Bu sessizlik bizi korumayacak!

Susma Platformu’nun İzmir Mimarlık Merkezi’nde sanat, medya ve hukuk dünyasından isimleri bir araya getirdiği OHAL’de İfade Özgürlüğü ve Haklarımız etkinliğinde ülke çapında bir sessizliğin yaşandığı gerçeğine dikkat çekildi


Susma Platformu, 2018 yılının ilk etkinliğini OHAL’de İfade Özgürlüğü ve Haklarımız başlığı altında İzmir’de, Mimarlık Merkezi’nde düzenledi. OHAL’de İfade Özgürlüğü, Avukatlar Gazeteci Davalarını Anlatıyor ve Haklarımız ve Hukuk başlıklı üç oturumdan oluşan etkinliğin başında ayrıca platformun 2016 yılına dair kamuoyuyla paylaştığı Türkiye’de Sansür ve Otosansür Raporu’na dair de bir sunum yapıldı.

OHAL’de İfade Özgürlüğü başlığını taşıyan ilk oturumda KHK mağdurlarının belgeselini çekerken gözaltına alınan ve çekimleri engellenen yönetmen Nejla Demirci; kültür sanat mekanı Depo’nun proje koordinatörü, aynı zamanda sansür vakalarını belgeleyen Siyah Bant’ın kurucularından Asena Günal, şair Fadıl Öztürk ve dijital gözetim-sansür konularında çalışan bilişim uzmanı Şevket Uyanık katıldı.

Asena Günal, Siyah Bant’ta sansürü geniş anlamda sanatsal ifadenin yasal yollarla yasaklanması değil, sanat eserlerinin üretimini ve dolaşımını engelleyen süreçleri de kapsayan bir şemsiye olarak aldıklarını belirterek, aktörlerinse sadece devlet kurumları olmadığının altını çizdi ve sözlerine şöyle devam etti: Kurumların bizzat kendileri de sansür yapıyor olabilir- küratörler, meslek örgütleri, sektör temsilcileri ve fon veren kuruluşlar olabilir. Yöntemleri de cezalandırma, yasaklama, hedef gösterme, tehdit etme, korkutma, gayrimeşrulaştırma ve ötekileştirme. Gerekçeler de Türkiye’de daha çok milli bütünlük, dini hassasiyetler, cinsellik, sosyal ve politik çatışmalar, Kürt meselesi, telif hakları ve kurumsal imaj. Kullanılan hukukî gerekçeler de daha çok terörle mücadele kanunu, kamu düzeninin bozulması ve cumhurbaşkanına hakaret.

“Bazı alanları ayakta tutabileceğimiz umuduyla yaşıyoruz”

OHAL dönemiyle birlikte birçok temel hakkın kısıtlandığının altını çizen Günal, “Temmuz 2015 Suruç Katliamı’ndan bu yana saldırılar, barış sürecinin sona ermesi, her türlü muhalefetin şiddetle bastırılması ve son olarak da darbe girişimi ve OHAL, kültür sanat alanında artan sansür ve hedef gösterme vakalarına neden oldu” dedi.

Osman Kavala’nın tutuklanmasına da değinen Asena Günal, Kavala’nın 2002 yılında kurduğu Anadolu Kültür aracılığıyla kültür sanat üretiminin geliştirilmesi için çalışan biri olduğunu söyleyerek “Kültür sanat alanında faaliyet gösteren hiç kimse, eğer ideolojik bir göz kararması içinde değilse Kavala’nın suç işlemediğini bilir. Buna rağmen, ona yapılan haksızlığa karşı Avrupa’dan pek çok kültür kurumu dayanışma açıklaması yaparken Türkiye’dekiler kurumsal düzeyde bir açıklama yapamamıştır” dedi ve sözlerini şöyle bitirdi: “Bu oluşan büyük sessizlik içinde, küçük de olsa bazı alanları ayakta tutabileceğimizin umuduyla yaşıyoruz. Ama bu sessizlik bizi ne kadar korur bilmiyorum. Belki de sessizlik bizi hiç korumayacak.”

“Sanat kurumları iktidar alanlarını kaybetmemek için susuyor”

Bodrum’da KHK ile işinden atılan doktor ablası ve bir öğretmenin hikâyesinin belgeselini çekerken gözaltına alınan Nejla Demirci ise yaşadığı baskıları ve gözaltı sürecini aktardı.

