SONAY BAN
Kendisini nasıl tanımladığını sorduğumuzda, görüşmemiz bağlamında “öncelikle video eylemci, belgeselci ve haberci” olduğunu ifade eden Oktay İnce, yaptığı tanımın hakkını veren istikrarla ve direnişle uzun yıllardır birbirine son derece bağlı bu üç alanda işler üretiyor. 2018’den bu yana, sosyal medya paylaşımları gerekçe gösterilerek hakkında açılan “Cumhurbaşkanına hakaret” davası sürmekte. Dava sürecinde ise polis tarafından evine yapılan baskınlar ve alındığı sayısız gözaltının yanında 20 yılı aşan kişisel görsel-işitsel arşivine el konuldu. Aradan geçen üç senede arşivi kendisine hâlâ teslim edilmedi.
Susma Platformu adına kendisiyle yaptığımız görüşmede hakkında açılan davalardan bu davaların öncesinde ve sonrasında yaptığı işlere, Türkiye tarihinde yaptığı işler üzerinden bugüne kadar tanık olduklarından sansüre, sinema sektöründe dayanışma ve direnişin yollarının nasıl kurulabileceğine kadar birbiriyle bağlantılı ve çok yönlü bir söyleşi gerçekleştirdik.
Seyri Sokak Video ve Belgesel Kolektifi üyesi olduğunuzu biliyoruz. Kendinizi nasıl tanımladığınızı sorarak başlamak isterim.
Konu bağlamında öncelikle video eylemci, belgeselci ve haberci olduğumu söyleyebilirim. Video eyleme 2000 yılında başladık; hapishanelerde F-tipi direnişlerine karşı tutsakların yaptığı ölüm oruçları vardı ve o dönemde Ankara’da günlük olarak bu mücadeleye destek veren eylemler yapılıyordu. Mücadelenin görsel kaydını tutmak ve hafızasını oluşturmak üzere kameramızla sokağa çıktık ve günlük olarak; sokakta gerçekleşen hak mücadelelerini videoya kaydetmeye başladık. O zamanki format Hi8 kamera, analog kasetlere kayıt yapıyorduk. Montaj bilmiyorduk, görüntüler geleceğe kalsın diyorduk. Biz kayıt yapmadan önce tüm bu kayıtlar devlet tarafından ya da ana akım medya tarafından tutuluyordu –belgesel yapacak olsak onlardan arşiv istiyorduk. Böylece bir grup arkadaş 2000’de Kara Haber Video Eylem Atölyesi’ni oluşturduk. 2008-2009’a kadar aktif olarak Ankara’da sokak eylemlerini takip ettik. Sonra bu atölye, arkadaşların dağılmasıyla pasif duruma düştü. 2013 yılında da Gezi direnişiyle birlikte direnişi sokakta kaydeden arkadaşlarla birlikte Seyri Sokak’ı oluşturduk. O günden bugüne video eylem mücadelesine devam ediyoruz. Yaptığımız kayıtları zaman zaman belgesele dönüştürüyoruz. Bir yandan da haberci olduğumuzu düşünüyoruz çünkü gerektiğinde kayıtlarımızı haber yapıyoruz, sitelere, televizyonlara servis yapıyoruz.
O zamanlar daha az müdahale ile mi karşılaşıyordunuz?
Bir eylem, basın açıklaması olduğunda iki tür kamera oluyordu; biri polisin kamerası biri de habercilerin kamerası. Biz üçüncü kamera olarak eklemlendik. Normal açıklamalarda zaten hiçbir şekilde sormuyorlardı. Ama diyelim ki sokak çatışmalarında, bazen belki bizi de polis zannediyorlardı, seslenmiyorlardı –bilmiyorum. Üzerimizde herhangi bir kart-kimlik de yoktu. Bazen bireysel olarak denk gelip, “ya niye çekim yapıyorsun?” diye soruyorlardı. O zaman da bizim kıvırdığımız yalan, “İnsan Hakları Derneği adına olayları çekiyoruz”du ve geçiştiriyorduk.
“GEZİ DİRENİŞİ VİDEO EYLEMDE SIÇRAMA YAPTI”
Sizce 2013’e giden yolda, Gezi sürecinde bu durum daha mı fazlalaştı? Ya da polisin sizi daha öncesinde söylediğinize göre bu kadar “rahatsız etmemesi” söz konusuyken, şu an hem siz hem başka video aktivistler ya da belgeselciler daha zor süreçlerden geçtiği için böyle bir farklılık olduğundan bahsedebilir misiniz?
