KÜLTİGİN KAĞAN AKBULUT
Koç Üniversitesi’nde, kuruma bağlı Türk Siyasi Ekonomi Topluluğu (TPES) tarafından gerçekleştirilmesi planlanan Türkiye ve Latin Amerika’nın Karşılaştırmalı Perspektifi başlıklı çalıştayda yaşanan sansürü konuştuk geçtiğimiz günlerde. Çalıştaya kabul edilen iki sunum, “Türkiye’deki sıra dışı koşulların akademik işlere getirdiği olası sonuçları düşünüldüğünde, siyaseten çok hassas”’ denilerek programdan çıkarılmış, sunumu iptal edilenlerden Yasemin Yılmaz sunumunu ve kurumdan gelen e-maili, sosyal medya hesabından paylaşarak duyurmuştu. Ardından yaşanan tartışmalar üzerine de çalıştay tamamen iptal edilmişti.
Elit İlgi Alanları ve Medya Baskısı: Türkiye ve Venezuela’daki Durumlar başlıklı sunumunda, Venezuela ve Türkiye’nin son dönemde yaşadıklarına dair siyasi otoriterlik ve medya sansürü üzerinden bir karşılaştırma gerçekleştiren Yasemin Yılmaz, New York Şehir Üniversitesi’ne bağlı Graduate Center’da sosyoloji bölümünde doktora öğrencisi. Sunumunun iptalini daha çok kurum tarafından uygulanan bir otosansür olarak değerlendiren Yılmaz’la yaşananları ve iki ülkedeki medyanın dönüşümünü konuştuk.
Öncelikle kısaca yaşanan son süreci konuşalım. Makaleniz çalıştaya kabul edildi ve sonrasında “siyaseten sakıncalı” bulunup gelmemeniz istendi. Siz sosyal medya hesaplarınızdan tüm süreci açıkladınız. Ancak ayrıntılı olarak tekrar sormak istiyorum. Süreç tam olarak nasıl gelişti?
Ben nisan ayında yayınlanan çalıştay duyurusu doğrultusunda sunum başvurumu yaptım ve nisan sonunda başvurumun kabul edildiğine ve sunum için davet edildiğime dair bir e-mail geldi. Daha sonra mayıs ayı sonunda, normal sürece uygun olarak, çalıştayın taslak programı, sunum yapanların bilgisi geldi. Biletimi almış, sunumum üzerinde çalışıyordum ki, düzenleyicilerden ‘siyaseten sakıncalı’ olduğu için sunumumun programdan çıkarıldığını anlatan mail geldi. Ben de bu durum bilinsin istediğim için sosyal medyada düzenleyicilerden aldığım maili ve konferansa başvuru olarak yolladığım özet metnini paylaştım. Durum birçok insanın ilgisini ve tepkisini çekti, sonuçta ortaya çıkan tabloda konferans düzenleyicileri çalıştayın iptal edildiğini açıkladılar.
Hangi üniversitede çalışmalarınızı sürdürüyorsunuz? Çalışmalarınız daha çok hangi konular üzerine?
Ben New York Şehir Üniversitesi’ne bağlı Graduate Center’da sosyoloji bölümünde doktora yapıyorum. Çalışma alanım genel olarak politik ekonomi ve devlet-sermaye ilişkileri.
Bu makaleyi yazmaya nasıl karar verdiniz? Türkiye ve Venezuela’daki medya üzerine hangi benzerlikleri gördünüz ve bir karşılaştırma yapmayı düşündünüz?
Bu makale aslında New York Üniversitesi siyaset bilimi bölümünde yazdığım yüksek lisans tezimdi. Çalıştaya katılmaktaki amacım bir ölçüde üç yıl önce yazdığım bu makaleyi güncellemek ve yayına hazırlamaktı. Karşılaştırma, özellikle Türkiye ve Venezuela’yı inceleme niyetiyle ortaya çıkmadı aslında. Teze başlarken niyetim Türkiye’de basın özgürlüğünün ve medya üzerindeki baskının AKP yıllarındaki seyrini ele almaktı. Merak ettiğim ana soru bu baskının araçları, özellikle de vergi cezası uygulaması ve Türkiye’deki büyük sermayenin bu süreçte aldığı tavırdı. Bu soruyla yola çıkıldığı zaman karşılaştırmalı bir çalışmanın açıklayıcı olması için hem bağlı değişkende, bu çalışmada basın özgürlüğü hem de bağımsız değişkende, yani sermaye desteği, varyasyon olması gerekir. Venezuela örneğini bu şekilde seçtim. Çünkü iki durumda da basın özgürlüğünü kısıtladığını düşündüğümüz hükümet baskısı, güçlü, otoriter tandanslı lider gibi durumlar mevcut olduğundan, incelemek istediğim ilişkiyi anlamlı bir şekilde ele alma imkanım vardı.
