Dert aynı, mecra başka: Gazete Müstehak

Bir oyun broşüründen sanat gazetesine dönüşen Gazete Müstehak, iki oyuncunun ve gönüllü destekçilerinin eseri. Sahneden inip sayfa doldururken dertleri yine yasakları kayıt altına almak ve umut yaymak… Iraz Yöntem ve Güney Zeki Göker sahnede anlatmaktan yazarak kayıt tutmaya evrilen çabalarını Susma Platformu’na anlattılar…



ÖZLEM ALTUNOK

İki tiyatrocu; Iraz Yöntem ve Güney Zeki Göker dört yıldır “sansürsüz” vurgusuyla gönüllülük esası üzerinden bir kültür sanat gazetesi hazırlıyorlar. Nedeni, niçini bu röportajın içinde ama öncelikle yarattıkları bu alternatif varoluşun, bir anlamda sanatsal bir taktik olduğunu vurgulamak gerek.“Ciğer kurutsun diye değil, hafızaları tazelemek için var” dedikleri Gazete Müstehak’ta, özellikle sahne sanatları dünyasında olanları tespit ve teşhir ediyorlar.

Kendi geçmişlerinin, kişisel hikâyelerinin Türkiye’nin toplumsal tarihiyle kesiştiği yerlerde yine hep sanat var. Gazete Müstehak’ın yolculuğunun başladığı yer ve zaman gibi; 60’lardan bir Refik Erduran oyunu olan Canavar Cafer’den bugüne ne değişti, niye bazı soruların yanıtları hep aynı ya da cesaret neden bulaşıcı? Sahnede anlatmaktan yazarak kayıt tutmaya evrilen çabalarını Susma Platformu’na anlattılar.

Gazete Müstehak’ın bir oyunun tanıtım broşüründen hareketle ortaya çıktığını söylüyorsunuz sitenizde. Nasıl oldu bu? Bir oyun broşüründen ağırlıklı olarak tiyatro gündeminin nabzını tutan bir gazete nasıl çıktı ortaya?

Güney Zeki Göker: Refik Erduran’ın bir gazetede geçen Canavar Cafer diye bir oyunu vardır. Tiyatro(Hâl) olarak 2014’te bu oyunu sahnelemiştik. Oyun, 1960’ta yazılmış ama tam da bugünleri, yandaşlıkla muhaliflik arasında kalmış bir gazeteyi, günümüz medyasını çok iyi anlatıyordu.  Oyunu çıkarmaya çalışırken oyunun broşürünü bir gazete gibi yapsak, içinde oyundan espriler olsa diye düşündük. İlk perdenin sonunda iki gazeteci gazeteye el koyuyor ve bir açık mektupla patronun üçkağıtçı, yandaş olduğunu, seslerini kısmaya çalıştığını ifşa ediyor ve insanları bu durumu protesto etmeye davet ediyorlar. Bu açık mektubun olduğu bölümü, oyun arasında seyircilere gazete gibi dağıttık, ismini de Müstehak koyduk. Bir tanıtım broşürü olarak başlayan maceramız sonra sonra “Başka sahnelerin haberlerine de yer verelim, oyun tanıtımlarını da yapalım, bir sosyal medya platformu açalım derken, sansürsüz bir kültür-sanat gazetesine dönüştü.

Peki, neden gazete? Bu ihtiyaç neden hasıl oldu?

Iraz Yöntem: Tam da bir ihtiyaçtan çıktı aslında. Medyada sanat adına yer ayrılan bir sayfalık sınırlı kültür sanat haberleri ve bu haberlerin eksikliğinden doğdu. Bizim gibi tiyatro yapan bir sürü sahne, bir dolu arkadaşımız vardı ve bu tiyatroların haberlerinin yapılacağı böyle bir platforma ihtiyaç olduğunu düşündük. Süreç içinde sadece oyun haberleri değil, bir arkadaşımızın başına gelen iş kazasını da hangi salonda gerçekleştiyse görmezlikten gelmeyelim, tarihte kaydı kalsın dedik. Git gide kurumlarda yaşanan sorunların, gelişmelerin de haberlerini yapmaya başladık. Mesela 100 yıllık bir kurumun arşivinin çürümeye terk edilmesine dair haberleri hiçbir yayın organında göremiyorduk. Bu tür haberleri yapıp görünür kılmaya başladığımızda da sadece tiyatro değil, sansürsüz bir kültür sanat gazetesine dönüşmeye başladık.