“Kızkardeşim Bodrum Devlet Hastanesi’nde kardiyolog olarak çalışıyordu. KHK ile işinden atıldı hemen atlayıp Bodrum’a gittim ve sorunun sadece KHK ile ihraç edilmiş kardeşimin sorunu olmadığını anladım. Hastaları örgütlenmişlerdi, bu kalp hastası insanlar doktorlarını geri istiyorlardı. Buna toplum olarak ihtiyacımız olduğunu ve bu yaşananların belgesel sinemanın da sorumluluğu olduğunu düşündüm. Ve bu mücadelenin belgeselini çekmeye karar verdim” diye sözlerine başlayan belgesel için çekimlere 14 Temmuz 2017’de başladıklarını ve 18 Ocak’a kadar her çekimde kameralarının kapatıldığını, çok kez gözaltına alınarak tehdit edildiklerini söyledi. Susmamak gerektiğinin altını çizen Demirci şimdiye kadar hep susulduğunu sanat kurumlarının iktidar alanlarını kaybetmemek için ses çıkarmadığını ama bu şekilde aslında kaybedildiğini söyledi.

Artı Gerçek’te yazdığı yazılar nedeniyle geçtiğimiz ocak ayında dört gün gözaltında kalan şair ve yazar Fadıl Öztürk ise 12 Eylül döneminde de benzer muamelelerle karşılaştığını söyleyerek yurtdışına ve İzmir sınırları dışına çıkma yasağı olduğunu vurguladı ve o zamanlarda da ülkeden kaçmak gibi bir çabası olmadığını, bunun bir direnme biçimi ve vicdani bir duruş olduğunu vurguladı. “Şiddetin de bir coğrafyası, iklimi var” diyen Öztürk, sabaha doğru evinin kapısını çalan polislerce gözaltına alındığını ama Diyarbakır’daki yazar arkadaşı Nurcan Baysal’a benzer şekilde davranılmadığını, kapısının kırılmaya çalışıldığını hatırlattı. 12 Eylül’e referans veren Öztürk, şiddetin üst boyutu olarak 12 Eylül baz alındığı için şiddet içerikli her türlü şeyin kabul edilebilir hale geldiğini belirtti. “Oysa şiddet işine giderken sabahın köründe gündelik hayatın sürmesinden kişinin alıkonulması şiddetin en büyüğüdür. Ben şair ve yazarım, Artı Gerçek’e de edebiyat temelli lirik metinler yazan biriyken komşular tarafından ya da toplum önünde, beraat etseniz bile, ‘terörist’ olarak görülmek şiddetin en büyüğü. Çünkü bütün toplum böyle saflaştırılıyor ve tehdit ediliyor” dedi.

“İnternette de insan hakları vardır”

Dijital gözetim-sansür konularında çalışan ve aynı zamanda Toplumsal Bilgi ve İletişim Derneği’nin kurucularından olan bilişim uzmanı Şevket Uyanık ise Türkiye’de internette sansür ve kısıtlama tarihinin 2000’li yıllara dayandığını söyleyerek şimdiki sansürünün ve gözetimin temelini oluşturan 56-51 sayılı kanunun kabul edildiğinin altını çizdi. Yaklaşık 170 bin sitenin engelli olduğunu hatırlatan Uyanık, internetin kedi fotoğraflarını paylaşma dünyasına döndüğünü söyledi. Wikipedia’nın yanı sıra internette anonim gezmeye yarayan sitelerin de engellendiğini belirten Uyanık, şu an muhalif medyanın kendine internette mecra yaratıp sesini duyurmak istediğini, gündemde olan RTÜK Yasası’nın buna engel olacağını belirterek sözlerine şöyle devam etti: “Muhalif yayın yapan medya organı çok az. Takip ediyorum, mesela CNN Türk’ün bir programı internette 300-400 kere izlenirken muhalif haber ve program yapan medyascope ya da artıtv gibi yayınlar binlerce kez izleniyor. Bunu fark ettiler, RTÜK bu yüzden internete de el atmak istiyor. İnternette insan hakları diye bir kavram olduğunu söyleyen Uyanık kavramları madde madde şöyle sıraladı: Evrensellik ve eşitlik, haklar ve sosyal adalet, erişilebilirlik, ifade ve örgütlenme, özel hayatın gizliliği ve veri korunması, yaşam hürriyet ve güvenlik, çeşitlilik, ağ eşitliği ve tarafsızlığı, standartlar, düzenleme ve yönetim.

Herkesin güvenli ve açık internete erişim ve kullanım hakkına sahip olduğunun, sansür veya herhangi bir başka müdahale olmadan internette serbestçe bilgi arama, alma ve bilgi açıklama hakkı olduğunun, ayrıca herkesin internet ortamında ve internet aracılığıyla sosyal, politik, kültürel veya başka nedenler için özgürce bir araya gelme hakkı olduğunu hatırlatan Uyanık, Türkiye’de yerli ve millî bir internet yaratılarak Çin ya da İran gibi kendi internetini kurulmak istendiğinin altını çizdi.

“Otosansür gelişmenin önündeki en tehlikeli engellerden”

1978’den bu yana avukatlık yaptığını, avukatlık hayatının 12 Eylül döneminde Selimiye’de başladığını söyleyerek sözlerine başlayan Ergin Cinmen, “90’da İstanbul’da sıkıyönetim mahkemeleri kapatıldı biz de kapıyı kapattık ancak bu dönem yaşadığımız hiçbir şeye benzemiyor. Bu dönemde delil aranmıyor, delilsiz yargılama yapılıyor. İçinde bulunduğumuz dönemin karakteristik özelliklerinden biri de savunma hakkının tam anlamıyla ihlali. Avukatın müvekkiliyle cezaevinde görüşme koşulları KHK ile değiştirildi. Cezaevine gittiğiniz zaman kamerayla sesiniz ve görüntünüz alınıyor. Müvekkilin yanında gardiyan duruyor ve ancak haftada bir gün, bir saat görüşebiliyorsunuz. Bu dönemin diğer bir özelliği de mahkemeler eliyle hukukta kaos yaratmak. AYM kararının tanınmaması bize bunu gösteriyor” dedi.

Anayasanın 25. maddesinde düşünce ve kanaat hürriyetinin, 26. maddesinde de düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetinin olduğunu söyleyen Cinmen, bu iki maddenin birbiriyle farkını bugün çok daha iyi anladığını, kimsenin düşünce ve kanaatini açıklamaya zorlanamayacağını vurgulayarak içerideki gazeteciler için bu ilkenin ortadan kaldırıldığını, ihlal edildiğini belirtti.

Otosansürün sansürden daha dehşet olduğunu söyleyen Ergin Cinmen, “Sansür daha belli, kanunlar vardır, en azından hiç olmazsa kanuna bağlıdır ama otosansürün kontrolü yok. Bir gazeteci acaba yukarıdan bir telefon gelecek mi, şu şirket hakkında yazsam reklam kesilir mi, patron ne der, işten atılır mıyım diye otosansür uygulamak zorunda bırakılmamalı. Otosansür bir toplumun gelişmesinin önündeki en tehlikeli engellerden. Beynimin içindeki bilgiyi, düşünceyi başkasına aktaramıyorsam, bilgiyi paylaşarak çoğaltamıyorsam, gelişme nasıl olacak” dedi.

Hukukun sadece hukuçulara bırakılacak kadar önemsiz olmadığını, toplumun hukuku talep etmesi gerektiğini söyleyen Cinmen, “Siyasi partilerin programlarında hukukla, yargıyla ilgili ne düşündüğünü anlatması lazım. Herkes ayağına basıldığı zaman feryat ediyor, önemli olan başkasının ayağına basıldığı zaman kendi ayağınıza basılmış gibi hissetmek. Avukatlığımın 40. yılında hala ve hep bunu söylüyorum maalesef” dedi.

“Susmamak çocuklarımızın geleceğinin güvencesi”

Cumhuriyet Gazetesi avukatlarından Bahri Belen ise “Burada hukukla, yargıyla ve bunların denetim yaptığı hak ve özgürlüklerle ilgili yaşadığımız sıkıntının sonucu ne olacağız, ne yapabiliriz diye toplandık. Hukuk güvenliğinin kalmadığı bir toplum demokratik olamaz. Biz vatandaşlar olarak anayasa maddeleri karşısında nasıl davranmamız gerektiğini biliriz. Fakat o yasaları onaylayan meclisin veya hükümetin bu yasalara uymaması bu ülkede hukuk güvenliği yok anlamına geliyor” dedi.

“Demokratik bir toplum olmanın yolu çoğunluğun kararının geçerli olmasından değil, temel insan haklarının güvencede olmasından geçer” diyen Belen, yaşanan iki kanlı dünya savaşı “çoğunluğun kararı”nın topluma güven, mutluluk ve huzur getirmediğini gösterdiğini belirterek demokratik toplumun temelinde sadece çoğunluğun değil, azınlık olanın da hak ve özgürlüklerini savunmanın yer aldığını vurguladı.

“Bizim iç hukuk kurallarımız gibi geçerli olduğu halde, uluslararası insan hakları sözleşmelerinin üst düzeyde normlar olduğunu herkes kabul etmiş durumdaydı. Yapılan ihlaller sonucu bu ihlali saptayan mahkeme kararlarına uyulmaması toplumda hukuk güvenliği konusunda ciddi endişeler yarattı. Son yaşadığımız olaylar da bunun örnekleri” diyen Belen, bugün nefes almamızı engelleyen bir ortamda olduğumuzu, bu geriye düşüşün herkesi sıkıntıya soktuğunu belirtti. “Oysa hukuk devleti diyoruz, hukuk güvenliği içinde olalım diye yasalarda norm haline getirilmiş haklarımız var. Bizler yurttaşlar olarak yasada ve yönetmeliklerde neler olduğunu bilir ve ona göre davranırız, yani eylem ve tasarruflarımızın sonuçlarını bilerek hareket ederiz. Çünkü biliriz ki devlet koyduğu o normlara önce kendisi, sonra da bütün sistem uyar. Birden bire bunların böyle olmadığını gördüğümüzde o ülkede hukuk güvenliği kalmamış demektir ve o toplum demokratik bir toplum olamaz. Demokratik olmayan toplumda da yaşamak huzur ve güvenlik getirmez. Bizden sonraki kuşaklar için büyük endişe duyuyorum. Haklarımıza, evrensel hukuka sahip çıkmak, susmamak çocuklarımızın geleceğinin güvencesidir” dedi.

“Hukuku talep etmeye devam etmeliyiz”

Hepimizin ihtiyacı olan ve önünde eğildiği biricik adalet duygusuna rağmen neden böyle günlere geldiğimiz sorusunu sorarak konuşmasına başlayan avukat Figen Çalıkuşu da herkesin kendine güvenerek “Ben suç işlemem” diyebileceğini ama bugün “Ben asla yargılanmam” cümlesini hiçbirimizin kuramadığını vurguladı. Çalıkuşu tutuklu gazeteciler, KHK ile ihraç edilen, sosyal medyadaki paylaşımları yüzünden yargılanan insanları hatırlatarak hukuk güvenliği-belirliliği ilkesine ağır saldırının maliyetinin çok ağır olduğunun altını çizdi. Hukukta belirlilik ilkesinin çok önemli olduğunu vurgulayan Çalıkuşu, “Belirlilik ilkesi üzerimize düşen yükümlülüklerin farkında olmamızı sağlar ve erkler arasındaki keyfiliği de denetlemeyi önemser. Erkler arasındaki keyfilik ve birbirinin yerine geçmesi engellenemediği için biz bugün bu davaları yaşıyoruz” dedi. Gazeteci davalarının başladığı döneme bakarsak bildik bir usulün uygulandığını, toplumun cepheleştirildiğini söyleyen Çalıkuşu, “Beğenilmeyen düşünce sahipleri mahkeme ya da yargıya ihtiyaç kalmadan işaretleniyor -ki bu da lekelenmeme hakkıdır- hedef gösteriliyor, düşmanlaştırılıyor. Muhteşem bir algı yönetimiyle son noktada operasyon başlıyor ve savcılar ‘görevlerini’ yerine getiriyor” dedi.

Bazı müvekkillerinin gözaltına alındığında ve sonrasında hiçbir delil olmadığını, sadece ihbar olduğunu söyleyen Çalıkuşu, delil toplamak için de acele etmeyen bir sistem olduğunu, sürecin böyle yürüdüğünü belirtti. “Özgür toplumlarda hukuk devleti slogan gibidir, evet hukuk var ama özgür değiliz. Bizler ‘olmayan’ bir suçu savunmak zorunda kalıyoruz. Öte yandan Türkiye’nin uluslararası sistemde maruz kaldığı itibar kaybının bedellerini de ödemek zorunda kalıyoruz. Mesela Moody’s, Türkiye’nin notunu kırarken ‘AYM kararına alt mahkemelerin uymaması yargı makamının temelini çürütmektedir’ dedi. Bu, Türkiye’nin yalnızlaştırılması, daha içe kapanık hale gelmesi ve mağduriyetlerin artması anlamına gelmektedir” dedi.

