Kocaeli’den dünyaya: Üniversite ötesinde bir arayış

Kocaeli Üniversitesi’nden ihraç edilen akademisyenlerin kurduğu Kocaeli Dayanışma Akademisi, mevcut üniversite sisteminde dönüştürmeye çabaladığı meseleleri Hayat Bilgisi Okulu projesi ve onunla bağlantılı etkinlikler etrafında gündeme taşıyor


YAĞIZ ALP TANGÜN

Kocaeli Üniversitesi’nden “imzacı” oldukları için ihraç edilen akademisyenlerin Kocaeli Dayanışma Akademisi (KODA) etrafındaki bir araya geliş öyküsü, kamusal ihtiyaçlara denk düşen bilimsel bilginin ve tavrın üniversiteden tasfiyesi sürecinde kritik bir evreyi işaret etmekle birlikte bugün üniversite ötesinde bir arayışı gündeme getiriyor. Kurulalı bir yıldan fazla olan oluşum, mevcut üniversite sisteminde yıllardır şikâyet ettikleri ve dönüştürmeye çabaladıkları pek çok ilişkiyi, alışkanlığı ve yöntemi, Hayat Bilgisi Okulu projesi ve onunla bağlantılı etkinlikler etrafında tartışmaya çalışıyorlar.
Bu kapsamda 30 ve 31 Mart’ta Kocaeli’de düzenledikleri Üniversitenin Ötesinde: Eleştirel, Özgürleştirici ve Dayanışmacı Arayışlar başlıklı uluslararası konferansın ardından hem bu etkinlikler dizisini hem de KODA’yı konuşmak üzere oluşumdan Derya Keskin’le görüştük.

 

KODA, ardından Hayat Bilgisi Okulu ve şimdi de bir konferans… Konferans fikri nasıl ortaya çıktı, nasıl hayata geçti?

Aslında her şey çok kısa bir zaman içerisinde gelişti diyebilirim. İnsanları bir araya getiren, birbirimizin deneyimlerinden yararlanmak ve dayanışma ilişkilerini genişletmek istediğimiz konferanslar, çalıştaylar düzenleme gibi planlarımız mevcuttu. Bu organizasyonun ani gelişimi, elimizdeki fonu kullanmak gibi teknik bir nedenle oldu.

Bu konferansın özellikle, 28 Şubat’ta açılan Hayat Bilgisi Okulu henüz başlangıç evresindeyken, okulumuzun atölye çalışmalarına, araştırma faaliyetlerine ve gelecek etkinliklerin planlanmasına ışık tutacağını düşündük.

Üniversitenin Ötesinde başlıklı bu konferansta, üniversite dışına itildiğimiz koşullarda ne yapabileceğimizi araştırmak ve bunu yaparken de hem Türkiye’deki hem de yurtdışındaki deneyimlerden faydalanmak istedik. Konferansın uluslararası niteliği bu ihtiyaçtan kaynaklanıyor.

Konferansın başlığında geçen “üniversite ötesi” ifadesi ile kastedilen nedir?

Üniversitenin Ötesinde başlığını kullanmamız hakkında pek çok arkadaşımız birbirine yakın da olsa farklı yorumlar yapabilir, ancak kendi açımdan şunu söyleyebilirim: Bizler üniversite dışına çıkarıldık ama üniversite ya da üniversiteden anladığımız üniversite pratiği, bizim için bitmiş değil. Biz hâlâ akademisyeniz, hâlâ araştırma yapıyoruz, hâlâ öğrencilerimizle bir araya geliyoruz. Dolayısıyla burada aynı zamanda üniversitenin dört duvar arasında kalmış, sadece oraya sıkıştırılmış bir şey olmadığı mesajı var. Üniversitenin duvarları dışında da kendi üniversitemizi yaratabiliriz. Ayrıca bunun adının üniversite olması da gerekmiyor. Fakat bu üniversiteden vazgeçtiğimiz anlamına da gelmiyor. Bu anlamda bir arayış aslında, belki adına üniversite de demeyeceğiz artık ama sonuç olarak üniversite ötesinde üniversiteye rağmen bir arayış hali denebilir.

Üniversitenin dışında kalmışlar olarak, adına üniversite diyelim ya da demeyelim akademiye dair iddialarımızdan; akademik özerklik, bilimsel üretim, araştırma, eğitim ve öğretim adına yapmak istediklerimizden vazgeçmiş değiliz. Artık üniversitede değiliz ve tüm bunları nerede yapabiliriz? Bunun için üniversite ötesinde derken aslında orada iki şey var; bir yandan üniversiteden vazgeçmeme, bir yandan da üniversite dışında yeni bir şeyler kurma. Arayış dememizin sebebi de bu aslında. Arayış halindeyiz ve ne yapacağımız biraz da yolda belli olacak gibi.

Yine konferans başlığında geçen “eleştirel, özgürleştirici, dayanışmacı arayışlar” ifadesiyle kastedilen çaba, Türkiye üniversite sisteminin ya da eğer biraz daha genişletmek mümkünse eğitim sisteminin neresinde duruyor?