Gezi öncesi başlayan politik hareketlilikle beraber, baskıların artmaya başladığı, sansür vakalarının çoğaldığı döneme de denk geliyor 2014 yılı. Sanırım biraz da bu yüzden “sansürsüz” vurgusu…

I.Y: Bir süredir sanat, bir ihtiyaç hâli olmaktan uzaklaştırılıyordu. Oysa sanat da tıpkı eğitim, adalet, sağlık gibi bir kamu hizmetidir. Zaten git gide kısıtlı alanlarda sesimizi duyurabildiğimiz için medyada bize ayrılan yer de daralmaya başladı. Medya yandaş ve muhalif olarak karpuz gibi ikiye bölündü. Oysa sanat toplumun tutkalıdır, bütünleştirir, ayırmaz. Biz bu sesi duyurabilmek için böyle bir ihtiyaç duyduk.

O zamana kadar tiyatro yapıyordunuz ama son üç yıldır sadece Müstehak var. Bu, biraz da tiyatro yapmanın olanakları azaldığı için mi oldu, yoksa bir tercih miydi?

I.Y: Tiyatro(Hâl), Şişli Emniyet Müdürlüğü’nün yanındaydı ve biz sahneyi taşımak istiyorduk. Çünkü İstanbul’da iki emniyet binası o dönemde saldırıya uğramıştı. Eşyaları depoya kaldırmış, mekan bakarken bir sonraki sene de her yerde bombalar patlamaya başladı. Biz de “pause”a bastık, tiyatro anlamında bir süre durmaya karar verdik. O süreçte Müstehak durmadı, ertesi yıl 15 Temmuz, ardından OHAL’le birlikte daha da yoğunlaştı mesaisi.

Sonrasında da ekonomik sürecin yokuş aşağı gitmesiyle beraber, tiyatro yapmayı özlesek de işin içinde sanat olduğu için ve ağırlıklı olarak da tiyatro olduğu için Müstehak’a daha çok sarıldık. Güney hep; “Müstehak’ın her sayısının hazırlığında yeni bir oyun çıkarıyormuş gibi oluyoruz” der.

I.Y: Emekliyordu, şimdi yürümeye başlayan bir çocuk hâline dönüştü. Aslında çok naif bir yerden çıktı. Bütün sahnelerin oyunlarının aylık takvimlerini, oyun tanıtımlarını yaparak başladığımız yerden, sanat dünyasında başımıza gelenlerin belgelendiği bir arşiv hâline dönüşmeye başladı. Durum bizi buna sürükledi. Özellikle de herkese ait bir şey hâline dönüşmesi bizim için çok kıymetli oldu. Müstehak yazıyorsa doğrudur gibi bir güvenilirliğe ulaştık, bu da çok heyecan verici.

G.Z.G: Ağırlıklı olarak tiyatronun üstündeyiz, çünkü mesleğimiz tiyatro. Bu vesileyle tarihini de daha detaylı öğreniyoruz. “Geçmişten bugüne yasaklar” başlıklı bir sayı yaptık, 200’ün üzerinde yasağı derledik. Sanatçıların ne kadar saçma nedenlerle yasaklandığını, nasıl baskılara uğradığını öğrenmiş olduk. Biraz oradan geldi o “müstehaklık” gücü.  Ayrıca biz iki oyuncuyuz, gazeteci değiliz. Yeni yeni öğreniyoruz haber yazmayı ama özellikle tiyatro dünyasına hakim olduğumuz için ulaşabileceğimiz haber kaynakları çok. Evrensel’in, BirGün’ün haberlerimizi Gazete Müstehak’ın haberine göre diye sunması, bu haberleri onlara paslıyor olabilmek işbirliğini de besliyor.