Umudumuzu yitirmememiz gerektiğini söyleyen Çalıkuşu, hukuka yeniden dönüş olacağını ve siyasetin yargıyı kuşatması üzerinden yaşanan rövanşlardan vazgeçmek gerektiğini, toplum olarak hukuku talep etmeye devam etmemiz gerektiğini vurguladı.

Prof. Dr. Sami Selçuk: Toplumun hukuk ve ahlâk sorunu var

Eski Yargıtay Ceza Dairesi Başkanı ve Yargıtay Onursal Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk toplumda bir ahlâk sorunu olduğunu söyleyerek başladığı konuşmasına şöyle devam etti:

Toplumun bir hukuk sorunu var, ama bu toplumun bir ahlâk sorunu da var. Ahlâka aykırı hukuk yapamazsınız, ahlâklı olmayan bir toplumda doğru bir hukuk uygulaması da yapamazsınız. Ben toplumsal açıdan, toplumsal ahlâkla hukukun birleştiği kanaatindeyim. Biraz önce verilen örneklerden de anlaşılacağı üzere; bir taraftan ben yargı kararlarına uyacağım, bir taraftan da şöyle olursa uymam diyor. Şimdi burada aslında devleti yöneten insanların topluma verdiği belli bir söz olmalı. Ben yargı kararlarına uymayı bir ahlâk ilkesi olarak kabul ediyorum diyebilmeli.

“Dünyadaki sistemler içerisinde biz kara Avrupa sistemine tabiyiz. Bir de Anglosakson sistemi var, onlarda tek bir yüksek mahkeme vardır” diyen Selçuk, “Bu yüksek mahkeme anayasa yargısı yapar, adli yargı yapar ve idarî yargıyı yapar. Yetkili yüksek mahkemedir. Görev verilmiş ayrı bir mahkeme yoktur. Ve yüksek mahkemenin önüne gelmeden önce, eğer bir mahkeme, bir yargıç bir kararı bir yasa maddesinin anayasaya aykırı, bir tüzük maddesinin yasaya aykırı olduğunu görürse ben bunu uygulamıyorum der. Hukuk düzeni buna izin verir. Ve o tek mahkeme zannetmeyin ki, bilmem kaç milyon davaya bakar. Nitekim Trump bir karar aldı, mahkemedeki bir bayan yargıç ne dedi? “Anayasaya aykırı, uygulamam” dedi. Bitti. Trump bir şey yapabildi mi? Hayır. Çünkü yargı bağımsız, dokunamazsınız. Bizimkiler ne diyor sürekli? ‘Amerika’da yargı bağımsız değil, siyasetin emrinde’ diyor. İşin garip tarafı Yargıtay Başkanı da diyor. Çünkü bir şey bilmiyor. Korkunç bir şey. Bu kadar bilgisizlik korkunç. Dünyada en bağımsız yargıçlar nerededir diye sorarsanız Anglosakson sistemindedir. Hiç kimse kıllarına dokunamaz. Çünkü halk seçiyor. Beğenmedi mi de dört yıl sonra değiştiriyor” dedi.

“Yargıçlar bilinçsiz”

Şahin Alpay kararını işaret eden Selçuk konuşmasında konuyla ilgili şunları söyledi: Anayasa Mahkemesi dünkü kararında, ‘Benim kararlarımı uygulamak zorundasın’ diyor. Hiçbir mahkeme Anayasa’nın 153. maddesi varken bunu söylemek gereğini duymaz. Çünkü bu fazladan bir laftır. Mahkeme kararları gereksiz gerekçe taşıyamaz. Anayasa Mahkemesi’nin kararı Fransız yargıtayının önüne gitse ‘Anayasa’nın 153. maddesi varken bunu niye yazdın’ diye soracaktı. Ama Türkiye’de bunun gerekçesi var. Çünkü öncesinde uygulamamış.

Hukuk sistemimizde yargıçların bilgilerinin yetersiz olduğunu söyleyen Selçuk, yargıçların adil ve hukuka uygun kararlar verebilmesi için “bilinçli” olmasının gerektiğini vurgulayarak hukuk sisteminden umudunun kalmadığının da altını çizdi.

(Prof. Dr. Sami Selçuk’un konuşmasının tam metnini yakında buradan okuyabilirsiniz)