Etki-tepki meselesi. Kaydettiğimiz zamanlarda kayıtlar kasete alınıyordu ve montajlamak, kısa video haline getirmek 1-2 gün alıyordu. Kara Haber’in sitesini açtığımız zaman, 2004 ya da 2005’te, o zamana kadar başka sitelere, kuruluşlara haber servisi yapmıyorduk, böylelikle polisle devlet bu kayıtlardan rahatsız olmuyordu. Kara Haber web sitesi açıldıktan sonra polis orayı takip etmeye başladı. Yine de çok fazla [tepkiyle] karşılaşmadık ama 2009 Tekel Eylemleri ve sonra da 2013 Gezi Direnişi sırasında sosyal medya patladı. Dolayısıyla halk tarafından kaydedilen görüntülerin anında sosyal medyaya düşmesi ve buranın bir alternatif alan olarak ana akım medyayı takip açısından geçmiş olması devleti çok rahatsız etmeye başladı. Tekel Eylemleri’nde de insanlar genellikle çekim yaptılar ama Gezi Direnişi, mobil telefon üzerinden canlı yayınların başlamasıyla birlikte video eylemde bir sıçrama yarattı. Montaj gerektirmeyen, anında görüntü veren canlı yayın portalları oluştu. Sokak sokak tüm çatışmalar yayımlanabildi ve izlenebildi. Devlet o günden itibaren, kendi yüzünü gösterdiği için, bundan rahatsız olmaya başladı ve iki şeyi kontrol almak istedi; bir taraftan sosyal medyayı, bununla birlikte sokakta kayıt alınmasını (engelleme üzerinden). Şimdi genelge olarak çıkan şey, Gezi direnişinden itibaren sokakta, 15 Temmuz kısıtlamalarıyla birlikte polisin fiilen, genelgeden de evvel yaptığı bir şeydi. Üzerinde kimlik kartı olmayan video eylemcileri engelliyorlardı, hem de zaten (devrimci, alternatif) basını da engelliyordu; bazen eylemcilerle birlikte gözaltına alarak, bazen ite kaka sokaktan uzaklaştırarak… Yüksel Caddesi’nde kalkanlarla karanlık kör noktalar oluşturarak, çekimlerini engelleyerek… Son olarak genelge geldi. Sosyal medyada anında görünürlük devletin konuya müdahale etmesi açısından çok önemli.
Haklısınız. Uzun yıllardır bu işlerle meşgul olduğunuz için ve analogdan dijital kameraya geçişte de işin teknik kısmında da bir sürü şeyi deneyimlediğiniz için ve aynı zamanda sokakta da faal olduğunuz için tanıklığınız ve bu bağlamı vermiş olmanız bizim için çok değerli. 2018 sonrasına gelmek isterim. 16 Ekim 2018’de sosyal medya paylaşımlarınız gerekçe gösterilerek gözaltına alındığınızı haberlerden ve beyanlarınızdan biliyoruz. Bunun yanında haberlerde ve yazdığınız tanıklıklarda da 20 yıldan fazladır oluşturduğunuz görsel-işitsel arşivinizin polis tarafından geri verilmediğinden bahsetmiştiniz. Bu tarihten evvel de gözaltına alındığınız oldu mu? Özellikle 2018 sonrasında devlet ve kolluk kuvvetleriyle benzer süreçler yaşadınız mı?
2018’deki operasyon niye yapıldı. Bunun geçmişi var tabii ki. Seyri Sokak Video Eylem Atölyesi’ni oluşturduktan sonra, Türkiye’de türünün tek örneği olduğu için, Ankara polisinin dikkatini çektik. Özellikle de 2016’da, 15 Temmuz’dan sonra Nuriye Gülmen’in başlattığı kamu emekçilerinin direnişi malum. Basının çok takip etmediği bir durumda günlük olarak direnişi çektik, günde iki kez polisle karşı karşıya geldik. O süreci açlık grevinin sonlanmasına kadar iki yıl kesintisiz olarak kaydettik. Bazen kenara itelediler ama onlarla birlikte 20-30 kez gözaltına alışmışlığım var, sonra para cezasına dönüştürdüler. 2911’e [Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu] muhalefetten 12-13 kez eylemcilerle birlikte gözaltına alındım. Polisin gözaltı arabasından canlı yayına devam ediyorduk orada -bu da Türkiye’de ilk kez yapılan bir şey. Gözaltında söz haklarını kullanamadıkları için –karakola gidinceye kadar 10-15 dk’lık bir süre oluyor– direnişçiler bizim canlı yayınımızda mesajlarını verebiliyorlardı. Israrımız devletin bize yönelmesine neden oldu. Daha önce, Sibel [Tekin] arkadaşımın evine baskın yapıldı, 10 tane harici diskini götürdüler benden önce. Türk Tabipler Birliği’ne baskın yapıldığı zamanlardaydı. Parantez açıp bir şeyi bağlamak istiyorum. Sosyal medyadaki [içeriklerden] devletin rahatsız olması ve sosyal kontrol etme girişimleri, aynı zamanda sosyal medyayı bastırmak ya da susturmak istedikleri insanları susturabilecekleri bir şeye de dönüştü. “Sosyal medya operasyonları” dediğimiz şeyler var, bazen tesadüf, bazen hedeflenen kişi ya da kurumların sosyal medyalarından geriye dönük incelenerek oradan suç üretilmesi yöntemiyle evlere baskınlar yapılıyordu. Sibel arkadaşımıza da aynı şekilde yapıldı. O dönemde Seyri Sokak’la ilgili de geriye dönük araştırma yapmışlar, paylaşımlarında terör örgütü propagandası yapmak şeklinde bir soruşturma başlatmışlar, benim de aralarında olduğum üç kişi hakkında. Ankara’daydım. Bizim o iki yıllık sürecimiz hep polisle karşı karşıya gelme ve gözaltılarla geçti. İzmir’e taşındıktan sonra soruşturma İzmir’e havale edilmesiyle evime baskın yapıldı. Onda da yine “sosyal medya üzerinden terör örgütü propagandası yapmak” gerekçesiyle arama kararı çıkarmışlar.
“DEVLETİN BU OPERASYONLARDAKİ DERDİ YASAL DAVRANMAK DEĞİL, FİLLİ OLARAK ELDE ETMEK İSTEDİĞİ SONUÇLAR VAR; SUSMAK, SUSTURMAK GİBİ”
Eylemlerinizle ilgili kendi paylaşımlarınız oldu, aynı zamanda konuyla ilgili haberler de yapıldı fakat son dönemde son durum nedir? Arşivinizi geri almak için sürdürdüğünüz eylemlerle ilgili süreci nasıl değerlendirirsiniz?
Arşivimi almadım ve hiçbir haber yok. Davaların zaman aşımı süresi var ama soruşturmanın Türkiye’de bir süresi yok. Sosyal medya üzerine soruşturmalara baktığımız zaman soruşturma dosyası beş yıl önce konulmuş ama rafa kaldırılmış ama ihtiyaç üzerine tekrar canlandırılır. İnsanlar tutuklanıyor, içeri atılıyor. Devlet bu soruşturmaları, gözaltıları ve malzemeleri potansiyel suçlama aracı olarak kendisinde tutuyor. Seyri Sokak’ta da çok aktif değiliz sokakta ama tekrar gözlerine batacak bir konuma gelirsek bunları tekrar sürüp, suçlar üretip, içeri atmak vb. için bu arşivleri kullanıyor. Devletin bu operasyonlardaki derdi yasal davranmak değil, filli olarak elde etmek istediği sonuçlar var; susmak, susturmak gibi. Bunu elde ettiği zaman uyutuyor durumu, ses çıkarırsak aleyhimize kullanacak. Fiili duruma karşı da fiili olarak mücadele edilebilir. Birtakım yasal başvurulardan sonuç alamadığım için (prosedürü de parantez içinde söyleyeyim: Normalde evlerde arama yaptıklarında kopyalama yapıp orijinal [materyalleri] bırakmaları gerekiyor, yasal olarak. 