I.Y: Geçenlerde izlediğim bir belgeselden aklımda şöyle bir cümle kaldı: “Evrim ihtiyaçtan olmuştur”. Bizde de öyle oldu, bir boşluk vardı ve biz orayı doldurup dönüştürmeye başladık. O da bize müstehakmış!

O zaman adınızın neden Müstehak olduğuna gelelim.

I.Y: Adından çok, neden “müstahak” değil de “müstehak” diye eleştiri geliyor bize. Müstehak adını aldığımız zaman TDK ikisini de kabul ediyordu ama her şeyin bu kadar çabuk değiştiğini göz önünde bulunduramadık, TDK müstahak’ı doğru kabul etti ve diğerini kaldırdı. Müstehak, “iyiye de, kötüye de layık” anlamına geliyor, dolayısıyla her ne oluyorsa “Hepimize müstehak dedik.

G.Z.G: Aslında müstehak olmadığını göstermek için yapılmış bir ironi tabii.

Yine biraz başlangıca dönersek, dört yıl az zaman değil. Ayakta kalmayı, sürekliliği nasıl sağladınız? Bildiğim kadarıyla Müstehak ekibi gönüllülerden oluşuyor, gazete online, reklam almıyor ve üyelik gibi uygulamalar da yok.

I.Y: Bizim avantajımız başlangıçta iki sponsorumuzun olmasıydı. Müstehak, oyun broşürüyken basılıyordu ve başlangıçta bir sponsorumuz vardı. Sonra ilk sponsor çekildi başka bir sponsorumuz oldu. OHAL ilan edildikten sonra o sponsor da çekildi, bütün matbuat da valilik iznine bağlandığı için her ay e-dergi olarak çıkarmaya başladık. Ama web sitesi ve sosyal medyada da aktif olarak çalışmaya devam ettik.

G.Z.G: Tabii ilk günden bu yana ücretsiz olma hayalimiz de sürüyor. Müstehak 50 yıl da yaşasa ücretsiz olsun istiyoruz. Çoğu sanat dergisinin içinde reklam olduğu için, yine o reklamlar yüzünden bu olan biten kötülüklerin haberlerini yapamaz hâle geliyorlar. İlk kurulduğumuz zaman bizde de olmuştu. DT ve ŞT sponsor olmak istemişti. “Her ay reklam verelim, arka kapakta tam sayfa basın, sizi kuşe kağıt yapalım ama bizimle ilgili haberleri böyle yapmayın” gibi bir yaklaşım vardı. Biz “sansürsüz” ifadesini tam da bu tür şeyler yaşamamak için koyduk, hayalimiz de böyle devam etmek.

Müstehak nasıl işliyor? Süreç nasıl geçiyor, kimler yazıyor?

I.Y: Sezon boyunca çıkardığımız online dergi sürecinde her ay düzenli yazan yazarlarımızın yazıları geliyor: Sevinç Erbulak her ay röportaj yapıyor bizim için; Murat Mahmutyazıcıoğlu çizim yapıyor; Yeşim Özsoy, Sabahattin Yakut, Merve Engin, Baysan Pamay yazılar yazıyor. Redaksiyonu ben yapıyorum, sayfa tasarımını ise Güney. Ama tüm bu işler 7/24 sürüyor.

G.Z.G: Rutin dergi sürecinin dışında da, diyelim bir yerden haber geliyor, üzerine çalışmaya, araştırmaya başlıyoruz. Biraz telefon trafiği, toplanan bilgiler, gelen belgeler derken, bazen aciliyet taşıyorsa önce sosyal medyada duyuruyoruz yayılabilmesi için sonrasında da site için haberini hazırlıyoruz.

I.Y: DT ve DOB’un Cumhurbaşkanlığına devri mevzusunu görünce onlarca kişiyle konuştuk. Var olan yasaları ve yeni KHK’yı önümüze açıp çalıştık; danışarak, onaylatarak haberleştirdik. Her haberi siteye giriyoruz ama aciliyetine göre hemen sosyal medyadan paylaşıp sonra belgelenmesi işiyle ilgileniyoruz. Bu sayede gazeteler için de haber kaynağı oluyoruz.

G.Z.G: Özetle hiç tık avcılığı yapmadık. 140 karakterle anlatabileceğimiz şeyi 140’la anlattık, insanları siteye yönlendirip oradan para kazanmak gibi bir amacımız olmadı. Bu anlamda yaptığımız gazetecilik değil belki ama hızlı haber vermek, haberi yaymak açısından önemli.

Aslında bu anlamda muhalif medya için de bir aracı gibisiniz…

G.Z.G: Evet, köprü gibiyiz sanırım. Gazetecilerle sanatçıların bir araya gelmesini de sağlıyoruz zaman zaman. Her alanda bir kolektivizm doğmaya başladı.

Müstehak’ın kolektif bilgi ağıyla da kurduğu bu yapı tiyatronun doğasıyla bağlantılı sizce daha çok? Oyuncular Sendikası da bu anlamda önemli bir çatı. Ayrıca tiyatrocular son yıllarda pek çok eylemde ya da kendi sahnelerine taşıdıkları protestolarla da aktif. Neden sanatın diğer disiplinlerinde böylesi bir bütünlük yok sizce? 

I.Y: Tiyatro kolektif bir sanat, rejiyi çekerseniz oyun çıkmaz, metni çekerseniz sahneleyecek bir şey bulamazsınız. Dolayısıyla bütün bu ayakları onu doğası gereği kolektif yapıyor, evet. Edebiyat, plastik sanatlar daha tekil sanatlar. Orada bir araya gelememenin sebebi kendi pratiğinin getirdiği bir durum olarak herkesin daha kendi dünyasında yaşıyor olması olabilir. Ama şöyle bir şey oluşmaya başladı yavaş yavaş; herkes kendi dünyasının içinde yaşam alanın giderek daraldığını ve o dar alanı genişletmek için bir arada olmak gerektiğini görüyor.

Öte yandan Müstehak’la ilişkilenenler, destekleyenler kadar uzaklaşanlar da oldu mu? Sansür ve otosansürün özellikle dizilerde oynayan oyuncularda daha yaygın olduğunu biliyoruz…

I.Y: Ağırlıklı olarak bu sektörden para kazanan, piyasaya iş yapan insanlar biraz uzaklaştı. Çember git gide daralıyor diyoruz ama bir yandan da bugüne kadar ses çıkarmayan insanların paylaşımlarımızı beğendikleri ya da paylaştıkları bir sürece girdik. Özellikle son birkaç ayda, belki seçimlerin de etkisiyle. Çünkü herkes tek başına ses çıkaramayacağını biliyor artık. Bizler de cesaretin bulaşıcılığına güveniyor ve hayata oradan bakıyoruz. İyiyi, doğruyu, umutlu olanı yaymaya, bulaştırmaya çalışıyoruz. Sanat bütün insanlık içindir.

G.Z.G: Bunu da bellek tazeleyerek yapıyoruz aslında. İlk ilan edildiğinde OHAL’in ne olduğunu anlatan 10’ar dakikalık haber bültenleri yapmaya başlamıştık. Her ay başka birinin aktaracağı ve o süreçte olanları haber gibi sunacağı bir haber videosu… Ayda bir yapacaktık ama üç ay sürdü. Sonra son seçim sürecinde gider ayak bir video hazırladık, 16 yılda ülkede sanatın ne kadar zarar gördüğünü anlatmaya çalıştık. Etkili oldu. 1.5 milyon kişinin belleğine yerleşti o video.

I.Y: Müstehak’ın yazarlarıyla da hep şöyle bir yol izledik; illa muhalefet yapmak adına değil, olan biteni aktardığımız, insanları gelişmelerden haberdar ettiğimiz, hakarete ve sansüre yer olmayan, içinden sanat geçen yazılar üretmeye çalıştık. Siyasi bir aygıt olarak kullanmıyoruz bu mecrayı, en büyük derdimiz sanat, çünkü hayatımızın alanı ve anlamı bu. Bunu ne kadar çok insanla bir araya gelip konuşur, tartışırsak uzun vadede yaşanan sıkıntıların kaydedildikten sonra yüzeye çıkabilmesi ve tekrar yaşanmaması adına bize neler yapmamız gerektiğine dair bir harita oluşturacak bu arşiv diye düşünüyoruz.

G.Z.G: Hiçbir partinin, kesimin yayın organı değiliz; parmak sallamak, yumruk kaldırmak da söz konusu değil. Özgürlüğümüz de buradan geliyor. Dilimizin sert olduğu zamanlar da olmuştur ama olabildiğince mizah dilini bırakmamaya çalışıyoruz. Mahir Ünal “Adile Naşit dönemimizin kabusuydu” dediğinde Münir Özkul ve Adile Naşit’in kahkaha atarlarkenki bir videosunu paylaşıyoruz misal.

Tiyatronun devletle bağı her zaman güçlüydü, diğer alanlarda özel sektör devrede oldu daha çok. Bu da çeşitli baskı ve kısıtlamaları önce devlete bağlı sanat kurumlarına getirdi. Fakat tabii sansür özel kurumlara da sıçradı, otosansür çok yaygınlaştı… Siz neler gözlemliyorsunuz bu anlamda?

G.Z.G: Yaratılan ortamlar, özel sanat kurumları da patlıyor, evet. Artık onların sansürü de konuşuluyor. BluTv Netflix izliyor olmamız bile sorunlu. Varolan sansür yüzünden ortaya çıktılar çünkü, küfürse küfür duymak istiyor insan. TRT’de en son Terminatör filminde bir kadının gölgesini sansürlediler. Avlu dizisinde Nazım Hikmet’le Aziz Nesin’in ölüm yıldönümüne denk gelen bir bölümde bu iki yazara selam çakmışlar fotoğrafları aracılığıyla. Gelin görün ki TV kanalı montajda arkadaki o küçük iki resmi dahi sansürlemiş.

Biraz önce sözü geçti; DT’nin Cumhurbaşkanlığına bağlanması neler getirir sizce, ne öngörüyorsunuz?

I.Y: Enteresan bir süreç. Yerine yeni maddeler ikame edilmeden o maddelerin kaldırılıyor olması bütün tüzel kişilikleri ortadan kaldırıyor. Genel müdürlük, edebi kurul kaldırıldı. Repertuara kim karar verecek? Hepsi havada uçuşan şeyler, yetkililerden de yanıt alamıyoruz derken kurumun yasasında yeniden değişiklikler yapıldı. Şimdi süreci takip etmeye devam ediyoruz. 

Toplu istifalar olabilir mi?

G.Z.G: Keşke gelse ama sanmıyorum. DT çok önceden sessiz kalmaya başlamıştı. Susmamak üzerinden gidersek Levent Üzümcü’nün, “Levent de çok konuşuyor, her şeye muhalif, diyen arkadaşlarım sesinizi çıkarsaydınız bugün bu olmazdı” dediği şey, şu an başımıza gelen şey. İrfan Şahinbaş Sahnesi’ne mafya silahla girdiğinde, Akün ve Şinasi sahneleri kapatılmak istendiğinde bütün sanatçılar bir araya gelseydi, bunlar olmazdı. Müstehak olarak bizim de yaptığımız ilk eylemdi. Taksim’de 100 kişi toplanıp bir basın açıklaması yapmıştık ve DT’den çok az insan vardı. Onlar kalelerini boş bıraktılar, şimdi kalelerine girildi ve o güvenli zannettikleri kaleleri yıkıldı. Önce onların başına geldi, şimdi hepimizin başına gelecek.  Evet hepimizin bir işi, para kazandığı bir yer var ama özel tiyatrolar Berkin Elvan öldüğünde sahnelerini kapattı, yas ilan etti. DT ve ŞT de bunu yapabilseydi belki bugün bu noktaya gelinmezdi. Kut-ül Amare gibi bir etkinliğe AKM’yi iki kere onaracak parayı yatırdıklarında, onlarca oyuncu ihraç edildiğinde, ödenekler düştüğünde ses çıkmadığı için el birliğiyle bu hale gelindi.

I.Y: Bundan sonra olabileceklere dair konuşacak olursam şunları söyleyebilirim: DT uzun süredir kadro açmıyor, en son 2010’da bir kadro sınavı açılmıştı. Kadro açılmadığı için de ağırlıklı çalışanlar sözleşmeliler, özellikle de gençler çok fazla. 2011’de DT’de bir oyunda oynuyordum. 10 kişilik oyuncudan beşi sözleşmeli, biri emekli, diğer dördü de kadroluydu. Zaten oyuncu ihtiyacı olduğu açık. Ancak bu durum da gösteriyor ki, kadro açılmayacak, emekliliği gelenler de emekli edilecek. Ama mesela bir oyun asıldığında “biri ben bu oyunda oynamıyorum” dediğinde o sanatçıya ne olacak, bunları yaşayarak göreceğiz.

DT bazında konuşuyoruz ama Devlet Opera ve Balesi, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası, Halk Dansları Topluluğu gibi kurumlar da var, ki Şehir Tiyatroları’na da sirayet edecektir bu süreç. Şu an hiç kimse ne olduğunu, neye dönüşeceğini bilmiyor. Kazanılan hakların ellerinden alınacağına dair soru işaretleri olan insanlar var. Kadro açılmayacak ama kadroyu boşaltmak için ne yapılacak, yıllardan beri konuşulduğu gibi kıyak emeklilik mi çıkarılacak ama öte yandan ekonomik kriz var…. Bir sürü soru, sorun var.

Peki, son yıllarda özellikle DT ve ŞT’de yaşananlar özele nasıl yansıdı gözlemlediğiniz kadarıyla

G.Z.G: Bence özele iyi anlamda yansıdı. Çünkü o kurumlarda “tu kaka” ilan edilenler ya da performans düşüklüğü bahanesiyle atılanlar özel tiyatro yapıyorlar, ödüller alıyorlar. Geri dönenlerin hakları teslim edildi ama onları da mobbing uygulayarak, rol vermeyerek çürütüyorlar. Burada kaybeden kurum oldu ama belki de istenen buydu; kurumun içini boşaltmak. İki kurumun da can damarı olan oyuncuları, yöneticileri seçtiler. Sonuç olarak o pisliğin içinde olmak istemeyenler sanatlarını yapmaya devam ediyor. Devlet kaybetti, biz sanatçılar olarak kazandık aslında.

I.Y: Toplum kaybetti esasen. İnsanların sanata ulaşabilirliği, erişebilirliği kısıtlanmış oldu. Yunanistan’daki ekonomik kriz zamanında insanlar bir paket makarnayla tiyatroya gidip oyun izlemek istiyormuş. Antik Yunan’dan bugüne uzanan böylesi bir ihtiyaç var onlarda ve bu takas yöntemiyle de bunu yapabiliyorlar. O nefes alma alanı; birbirimize iyi geldiğimiz, öğrendiğimiz, yalnız olmadığımızı hissettiğimiz o alan yok edilmek istendiğinde yaşam enerjiniz, mutluluk kaynaklarınız da azalıyor. Oysa sanat bunları tersine çevirmek için var.

En başta konuştuğumuz şu gazetecilik meselesine tekrar dönersek, son dönemde ortaya çıkan yurttaş gazeteciliğiyle de birleşen bir yanı var yaptığınız işin. Öte yandan sanatçı ailelerin içine doğmuş iki oyuncusunuz, ki onlar da bu topluma mal olmuş, muhalif sanatçılar…

I.Y: Dediğin gibi biraz yurttaş gazeteciliği yapıyor olabiliriz. Şöyle bir enteresan tarafı da var benim için bu durumun; uluslararası ilişkiler okurken stajımı bir gazetede yapmıştım ve hayat beni şimdi böyle bir yere getirdi. Benim için de ilginç bir deneyim. Üniversitede iktisat ve siyaset derslerinde öğrendiklerimle oyunlar yazdım, o bilgilerle sendikada kanunları daha kolay anladım. Hayatın matematiği çok tuhaf. Şu ana kadar ne öğrendiysem hepsi mutlaka oyunculuk hayatımda işime yaradı. Güney’in de babası ve dedesinden gelen bir gazetecilik hikayesi var.

G.Z.G: Babam oyuncuydu ama arkadaşlarıyla birlikte zamanında dergi de çıkarmışlar. Dedem de Bülent Ecevit zamanında gazetecilik yapıyormuş. Kan çekmiş olabilir.

Ben daha 4,5 yaşında, çocuk oyuncuyken bizi apar topar gözaltına almışlardı babamlarla birlikte. O zaman oyun gibi gelmişti yaşananlar. Tam hatırlamıyorum ama gözaltına alındığımız yerde hücreler, ortada bir avlu ve küçük bir havuz varmış. Herkesi hücrelere soktuktan sonra avludaki polis bir süre sonra uyumuş. Ben küçük olduğum için parmaklıkların arasından geçip polisin silahını alarak etrafta dıkşın dıkşın diye oynamışım.

Sonra sonra tabii bunların oyun olmadığını da tecrübe etmeye başladım. Babamların oyunları yasaklanırdı, bir tek Cumhuriyet’te İlhan Selçuk yazar, Turhan Selçuk karikatürleştirirdi olan biteni. Babam bir ara da Cumartesi Anneleri’nin sesiydi. Bir cumartesi günü Galatasaray Lisesi’nin önünde eylemi izlerken bir adamı copladıklarını gördüm ve “Babamın montuna ne kadar benziyor”, “A şu da annem mi” derken, bunların şaka olmadığını anlamaya başladım. Belki de sanatın üzerindeki o baskıları görmüş olmak, özgür bir medyanın olması gerekliliği o zamanlardan yerleşmiştir.

Bunların da etkisiyle olanları daha çok duyurmak, tarihe kazımak gerekliliği aklımıza kazındı sanırım.

Bugün de benzer şekilde habere ulaşmak zor. Google’a “yasak” yazdığınızda doğru düzgün haber göremiyorsunuz. Barış Atay’ın oyunu yasaklandığında Emek Sahnesi’nin önüne gitmiştik destek olmak için. Eyleme gelenlerden biri, “Tabii ki burada olacağız, bu yasaklanan tek oyun” dediğinde bu yüzden şaşırmamıştım. Oysa o kadar çok şey sansürlendi ki; savaş karşıtı, çevre yanlısı çocuk oyunları bile yasaklandı. Bunlar hep devam etme arzusu yarattı. O kadar çok yasak var ki unuttuğumuz, biraz unutmamak, unutturmamak için; ama ciğer kurutsun diye değil, hafızalarımızı tazelesin diye devam edeceğiz.

I.Y: Benim hikayem biraz daha farklı. Annem Devlet Opera ve Balesi’nde dansçı, babam Devlet Tiyatrosu sanatçısıydı ve biz Ankara’da yaşayan bir memur ailesiydik. Ancak eve Cumhuriyet gazetesi girerdi, okuma yazmayı 4,5 yaşında öğrendim ve hep çok okudum. Uğur Mumcu’nun öldürüldüğü gün babamla o sokaktaydık, gözümün önünde süpürüldü parçaları. Ve kim olduğunu biliyordum Uğur Mumcu’nun daha 10 yaşındayken… Kolejde okuyordum ama burslu okuyordum. Dolayısıyla sıradan bir ailede büyüdüm ama kitaplarla büyüyen, politik bir çocuk oldum. O zamanlarda, 90’larda sınırlı da olsa haber almak daha mümkündü, olan biteni öğrenebiliyorduk en azından. 

Sonra yıllar geçti, 30 yaşında Gezi’yi gördüm. Gezi benim kuşağımın hareketi değildi ve öncesinde de yeni kuşaktan hiç umutlu değildim. Bir gecede olanlar beni utandırdı ve köşelerimi yumuşattım, umudun da biraradalıkla olduğunu gördüm. Canımız acıdı tabii, o ayrı. Hayatım boyunca dayak yememiş biri olarak Gezi’de yaralandığımda babam gazetecilerden öğrenmişti başıma geleni. O zamandan bu yana toplumsal olarak yaşadığımız travmalarla yüzleşme fırsatı bulamadan başka travmalar yaşadık. Herkesin canı yanmaya başladı. “Bizler ve onlar” diye bir ayrım yaratıldı ve bunu kabul etmek istemiyorum. Cezaevinde bile yemek veriliyor tutsaklara ama biri ihraç edildiğinde yaşam hakkı tamamıyla elinden alınıyor. Dışlanıyor, iş bulamıyor, yalnızlaştırılıyor. Acıda bile ayrışmaya başlamışken mutlulukta nasıl bir araya geleceğiz kaygısının ilacı sanat. Tam da bunu sağlayan bir tutkal olduğu için tehlikeli olarak algılanıyor. Bütün çabamız biraz da bu yüzden…

G.Z.G: Şunu kabul etmeleri lazım; sanat bir güç. Haliç Üniversitesi’nde okurken okul taksitini zamanında yatırmayanlar turnikeden geçip okula giremiyordu, böyle bir sistem vardı. Mezuniyet oyunumuzun olduğu gün, bu sebeple içeri girmeme izin vermediler. Biz de ekiple oyunu dışarıda oynamaya karar verdik. Taksitlerini ödeyen arkadaşlar oyunun dekorunu dışarı çıkarmaya başladılar. Sonra okul geri adım attı ve biz oyunu oynayabildik. Bu örnekte okul devletti ve devlet geri adım attı. Geri adım atmasalardı biz oyunu salonda değil, sokakta oynayacaktık. Tıpkı bugünkü gibi… Salonumuzu kapatabilir, salon vermeyebilirler ama sokak var, sokakta da tiyatro yapabiliriz. Annemle babama da böyle olmuş; oyunları yasaklanmış; onlar da sokakta, traktörün üstünde oynamışlar. Böyle evrilmiş bu tarih boyunca. Geri adım atmadan ilerlemeye çalışmaya devam.

I.Y: Bu kadar olumsuzluğun içinde bir olumlama yapmamız gerektiği için tekrar söylüyorum; sanat birleştirir, bütünleştirir, iyileştirir. Bu yüzden amacımızın da iyi olduğuna eminiz, bu gücün umudunu ve heyecanını kullanalım.

G.Z.G: Meclisteki korkunç olay yüzünden Kadınlar Sahneye eyleminde olduğu gibi… 100 kadın olayın ertesi günü “Afife Jale’nin torunlarıyız” diyerek sahnedeydi. Muhsin Baba da zamanında “höst” demeyi bilmiş. İktidar ona karşı her adım attığında vazgeçmeden üretmeye devam etmiş. ŞT’yle, DT’yle ilgilenmiş; konservatuardan gitmesi gerekiyorsa gitmiş ama vazgeçmemiş. Bizler de onların umudunu yitirmeyen torunlarıyız.

Son olarak Müstehak yeni sezonda neler yapacak, yenilikler olacak mı?

G.Z.G: Yazılı haberlerin yanı sıra videolarla da ulaşmaya çalışacağız insanlara. Biraz o tarafa ağırlık vereceğiz. En yeni projemiz bu, Müstehak TV’ye dönüşebilmek. Sokakta bir ekip kurarak…

I.Y: Hayalimiz de kendi sahnemizi yeniden açtığımızda odalardan birini Müstehak’a tahsis edip genç arkadaşlarımızla beraber üretmek. Ekonomik olarak büyümeyi sadece kalabalıklaşmak ve yazarlarımıza telif verebilmek amacıyla istiyoruz. Bu da daha kalıcı ve sağlam bir hale gelebilmesi için Müstehak’ın.