Bir defa eleştirel olmayan üniversite, üniversite değildir bence. Özgürleştirici olmayan eğitim de gerçek eğitim değildir. Dayanışma ise bizim kendi pratiğimizden ortaya çıkan bir şey ama bu sadece bize özgü bir şey değil, olması gereken bir şey bence. İnsanlık tarihi boyunca süregelen bir dayanışma pratiği var. Bizim buradaki dayanışma pratiğimiz, eğitimin bütün bileşenleri ya da üniversitenin, hatta adına üniversite demediğimiz bu oluşumun, arayışın bütün bileşenleri olarak özgürleştirici, dayanışmacı ve eleştirel bir oluşum dileğimiz.

Bugün üniversitelerde eleştiri yapmak şöyle dursun, herhangi bir konuda düşüncenizi söylemek için bile çok düşünmeniz gerekebilir. Bunun örneklerini de görüyoruz, insanlar otosansür uyguluyor üniversitelerde. Düşünceyi ifade edememek, eleştirel olamamak çok tehlikeli. Bir şeylerin daha iyi olabilmesi için eleştiri olmazsa olmaz koşuldur. Ancak o zaman gerçek anlamda bir bilim, eğitim ya da öğrenim sürecinden bahsedilebilir.

Özgürleştirici olmayan, insanların kendisini ifade edemediği, insanların kendi sınırlarını zorlamadığı bir eğitimin gerçek anlamda bir eğitim olmasından söz edilemez. Üniversitenin dışına atıldığımız, ekonomik ve sosyal olarak alanımızın daraltıldığı bu koşullarda o alanı genişletmenin en önemli sac ayaklarından birisi de dayanışma. Bu sebeple hem kendi aramızda, Kocaeli’de atılan ve bizimle bir arada hareket eden arkadaşlarımızla ve kent halkıyla hem diğer şehirlerde bizim durumumuzda olan, bizimle birlikte hareket etmek isteyenlerle hem de uluslararası düzeyde dayanışmanın kurulmasını önemsiyoruz. İngiltere, İtalya, Japonya ve Polonya’dan gelen arkadaşlarımızla birlikte ne yapabiliriz, nasıl bir dayanışma ağı örebiliriz ve “üniversitenin ötesinde bir üniversite ya da adına ne diyeceksek o oluşumu nasıl birlikte yeniden kurabiliriz?” diye düşündük. Aslında kurucu bir iradeyi ortaya koymaya çalışıyoruz sanırım bu süreçte. Bütün bu yaptıklarımız da onun bir parçası.

Yurtdışından konuklar da deneyimlerinden hareketle sunumlar yaparak konferansa katkı sağladılar. Tüm deneyimler için “nasıl bir üniversite arayışı ve ihtiyacı” hakkında bir özgüllük söz konusu elbette, siz KODA deneyimi üzerinden baktığınızda diğer deneyimler arasında ne tür benzerlikler ve farklılıklar gördünüz?

Konferansımıza İngiltere, İtalya, Japonya, Polonya’dan olmak üzere dört ayrı ülkeden katılım vardı. Aslında biz Latin Amerika’dan da katılımcı olsun istedik, pek çok kişiyle de görüştük ne yazık ki tarih konusunda uyum sağlayamadığımız için çok istemelerine rağmen katılamadılar.

Bizden en büyük farkları, konjonktürel anlamda son iki yılı dikkate aldığımızda, tabii OHAL koşulları altında olmamaları. Bizim hissettiğimiz kadar dayatmaya maruz kalmıyorlar. Elbette başka şekillerde hissediyorlardır, ancak biz daha doğrudan biçimde buna maruz kalıyoruz. OHAL öncesinde de çok parlak olduğu söylenemez, özellikle devlet üniversitelerinde çalışan akademisyenler olarak belli kısıtlamalara keza vakıf üniversitelerinde de maruz kalıyorduk. Ama kendi adacıklarımızda, en azından belli güvencelerle bir şeyler söylemeyi becerebiliyorduk sanırım.

Öncelikle Avrupa’dan gelen katılımcıların deneyimlerine bakıldığında orada şu anda en büyük kaygılardan biri eğitimin ticarileşmesi, zaten bu yeni değil ancak maliyetlerin giderek artması söz konusu. Bu bakımdan “free university” ifadesi iki şeyi kastediyor. Öncelikle zihinlerin özgür olduğunu, yani akademik özerkliği -ama bununla sadece akademisyenin özerkliğini kastetmiyoruz- öğrenciden kuruma kadar bütün bileşenlerin özerkliğini kastediyoruz. İngilizce kullanımdaki diğer anlam ise bildiğiniz gibi parasız olması. Mesela İngiltere’den gelen akademisyen Sarah Amsler hem orada bir üniversitede çalışıyor hem de bir kooperatif olan Social Science Center’daki etkinliklere katılıyor ve ders veriyor. Buraya geldiği süreçte, kendisinden akademisyenlerin özlük haklarının yok olmasıyla ilgili grevin sürdüğünü öğrendik. