Çözüm sürecinde PKK’nin geri çekilme sürecini ele alan Bakur/Kuzey belgeselinin yönetmenleri Ertuğrul Mavioğlu ve Çayan Demirel hakkında “terör propagandası” yaptıkları gerekçesiyle açılan davanın ilk duruşması Batman 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Susma ekibinin de izlediği davada Ertuğrul Mavioğlu, “Bu ülkede birçok kez filmler sansürlendi, sinema salonları yakıldı. Yapılan suçlamayı kesin olarak reddetmekle kalmıyor, bu suçlamayı bir hakaret olarak kabul ediyorum. Bu filmi izleyen herkes aptal yerine konuyor. Belgesel sinema olgusal gerçeği gösterir. Propaganda ise bazen yalana başvurarak taraftar toplama amacına hizmet eder” derken Çayan Demirel de, “Ben mesleğimi yaptım. Ertuğrul Mavioğlu’un beyanlarına katılıyorum” dedi.
Demirel’in ardından söz alan Avukat Rozerin Seda Kip esas hakkında savunmayı şimdi yapmayacağını belirterek Londra merkezli ifade özgürlüğü kuruluşu Article 19 tarafından hazırlanan uzman görüşünü mahkemeye sundu. Mahkeme, Mavioğlu ve Çayan’ın duruşmalardan vareste tutulma taleplerini kabul ederek bir sonraki duruşmayı 23 Ekim 2018 tarihine erteledi.
Ertuğrul Mavioğlu’nun savunmasının tam metni ise şöyle:
BATMAN 2. AĞIR CEZA MAHKEMESİ BAŞKANLIĞI’NA
Gazetecilik mesleğini sürdürdüğüm 33 yıl boyunca defalarca soruşturmalar ve davalarla karşı karşıya kaldım. Hiç toplama gereği duymadım ama bu davaların sayısı sanırım 20’nin üzerindeydi. Kriminal bir kişiliğim mi var? Hayır elbette. Ne hırsızlık yaptım, ne yankesicilik. Dolandırıcılık, rüşvet, uyuşturucu ise asıl olarak kaymak tabakaların görmezden gelinen suçlarıydı, bizim mahallelere hiç uğramadı.
Hep hakikati savundum ve güç odakları her dönem bundan rahatsız oldu. Bu nedenle kimi zaman komünizm propagandası yapmak ya da komünizmi övmekten, kimi zaman gizliliği ihlalden, kimi zaman devletin manevi şahsiyetini tahkir ve tezyif etmekten, kimi zaman suç olan fiili övmekten, kimi zaman da terörist olmak ya da terör propagandası yapmaktan yargılandım. Tüm bu davalar nasıl mı sonuçlandı? Dosyadaki adli sicil kaydımdan da anlaşılacağı üzere tümü ya düşürüldü ya da beraat ettim.
Neden mi? Yaptığım haberlerde, yazdığım yazılarda güç odaklarını rahatsız ettiğim doğruydu ama zaten bu, gazetecilik mesleğini hakkıyla yapmanın olmazsa olmaz ilk kuralıydı. Başka bir ifadeyle gazetecilik mesleği, üzeri güç odakları tarafından örtülmüş olan hakikati ortaya çıkarmak demekti ve ben hiçbir zaman bu çizgiden uzaklaşmadım. Dolayısıyla gazetecilik yapmak, mesleğini layıkıyla icra etmek suç sayılamazdı.
Yargılandığım süreçlerde bu gerçeği gören mahkemeler, hoşlanılmayan fikirleri, eleştirileri sopayla hizaya getirmenin devleti savunmak değil, aksine yıkmak demek olduğunu da biliyorlardı. Bu nedenle de lehime kararlar verip adaleti uyguladılar. Ama belki de ben çok şanslıydım. Çünkü bu ve benzeri kararlarla ifade özgürlüğünün önünün kısmen de olsa açılması gerektiği düşünülebilir. Öyle olmadı. Her defasında iyi örnekler bir kenarda dururken, su-i misal, misal sanıldı.
Bugün ise memlekette terörle mücadele yasasından başka yasa kalmamış gibi büyük bir tehdit, düşünen, eser üreten, konuşan, kendini ifade eden herkesin üzerinde damoklesin kılıcı gibi sallanıyor. Ünlü sosyolog Abraham Harold Maslow’un çok bilinen sözüdür: Elinizde alet olarak sadece çekiç varsa, herkesi çivi gibi görmeye başlarsınız. Hâlbuki memlekette başka yasalar da var, özgürlüklere imkân tanıyan.
Devletin artık sanatçıları, öğrencileri, akademisyenleri kısacası aydınları tepelerine vurulması icap eden bir çivi gibi görmekten vazgeçmesi gerekiyor. Sadece ve sadece mesleğini icra ettikleri için insanlar yargılanıp, ağır cezalara çarptırılmamalı, adaletsizliğin pençesinde soluğu kesilmemeli.
Evet, yakın zamana kadar gazetelerde yazdığım yazılar, yaptığım haberler, televizyon ekranlarındaki konuşmalarım, hazırladığım kitaplar gerekçe gösterilerek hakkımda davalar açıldı. Bu kez yine gazeteciliğe son derece yakın bir çalışmam nedeniyle; yönetmen arkadaşım Çayan Demirel ile birlikte Bakur adlı sinema belgeselini yönettiğimiz gerekçesiyle sanık sandalyesindeyim.
Buraya gelmeden pek çok sinemacı arkadaşımla konuştum. Öğrendiğime göre, Türkiye’de sinema eserlerine ilk kez dava açılıyor. İlginçtir, bu da artık neredeyse 100 yaşına merdiven dayamış Türkiye Cumhuriyeti’nin Batman iline nasip oluyor. 12 Eylül 1980 cuntasının ardından sinemacıların da gözaltına alınıp tutuklandığını biliyoruz. Darbenin ilk hedef aldığı alanlardan birinin sinema sanatı olduğu gerçeği de sır değil. Cuntanın ilanından sonra birçok işçi örgütü, kitle örgütü gibi DİSK’e bağlı Sine-Sen de kapatıldı. Sendikanın 25 yöneticisi idamla yargılandı, 6 aydan 2,5 yıla kadar hapis yatıp, işkence gördü. Örneğin Şerif Gören, Tarık Akan, Necmettin Çobanoğlu, Gani Turanlı işkence gören sinemacılardan sadece birkaçıdır. Ama o dönemde bile bir sinema yönetmeninin çektiği film nedeniyle sanık sandalyesine oturtulduğunu duyan ya da bilen yok. Üstelik cuntanın değil demokrasinin işbaşında olduğu iddia edilen bir ülkede, sinema yönetmenlerine ağır ceza mahkemelerinde açılan bu davaların daha şimdiden tarihe kırık not olarak düşüldüğünden eminim.
Daha önce İran’da, Çin’de ve dünyanın ifade özgürlüğü açısından en geri liginde olan ülkelerinde sinemaya, yönetmenlere davalar açıldığı duyar ve şöyle derdik: Türkiye hiç değilse sinemayı ve sinemacıları doğrudan sanık sandalyesine oturtmuyor. Evet, bu ülkede “Eser İşletme Belgesi” veren, dolayısıyla istemezse vermeyen ve bu vesileyle filmlerin izleyiciyle buluşmasını önleyen sansür kurulları var. Evet, bu ülkede filmler yakıldı, sansürlendi, yasaklandı, sinemacılar örgüt üyesi ya da yöneticisi olma iddiasıyla cunta döneminde tutuklandı. Sinema salonları saldırıya uğradı, kapatıldı. Ama şimdi bu iddianame sayesinde öğreniyoruz ki Türkiye, sinema özgürlüğünün en zayıf olduğu ülkeler ligine doğru koşar adım ilerlemekte. Çünkü, ağır ceza tehdidi altındayız ve isnat edilen herhangi bir suçlama değil. Bu suçlama, sinemaya ve sinemacıların boynuna terörist yaftası asmayı hedefliyor. Hayır, kimse şaşırmasın, İran ya da Çin’de değil, Türkiye’de yaşıyoruz ve sinemadan terör çıkarmaya çalışan bir anlayışa cevap vermeye çalışıyoruz.