Genel siyasi perspektiften baktığımızda Venezuela’daki ve Türkiye’deki gelişmeler arasında ne gibi benzerlikler ve farklılıklar var?
Bu tezin ele alındığı dönemin en önemli benzerliği Chavez ve Erdoğan’ın güçlü lider profilinde, hitap ettikleri kitlelerde çok büyük desteğe sahip olan kişiler olmasıydı. Aynı zamanda makaledeki karşılaştırmanın geçtiği dönemde iki ülkenin de benzer ekonomik gelişme seviyesinden, çalkantılı siyasi dönemlerden çıkıp darbeler, koalisyonlar, ekonomik liberalizm yollarından geçerek Chavez ve Erdoğan döneminde bir istikrara kavuşmuş olmaları da önemli bir benzerlikti. Ama tabii Venezuela sol-popülist bir yola girerken, Türkiye’de muhafazakar sağ iktidara geldi. Bir diğer önemli fark da Venezuela’nın yeraltı kaynaklarının ülkenin ekonomik planını Türkiye’den tamamen farklılaştırması.
Makalenizde temel olarak sermaye ve iktidar ilişkisi üzerinden bir değerlendirme yapıyorsunuz. Venezuela’daki sermaye sahiplerinin iktidarla arasının kötü olmasından dolayı muhalif medyayı desteklediğinden, Türkiye’deki kapitalistlerin ise buna girişmediğinden bahsediyorsunuz. Sermayenin medyayı politik bir araç olarak kullanması hakkında ne düşünüyorsunuz? Medya burada nasıl bir araca dönüşüyor?
Sermaye özellikle de Türkiye’de, medyayı her zaman siyasi bir yatırım aracı olarak görmüştür. Burada Türkiye ekonomisinin ‘holdingleşmesi’ döneminin de payı büyük. Türkiye gibi olmayan, yani medya kuruluşlarının yine büyük sermaye çatısı altında olduğu, fakat medya sahibi şirketin farklı sektörlerde yatırımları olmadığı durumlarda da medya genel olarak kapitalist sınıfın ve sermayenin çıkarlarının dile getirildiği, belli görüş ve taleplerin halk nezdinde ‘normalleştirilmesine’ ve kabul edilmesine aracılık eden bir araca dönüşür. Bu, özellikle medya gruplarının ana gelir kaynağının reklam olduğu, dağıtım ağlarının, baskı maliyetlerinin satışla karşılanabilenin çok üstüne çıktığı her durumda böyledir.
Basın-yayın organları bu durumlarda patronların ve iktidar odaklarının istek ve çıkarları doğrultusunda doğrudan politikaya yön vermeye çalışabilecekleri, sınıf çıkarlarına alet olabilecekleri gibi (Türkiye’de 28 Şubat süreci, Venezuela’da Chavez’e karşı düzenlenen darbe girişimi gibi), diğer dönemlerde sadece iktidarı elinde bulunduran sınıfın çıkarlarını, istek-taleplerini halka anlatma, kabul ettirme, toplum nezdinde normalleştirme rolü de oynayabilirler, birçok savaş dönemi buna örnektir.
Bağımsız medyanın bu noktada nasıl bir tutumu oldu sizce? Birgün, Evrensel gibi eski tarz medya organları ve internet üzerinden yayın yapan yeni bağımsız yayınlar neden bu süreci kıramadı?
