Türkiye’deki iktidarın örnek olarak gösterdiği yurtdışındaki uygulamalar her zaman meseleyi doğru yansıtmayabiliyor. Mesela iktidar ittifakı Almanya’daki kanuna sıklıkla ithaf yaparken, oradaki kanunun -her ne kadar ideal olmasa da- dezavantajlı kesimleri internet ortamında korumaya yönelik olarak ortaya çıktığını; oradaki kanunlar kapsamında beş yılda yalnızca birkaç içeriğin kaldırıldığını; bununla birlikte Türkiye’deki kanun kapsamında yüzbinlerce siteye erişim engeli getirildiğini ve binlerce içeriğin de kaldırıldığını; düzenlemeler aracılığıyla yayınlanmamış dizilerin senaryolarına ahlakçı bir bakış açısıyla müdahale edildiğini söylemekten imtina ediyor…
Türkiye’deki kanunların yapım aşamasında internet özgürlükleri anlamında iyi örnekler asla gösterilmeyip, nerede bir kötü uygulama varsa “bakın orada da var, biz neden yapmayalım” şeklinde bir gerekçe sunuluyor. Peki ben yurttaş olarak neden kötü örneği kendime bir hedef olarak kabul edip, sansür ve kısıtlamaya rıza göstereyim ki? Araştırmamızın sonucunda da bir defa daha gördüğümüz üzere, iddia edildiği gibi sıradan yurttaşların internetteki itibarlarını korumaktan ziyade, iktidar çevrelerinin kendilerini rahatsız eden haberleri ve içerikleri dijital hafızalardan silmek adına ve “kişilik hakları ihlali” gibi muğlak bir gerekçeye dayanarak uygulanan bir kanun oldu Türkiye’deki.
“SOSYAL MEDYA YASASINDA ALTI ÇİZİLMESİ GEREKEN NOKTA; KURULAN MEKANİZMANIN DENETİM DEĞİL KONTROL VE BASKI MEKANİZMASI ŞEKLİNDE UYGULANMASI”
Geçen sene iktidar kanadının yasa değişikliğini, “internette daha güvenli hissetmek” amacıyla yapılacağı şeklinde lanse edildiğini anımsayabiliriz. İnternette kendimizi daha güvende, özgür ve iyi hissetmek için böylesi yasalara gerek var mı? Çözüm tepeden inme mekanizmalar mı?
Dİ: Dijital medya platformları artık günlük yaşamımızın büyük bir parçasını oluşturuyor. Her konuda temel bilgi kaynağımız haline gelmiş olmalarının yanı sıra günlük iletişimimizin de büyük çoğunluğunu bu platformlar üzerinden yürütüyoruz. Dolayısıyla internette güvenli ve özgür hissetmek, bu platformlar üzerinden maruz kalınabilecek tehditlere karşı alınacak önlemler ve özellikle veri güvenliği ile temel kişisel hakların korunması açısından oldukça önemli.
Ancak, “interneti daha güvenli kılmak” gerekçesiyle oluşturulan bu yasanın oluşturulma sebebinin tam tersi bir amaçla özgür iletişim, doğru bilgiye erişim, haber alma ve verme özgürlüğünün kısıtlanması için araçsallaştırıldığını görüyoruz. Bu bakımdan sosyal medya yasasını değerlendirirken altı çizilmesi gereken nokta yasanın kurduğu mekanizmanın bir denetim mekanizması değil bir kontrol ve baskı mekanizması şeklinde uygulanması.
Tabii ki bu uygulamada yasanın tepeden inme bir biçimde olmasında, yasanın dijital iletişim alanında faaliyet gösteren medya içerik üreticileri, medya organizasyonları, sosyal medya platform temsilcileri, sivil toplum kuruluşları ve alandaki uzmanlar gibi dijital medyanın dinamiklerine hakim aktörlere danışılmadan oluşturulması büyük rol oynuyor. Bu sebeple, oluşturulan yasa sosyal medya ve dijital iletişim platformlarının internet güvenliği açısından eksik kaldığı yönlere çözüm getirmekten çok bu platformların en büyük avantajı olan açık ve özgür veri kaynağı olma vasfını zedeliyor. Rapordaki politika önerileri kısmında da belirttiğimiz üzere çözüm, baskı ve kontrol yetkisi doğuran yasal düzenlemeler yaparak değil, dijital medyaya dair tüm bileşenleri ve bu bileşenlerin çıkarlarını temsil eden kurul veya komisyonlar oluşturarak yaratılacak bağımsız bir denetim mekanizması kurularak sağlanabilir.