O halde, birinci olarak şunu söylemeliyim. Yapılan suçlamayı kesin olarak reddetmekle kalmıyor, aynı zamanda şahsımıza ve sinema sanatına yönelik ağır bir hakaret olarak kabul ettiğimi beyan ediyorum. Çünkü belgesel sinemacılığı terör kavramı ile yan yana anmak, üzerlerinde kamera, tripod, ışık gibi araçlar dışında toplu iğne bile taşımamış olan insanları terör kelimesinin yanına iliştirmek, ortaya çıkan eseri izlemiş herkesi aptal yerine koymaktan başka bir şey değildir.
İkinci olarak, Bakur belgeselinin çekildiği yıl, 2013’tür. Ortada herhangi bir suç olmamasına rağmen film yargılanacaksa, iddianamenin üslubuyla söylersek, ‘suç tarihi’ bölümünde hükümetin ‘çözüm süreci’ olarak adlandırdığı, kimsenin kimseyi öldürmediği, bombalamadığı, kurşunlamadığı, herkesin bir söylerken on kez yutkunduğu, barış, adalet, demokrasi sözcüklerinin havalarda uçtuğu 2013 yılı yazılmalıydı. Bu durumda, mahkemeniz yetkisiz olduğunu da kabul etmelidir. Çünkü bir ‘suç mahalli’ aranıyorsa orası, ikametgâhımızın bulunduğu, filmin yapım süreci boyunca bütün çalışmaları yürüttüğümüz İstanbul olabilir. Ama ‘suç tarihi’ hanesinde 6 Mayıs 2015 yazdığına göre, yargılamanın asıl konusu Bakur belgesel filminin, kayyuma devrinden sonra 30 Ocak 2017’de yanan, Batman’daki Yılmaz Güney Sineması’nda gösterilmiş olmasıdır. Bu durumda şunu söylememe izin verin. Bakur’u Yılmaz Güney Sineması’nda, hazırlanan tutanağa göre 120 kişinin huzurunda izletenler biz değiliz. Çayan Demirel ve ben filmin yönetmenleriyiz. Gösterimin yapıldığı o tarihte Çayan Demirel’in hastanede komada yattığını ve bizim işimizin gösterim yapmak olmadığını anımsatmak isterim. Kaldı ki, bu filmin gösterimini yapmak da suç değildir. Zira dosya münderecatından anlaşılacağı üzere Bakur filmi hakkında herhangi bir resmi mercii tarafından verilmiş yasaklama kararı mevcut değildir.
Üçüncüsü, iddianamenin nafile bir suç üretme çabasına giriştiği daha ilk cümlelerden itibaren anlaşılmaktadır. İddianame şöyle diyor: “Propaganda, bir öğreti, düşünce ve inancı başkalarına tanıtmak, benimsetmek ve yaymak amacıyla, söz yazı vb. yollarla gerçekleştirilen çalışma, yaymacadır.” Yani iddianamenin nereden alıntılandığı belirsiz olan tanımına inanırsak, hemen hemen her siyasetçi, din görevlisi, öğretmen, propagandacı olarak görülebilir. Oysa Oxford İngilizce Sözlüğü’ne göre propaganda, “belli bir siyasi amacı veya bakış açısını teşvik etmek amacıyla kullanılan, bilhassa taraflı veya yanıltıcı içeriğe sahip bilgi” anlamına gelmektedir. Savcı belgesel sinemadan suç çıkarma arzusu içinde olduğu için belgesel sinemanın ne olduğunu tartışmıyor bile. Peki, o halde belgesel sinemanın ne olduğunu da ben söyleyeyim. Çok sayıda güvenilir kaynağa göre belgesel sinema, “olgusal gerçekleri eğitim veya eğlence gayesiyle derleyip yorumlayan sinema türüdür.” Olgusal gerçekleri esas alması yönüyle, kurgusal sinemayla çok temel bir noktadan ayrılır. Başka bir ifadeyle belgesel sinemada doğallık ve gerçeklik esas alınır, bu yönüyle kurmaca bir dünya yaratmak belgesel sinemacının işi değildir. Tıpkı Polonyalı ünlü yönetmen Krzysztof Kieslowski’nin gerçek gözyaşlarından yani gerçeğin kendisinden korktuğu için belgesel sinemayı bırakıp kurgusal sinemaya döndüğünü söylemesi gibi: “Biraz ilaç, biraz makyaj işte size gözyaşları ve ağlayan bir yüz… Oysa gerçek gözyaşları korkutucudur. Cevaplanması gereken sorularla, dolayısıyla ahlaki bir sorunla karşı karşıya getirir insanı, tarafsız kalamazsınız gerçeğin karşısında, sizi konum almaya zorlar…” Yani belgesel sinema, kimsenin rol yapmadığı, kendisinden başka bir şeymiş gibi görünmediği bir türü tarif eder ki, çekimi de zordur, izleyicisiyle buluşması da… Bu boyutuyla düşünüldüğünde, belgesel sinema ile propaganda filmi arasında da büyük bir açı vardır. Çünkü belgesel sinemanın amacı olgusal gerçekliği, hakikati izleyiciye sunmak iken, propagandanın hedefi, çoğu kez yalana da başvurup gerçeği eğip bükerek bir fikir etrafında taraftar toplamaktır. Bakur’u önyargılarınızdan arınarak izlediğinizde, bu filmde belgesel sinemanın bütün özelliklerini bulursunuz. Bunun, Bakur’un her iki yönetmenin, barışa, özgürlüğe, eşitliğe, kardeşliğe, demokrasiye ve hakikate bağlı dünyaya görüşüyle dolaysız bir bağlantısı vardır. Başka bir ifadeyle yargıladığınız Bakur filminde tek sahnede bile terör propagandası bulamazsınız. Hele hele, yalana müracaat edilmemiş, kameranın vizörü neyi görmüşse aktarılan da o olmuştur. Taraflı ve yanıltıcı tek bir sahne yoktur. Bakur olgusal gerçekleri dağdan indirip önümüze koyan bir belgesel sinema filmidir ve temelindeki anlayış, ülkedeki toplumsal barışın sağlanmasına, bir arada yaşam ilkesinin hayata geçirilmesine ve korunmasına yöneliktir. Filmde mutlaka bir propaganda aranıyorsa da bu, savaşa değil barışa, ölüme değil yaşama, düğüme değil çözüme ve yüzyıllardır birikmiş olumlu insanlık değerlerine dairdir…
Dördüncüsü, filmin çekildiği tarih 2013’tür ve o tarihte çekimlerini tamamlayıp, iki yıl çalışarak ürettiğimiz Bakur filmi hakkında öne sürülen suçlamaların tamamen temelsiz olduğunu ekte sunacağım belgeler sayesinde göreceksiniz. Filmin yapım süreci, örgüt militanlarının gruplar halinde Türkiye’den çekilmeye başladıkları zaman dilimine aittir. Başka bir ifadeyle devletin resmi haber ajansı olan Anadolu Ajansı’nın Kandil Dağı’na, örgüt liderlerinden Murat Karayılan’ın basın toplantısını izlemek üzere ekip gönderdiği bir dönemden söz ediyoruz. Bu günlerde yayımlanan gazetelerin bazılarının birinci sayfalarının ve Anadolu Ajansı’nın servis ettiği haber bültenlerinin fotokopilerine bir göz atmak bile bu davanın düşürülmesi için yeterli olmalıdır. Aksi halde burada, “örgüt mensupları ellerinde bulunan silahlarla görüntülenmiştir” gibi bir suçlamaya yanıt vermek zorunda kalıyoruz. Benim de böylesine garip bir suçlamanın, belgesel sinemanın olgusal gerçeklik prensibini bilmeyen bir akla ait olabileceğini söylemek dışında elimden bir şey gelmiyor. Çünkü bu salonda temel olarak iki farklı dil konuşuyor. Biri bizlere ait: Sinema suç değildir, yargılanamaz, diyoruz. Diğeri ise ifade özgürlüğünden hoşlanmayanlara ait: Gece gündüz, sinemadan, tiyatrodan, kitaptan, haberden suç devşirmek için elinden geleni ardına koymayanlar ki, onlar da kendilerini gizlemiyorlar. Mesela belgesel sinemanın ne olduğunu bilen herkes, örgüt mensuplarını silahsız görüntüleme çabasına girmenin propagandacıların işi olduğunu da bilirler. Örgüt mensubu silahlıysa, belgesel sinemacı onları silahsız gösteremez. Eğer gösterirse de ortaya çıkan eser asla belgesel sinema olamaz.