Basın ve ifade özgürlüğünün kısıtlanmasının, basın üzerindeki baskının boyutları ne olursa olsun, ana akımın dışında kalan yayın organları hep olacaktır. Bu muhalefet yelpazesinin her farklı görüşü için geçerli. Fakat medya ve toplum ilişkilerinin kapitalist kurallara göre şekillendiği bir düzende, bu yayınlar büyük kitlelere hitap edemez, görüşlerini yaygınlaştıramazlar. Bunun en temel sebebi reklam geliri, ikinci önemli etkeni de dağıtım ağları. İnternet gazeteciliği her ne kadar düşük masrafla kurulabilen bir girişim gibi gözükse de, aslında reklam gelirine çok daha fazla ihtiyacı var, nitekim tek gelir kaynağı o. Bunun yanı sıra TÜİK rakamlarına göre, Türkiye’de 16-74 yaş arası nüfusun yüzde 60’ı internet kullanıcısı. Bu oranın içinden internet üzerinden muhalif yayın yapan organları takip edenlerin oranını hesaplayabilecek olsak, toplam seçmenin çok küçük bir grubunun yeni bağımsız yayınları takip ettiğini görürüz. Dolayısıyla ne Birgün, Evrensel gibi eski tarz medya organlarının ne de internet yayınlarının Türkiye’de basın özgürlüğünün bu noktaya gelmesinde süreci kırması mümkün.
Uludere’de öldürülen sivillerin devletin açıklamasından sonra ve Gezi protestolarının, ikinci gününde devamlılığı anlaşılınca ana akım medyada haber olmasını iki önemli örnek olarak inceliyorsunuz. Sizce bu iki örnek neyi simgeliyor medyanın dönüşümünde?
Bence bu olayların ikisi de Türkiye’de özgür basın faaliyetinin geldiği noktayı göstermeleri açısından derslerde okutulabilecek nitelikte. Birinde, devlet en hafif tabiriyle sorumsuzluk ve beceriksizlikle 19’u çocuk 34 sivili öldürdü. Bu olayın sabahında sosyal medya ve irili ufaklı yayın organları haberi geçmeye başlamıştı. Fakat büyük ve yerleşik medyada haber, hükümetin bombalamadan neredeyse bir tam gün sonra gelen basın açıklamasıyla duyuldu. Halbuki bombalama haberi alındığında büyük haber ajansları da, yayın organları da bölgede haberi teyit edebilecek, hazırlayabilecek personele sahipti. Böyle bir durumda haberi vermek için hükümetin açıklamasını beklemek yetkililere hem olayın aktarılış biçimi hem de doğan siyasi krizi yönetmek için çok uzun bir süre tanımış oldu.
Gezi olaylarında da, bir ülkenin en büyük şehrinin merkezindeki ana meydanda eylemler, protestolar yapıldı ve ülkenin ana akım medyası bunu ancak iki gün sonra ‘fark etti.’ Böyle bir senaryoyu İngiltere’de ya da Fransa’da tahayyül edebilen yoktur herhalde.
Bu iki olay bize, basın faaliyetlerinin habercilik ve gazetecilik güdüsüyle değil, hükümet korkusu ya da hükümeti rahatsız etmeme isteği gibi hislerle yürüdüğünü gösteriyor.
Koç Üniversitesi bir özür yayımlayıp çalıştayı iptal etti. Medya üzerine teorilerinizin akademi üzerinde de benzer olduğunu söyleyebilir miyiz? Yaşanan son durum hakkında düşünceleriniz neler?
TPES özür dileyip, konferansın iptal edildiğini duyurdu. Bu sansür olayının ve sonrasında gelen iptalin Türkiye’nin en büyük sermaye grubuna ait özel bir üniversitede yaşanması tabii ki makalemde medya ekseninde ele aldığım devlet-sermaye ilişkileri ile bir paralelliği akla getiriyor. Fakat TPES’in yayımladığı özür ve iptal metninden sürecin nasıl geliştiğini, kararın kim ya da kimler tarafından alındığını bilemediğimiz için böyle bir benzerlik olup olmadığını söyleyemeyiz. Yaşanan son durumdaki ana etkenin daha çok otosansürle alakalı olduğunu düşünüyorum. Üniversitelerin ve akademisyenlerin darbe girişimi sonrasında binlerle tasfiye edildiğini, ihraç edildiğini gördük. Bu çalıştay özelinde doğrudan bir talimat ya da talepten çok, kararı verenlerin yaşananları görüp korkmalarının daha etkili olduğunu düşünüyorum.
Türkiye’de her koldan, kanaldan işleyen sansür mekanizmasının yarattığı hasara dair dışarıdan bir göz olarak tespitleriniz neler? Stratejik olarak neler yapılabileceğini düşünüyorsunuz?
Açıkçası stratejik olarak şu ya da bu yapılabilir gibi bir öngörüm ne yazık ki yok. Gelen baskılara karşı toplu halde tavır almak ve karşı koymak dışında bir yol düşünemiyorum.