Bir yandan da bu ay içerisinde TBMM gündemine girmesi beklenen ve medyaya yansıyan bilgiler doğrultusunda üzerinde uzlaşıldığı aşikâr olan yeni bir sosyal medya yasası ile karşı karşıyayız. Bu sefer de tartışma odağı “dezenformasyon” olmuş durumda. Bu tartışmalar sanki 2020’de başlanılan (hatta belki 2014) bir işin bitirilmek istenmesi gibi algılanabiliyor. Bir devlet görevlisi, hakkında yayılan bilgiler için kişilik haklarını zedelediği düşüncesi ile bu bilgilerin internet ortamından silinmesini isteyebilirken, şimdi de bu konunun “kuru iftira” olduğunu belirtip buna karşı başka bir mekanizmayı işletebilecek gibi. Yeni gelecek yasa değişikliği hakkında siz neler düşünüyorsunuz?
GÖ: Geçtiğimiz yıl alelacele önce komisyon, ardından da meclisten geçirilen sosyal medya düzenlemesinde olduğu gibi, yine toplumun çok büyük bir kısmı karanlıkta bırakılarak bu yasa yapım sürecine dahil edilmiyor. Geçen yılki yasada, yasa teklifini veren kişilerin bile yasanın sakıncalarına dair kapsamlı bir fikri yoktu ve maalesef tepeden inme süreçlerle geliştirilen bu yasa yapım süreçleri bana kalırsa yine fazlasıyla sorunu beraberinde getirecek.
Bu kapalılığın en büyük yansıması ise meclisin işlevsizleştirilip toplumun aslında tebaa olarak muamele görmesi ve bu sürece alıştırılması oluyor. Toplumsal tartışma kültürünün hiçe sayıldığı, demokratik işleyişin sekteye uğratıldığı bir süreç bu. Yeterli tartışmalar yapılmadan tepeden inme halde hazırlanıp alelacele oylamaya sunulan kanun tasarıları önceki birçok kararda da görüldüğü üzere birçok sorunu beraberinde getiriyor. Kararname ile yanlışlıkla üniversite kurup, Resmi Gazete’de yayımlandıktan sonra yine başka bir kararname ile kapatıldığı bir sistemden bahsediyoruz.
Şu an iktidar, geleceğe dair yenilikçi yaklaşımlarla kalkınmanın önünü açabilecek bir düzlemi, tartışmanın olmadığı bu noktada, bir zümrenin insafına teslim etmiş durumda. Temennimiz araştırmacılar, meslek grupları, sivil toplum gibi çeşitli paydaşların yer aldığı açık bir süreç işletilerek yasanın şu an geldiği absürt halden uzaklaşması ve işlevsel bir alana çekilmesi, hatta bu yasayı tamamen tedavülden kaldırarak Dijital Haklar Kanunu şeklinde hak temelli bir düzenlemeye gidilmesidir.
Şu an tartışılan yasanın meclisten geçmesi durumunda, tıpkı 1990’larda önce özel radyoların ardından TV kanallarının hedef alınması gibi, dijital mecralar için bir RTÜK-vari yapı getirilip, iktidarın tam kontrolü altına alınamayan tüm mecralar ve alanlar gibi, dijital mecralar da çoraklaştırılarak işlevsiz hale getirilecek. Bağımsız medyanın da şu an büyük bir sorumluluğu bulunuyor; tıpkı muhalif siyasilerin olduğu gibi, bağımsız medya da okurlarına ve izleyicilerine dijital mecralar üzerinden erişiyor ve bu konuda proaktif bir adım atarak toplumsal tartışmaya öncülük etmeliler. Şu an üzülerek söylüyorum ki her gün yayımlanan içeriğin çok büyük bir kısmı sansürcü ve kısıtlamacı yasaları destekler nitelikte. Bağımsız medya da bu yasa tasarısına dair söylentileri sansür karşıtı ve basın özgürlüğü temelinde ele almadığı takdirde yakın zamanda haber alma hakkımız ve basın özgürlüğünü işleyebilecek bir mecra da kalmayacak.
Son olarak iktidar ve çevresinin “yalan terörü” tamlamasını son aylarda sık sık kullanmasını neye bağlıyorsunuz? Neden tartışmaların odağı sosyal medya da olsa sürekli “yalan” / “hakikat” çerçevesi kullanılıyor olabilir?
HBA: Günümüzde popülist iktidarlar, “hakikatin” ne olduğunu belirleme konusunda hiç olmadığı kadar çok enstrümana sahip ve “hakikatin ne olduğu” da iktidar mahfillerinde imal edilip yaygınlaştırılmaya çalışılıyor. Ayrıca içinden geçtiğimiz zamanın bir alameti farikasının da “hakikatin aşılması” olduğu söylenebilir. Modernist tek doğrunun çözüldüğü ve mikro hakikatlerin yaşanabildiği çağımız; elinde kitle iletişim aygıtlarını kullanma ve gündemi belirleme gücü olan iktidarlara fazlasıyla alan açıyor. Bu sebeple mevcut hegemonik bloğun kısa ya da uzun vadeli çıkarlarını tehdit eden herhangi bir olay kolaylıkla “yalan olmakla” etiketlenip hızlıca hakikat rejiminin söylemsel ülkesinde kriminalize ediliyor ve eğer imkan bulunursa kamusal şekilde imha edilmeye çabalanıyor.