Beşincisi, belgesel sinemacı, belgelemek istediği her ne ise, onunla arasına mesafe koymak zorundadır. Bunu yapamazsa zaten ortaya çıkardığı eser, asla belgesel olarak tanımlanamaz. Daha açık bir ifadeyle söylersek, aslan belgeseli çeken bir sinemacı, aslana yaklaşmalı ama mesafesini de koymalıdır. Mesela o belgeselin yönetmeni aslan belgeseli çektiği için aslanın tarafını tutmakla suçlanamaz. Ya da aslanı avlanırken çekmek, minik, tatlı ve masum ceylanı boynundan yakaladığı vahşi anlara tanıklık etmek, bunu kameraya kaydedip izleyiciyle buluşturmak ne vahşeti savunmaktır, ne de aslanın propagandası yapmaktır. İddianamenin bakışına inanırsak, aslan belgeseli çeken bir sinemacının aslanın pençesindeki tırnakları kesmesi, dişlerini sökmesi gerekebilir. Aksi halde şiddetin ve vahşetin propagandasını yapmak suçlamasıyla karşılaşması işten bile değildir. Ya da bu anlayıştan ilerlersek, Müslüman kimliği olan bir belgesel sinemacıyı, Kiliselerle, Sinagoglarla, Budist tapınaklarla ilgili bir belgesel hazırlaması durumunda münkir ilan etmeliyiz. İddianamenin bakışıyla hareket edersek, Müslüman bir belgeselci Vatikan’da, Hristiyan bir belgeselci de asla Kâbe’de çekim yapmamalıdır, aksi durumda dinden çıkacaktır.
Devam edelim, altıncısı, iddianamede filmin tanıtım metinlerinde yer alan bazı cümleler alıntılanarak suç gibi yansıtılmaya çalışılmış. Suçlamalar hep üzeri kapalı olduğu için, yapılan alıntılara tek tek bakmak en doğrusu. Mesela tanıtım metninde şöyle denilmiş: “Bakur (Kuzey), Türkiye’de onlarca yıldır devam eden, adı konulmamış savaşın en önemli öznesi olan PKK’ye; derinlemesine bakışa davet eden bir belgesel.” Evet, adı konulmamış bir savaş var mı? Var. Bu savaş onlarca yıldır sürüyor mu? Sürüyor. Savaş nedeniyle vatandaş olarak isteseniz bile bu sahalara girebiliyor musunuz? Giremiyorsunuz. Çözüm sürecinde girme imkânı doğdu ve girdik mi? Girdik. Hangi sinemacının eline bu fırsat geçse değerlendirmekten bir an olsun geri durmayacağını da biliyorduk. Evet, sinema belgeseli yapıyorsanız, ele aldığınız konu her neyse ona derinlemesine bakmak zorundasınız. Biz de öyle baktık ki, bu da mesleğimizi iyi yaptığımızı gösteriyor. Başka ne denilmiş? “Film, Kürt coğrafyasının Türkiye sınırları içinde kalan üç ayrı bölgesindeki gerilla kamplarında hayatı yakından takip ediyor. Çekimleri 2013 yılının yaz ve sonbahar aylarında gerçekleştirilen Bakur, ‘kendi halklarının daha iyi bir geleceğe kavuşması için’ silahlı mücadeleye katılmayı tercih erden kadın ve erkeklerle tanıştırıyor bizi.” Evet, belgesel sinema tam da bunu yapar, biz de öyle yapmışız. Ellerinde silah olan ve bu silahları kendi ifadeleriyle “daha iyi bir gelecek için” kuşandıklarını söyleyenlerin yanlarına kadar gider, onlara sorular sorar, günlük yaşamlarını takip eder, ne yiyip ne içtiklerine, nerede uyuduklarına kadar kaydeder ve işi tamamlandığında elde ettiği görüntüleri dünyanın önüne serer. Yani uzaktan izlemeye çalışmaz. Araya aracılar koymaz. Çünkü her dolayımın olgusal gerçekten uzaklaştıracağını bilir. Yanlarına kadar gider, ateşin sıcaklığını hisseder. Aksi halde layıkıyla belge biriktiremez. Son olarak da şunlar söylenmiş: “Ağırlıklı olarak ulusal kimlik talebi üzerinde yükselttiği mücadelesi ile tanınan PKK’nin, nasıl olup da bir kadın hareketine dönüştüğünü de anlatan Bakur, izleyiciyi PKK’ye farklı bir açıdan bakmaya davet ederek, bu gizemli dünyaya ışık tutuyor.” Tamamen böyle… Kadınlar söylendiği kadar inisiyatif sahibi mi? Bu örgüt gerçekten bölücü mü? Başka bir devlet mi kurmak istiyorlar? Ulusal kimlik mücadelesinin sınırları ve hedefleri ne? Bu ve benzeri soruların farklı kaynaklardan taban tabana zıt yanıtlar bulduğu bu gizemli dünyaya tutulan ışık önemsiz bir şey gibi gösterilebilir mi? Ülkemizde yıllardır sadece araziye yayılmış olan cenazeleriyle tanıdığımız, bu nedenle de son derece gizemli kalan dağlar, bu ve benzeri belgesel sinema çalışmaları sayesinde biraz olsun sırlarından arınabilirdi ve bizler merakımızın peşine düştük. Belgesel sinemacının işi de zaten merak etmek ve gizemli olanı bilinir hale getirmek değil mi? Ne yapmışız? Çekimler sırasında çeşitli görüşmeler yapmışız. Kimi örgüt liderinin sözleriyle birlikte çeşitli diyaloglara yer vermişiz. Sorunu “şehitler” ve “ölü ele geçirilenler” kısırlığından çıkarmaya çalışmış, sesleri dinlemişiz. Belgesel sinema elbette ki sessiz de olabilir ama bu filmde değil. Bakur gibi bir sinema filmi yapıyorsanız, görüntüyle birlikte sese de yer vermeniz gerekir.
Sonuç olarak, ortaya koyduğumuz sinema eseri, “belli bir siyasi amacı veya bakış açısını teşvik etmek amacıyla kullanılan, bilhassa taraflı veya yanıltıcı” bir içeriğe sahip değildir. O nedenle bırakın terörü bir yana, eserde propagandadan dahi söz edilemez. Aksine her saniyesiyle olgusal gerçekler üzerine bina edilmiş bir belgesel sinema eseridir. Ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın, montajla eklenmiş yanıltıcı bir sahne, kurmaca ve yalan bulunamaz. Onlarca uluslararası festivalden ödül ve takdirle dönmüş olan Bakur, aynı zamanda etkili bir eserdir de… Ünlü yönetmen Kieslowski’ye bir kez daha müracaat edersek öğreniriz ki, “Sinema hiçbir şeyi değiştiremez; ama insanların birçok şeyi anlamalarını sağlar. Dünyayı değiştirecek olan şey filmler değil, o filmleri izleyen insanlardır.” Yani sinemaya boşuna ‘büyülü fener’ denilmemiştir. O halde, herkese bol ve keyifli seyirler… 29 Mayıs 2018
Ertuğrul Mavioğlu