15 Temmuz’dan sonra zaten binlerce insanın telefonlarına, harici disklerine el koydukları için, evde kopyalamak mümkün olmadığı için, karakola götürüp kopyalayarak geri vermeleri gerekiyor –yine kopyalamaları gerek). Başvurulara cevap alamayınca 2019 Nisan’da İzmir’de basın açıklamalarıyla eyleme başladım. Valilik ve adliye önünde başladığım haftalık eylemler sonrasında İzmir polisinin ilk tepkisi, bu sefer de “Cumhurbaşkanına hakaretten,” yeni bir sosyal medya [gerekçesi] çıkardılar. 2 Nisan’da eyleme başladım, 9 Nisan’da yapmışım. 16 Nisan için valiliğe tarih ve yer verdiğim zamanda, 11-12 Nisan’da bir sosyal medya raporu yapmışlar, 16’sında –eylem günü– karakola çağırdılar. Eylemi bitirince gittim ama ilk tepki sosyal medyayı [öne sürerek] eyleme engel çıkarmaya çalışmaktı. Sonuçta gündeme geldi. Pen America vs. gibi uluslararası kuruluşlar haberdar oldu, İçişleri ve Adalet Bakanlıklarına yazı yazmalarını talep etmiştim. İçişleri Bakanlığı’nın Süleyman Soylu imzasıyla kuruluşa verdiği [yazı] “en kısa zamanda kopyalanarak harici diskler geri verilecektir”di. O dönemde İzmir polisi bu meseleden kurtulalım diye dosyayı Ankara’ya gönderdi. Şimdi dava Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Anayasal Suçlarda. En son 2019 Eylül’ündeydi sanırım, Ankara’da bir haftalık bir eylem süreci yaşadım ama devam ettiremedim. Eylem ve ses çıkarma gündemden düştüğü anda olayın kendisi de sürüncemede kalıyor, bugüne kadar da hiçbir gelişme yok. Ben zaten kopyalayacaksanız yapın ve verin diyorum. Sadece bana ait değil, aileme, eşime ait olan dijital [materyallere de] el konuldu. Bu zaten suç, onları geri verin diye çok dilekçe verdik ama gelişme yok. Direniş yoksa ses de yok, gelişme de yok kısacası…
Başından sonuna kadar ihlal silsilesi var burada ama özellikle hangi konuların altını çizmek istersiniz?
Binlerce ya da milyonlarca insanın el konulmuş dijital malzemeleri var. Girdikleri hiçbir evden boş çıkmıyorlar. İnsanlar beraat ediyor, soruşturmalara takipsizlik kararı veriyorlar ama o malzemeler polislere gidiyor. Hakkı olmayan insanlar tarafından izleniyor. Kişisel veri, özel hayat diyorlar ya genelgede. Milyonlarca insanın özel hayatına ait belgeler, görüntüler, devlet ve polis tarafından izleniyor, el altında tutuluyor ve kopyası alınıyor. Bu tam anlamıyla bir mücadele alanı. Bazı insanlar “yeter ki suçlamadan kurtulayım, malzeme giderse gitsin” diye düşünüyor mesela. Malzemenin kendisinin özel ya da politik önemini düşünmüyor ve bu ortak bir mücadeleye dönüşmüş değil.
Önemli bir nokta bu. Altyazı Fasikül’e yazı yazdığınızı ve süreci anlattığınızı biliyoruz. Platformumuzda konuyla ilgili haberler yaptık, hatta Ekim 2018’de platformumuzda bir röportajınız da yayımlandı. Bununla birlikte Uluslararası PEN örgütünün alt kuruluşu olan ARC (Risk Altındaki Sanatçılar Ağı) eylemlerinizi ve süreci takip etti. Facebook sayfalarında eylemleriniz ve davanızla ilgili sürekli paylaşım yapıldı ve durumunuz uluslararası kamuoyunda bir şekilde yerini aldı. Türkiye’den süreçle ilgili destek gördünüz mü? Sinema sektöründen kişiler ya da kuruluşlardan örneğin?
Uluslararası kuruluşlar mektup yazdı, resmî bir cevap aldılar İçişleri Bakanlığı’ndan. Documentarist Film Festivali, Altyazı ile birlikte bir sinemacılar buluşması yaptık. Belgesel sinemacıların birçoğu aynı nedenden dolayı; harici disklerini –tüm emeğini– filmini yapacağı sırada herhangi bir nedenden alıp götürüyorlar ve alamıyorsunuz, film yapma imkânları ortadan kalkıyor. Belgesel sinemacılar olarak konuştuk. Hem Barış İçin Sinemacılar’ın hem de Sansüre Karşı gruplarında meseleleri ortak gündemimizde tutuyoruz, mecburen herkesin gündeminde. Hele şimdi çekim yasağı genelgesi konuyu tekrar ateşledi.
“BELGESEL SİNEMA SEKTÖRLEŞTİKÇE MUHALİFLİĞİNİ VE DİRENİŞ GÜCÜNÜ KAYBEDECEKTİR”
Konuyu belgesel sinemaya getirmeniz önemli çünkü Türkiye’de belgesel sinema ve kurmaca sinema pratikleri arasında ciddi eşitsizlikler söz konusu malum. Bahsettiğiniz çalışmalar ve email gruplarındaki dayanışma haricinde Türkiye’deki sinema sektöründen destek gördünüz mü?
Sektör, sektör olunmasının önünde engel. Belgesel de sektörleştikçe muhalifliğini ve direniş gücünü kaybedecektir. Fiilen verebildiğimiz en yüksek tepki imza toplayarak kampanyada isimleri alt alta yazmak ve sosyal medyadan paylaşmak. Bir araya geldiğimiz dönemde Bakur davası devam ediyordu, başka Kürt sinemacılar yargılanıyordu (Kutbettin Cebe –ceza aldı, Weysî Altay ceza aldı). Bakur davası sürecinde daha aktif bir sürece geçtiğimizi hatırlıyorum bir araya gelen grup olarak ama sektör olarak, hele de kurmacacılar işin içine girdiğinde –belgesel ekseninde daha politik bir direniş var. Kurmacada ise hem devletin engelleri –genelgeyi düşünelim, önce habercileri, yurttaş habercileri sonra da fiilen muhalif habercileri, sonra da belgeselcileri engellemeye yönelik. Kurmacacılar çıkar, sokakta devletle karşı karşıya gelmez; devletle karşılaşmaları onlara yaratılacak olanaklarla ilgili, destekler, gösterim vs. Ayrı bir dünya. Sansürün tehdit etmesi gereken bir dünya değil zaten kendilerini daha çok sansürlüyorlar.
Şu an yargılanmanıza devam edilen davalar nedir? Bu vesileyle en yakın tarihli duruşmalarınızı da duyurmak isteriz.
İki davam var. Biri “Cumhurbaşkanına hakaret” davası: 6 Mayıs 2021’de davam vardı, kapanma süreciyle Ekim 2021’e ertelenmiş. Bir de Sincan’da süren bir dava vardı. Nuriye Gülmen’in mahkemesinde dava sırasında açık video kaydı yapmam nedeniyle mahkemeden gözaltına alınıp götürüldüm, yetki olmadığı halde hakkımda dava açıldı. “Nereye kadar kamerayı sokabiliriz”in mücadelesi olarak, alanı devlete doğru genişletme mücadelesinin bir parçasıydı. Gözaltı araçlarında da yapıyoruz. Bu suçun üst sınırı 6 ay. Oradan 2 ay ceza aldım ve para cezasına çevrildi. 2911’den Ankara’da açılan tüm davalardan sürekli beraat ediyorum, takip bile etmiyorum.
Sincan’daki davanın sonucu ne zaman belli oldu?
Kesin tarihi bilmesem de bir ay önce civarıydı, Mart ya da Nisan 2021…
Sansürle ilgili genel olarak eklemek istedikleriniz var mı?
Eklemek istediğim, son çıkarılan genelgeyle, devlet zaten fiilen yaptığı bir şeyle ilgili genelge çıkarıyorsa sokaktaki şiddetini bunun ötesine taşıyacak demektir; çünkü devlet her zaman yasal olarak hakkı olanın çok ötesinde bir engelleme ve şiddet uygular. Bunu böyle değerlendirmemiz lazım. İkincisi, video eylemciler olarak devletin daralttığı alanlara göre mücadele eksenimiz şöyle: Devlet bir panoptikona dönüşmek istiyor; herkesin görülebildiği ama senin görülemediğin noktaya yani. O yüzden her yere kamera doldurmuş. Video eylemciler olarak bunun karşısında “herkese kamera” diyoruz. Herkesi kamerasıyla, telefonuyla sokaktaki ihlalleri, devletin suçlarını yakalamak üzere aktif hale getirmek, yüreklendirmek ve teşvik etmek mücadele tarzımız olabilir. Hep buna çağrı yapıyorduk sokakta.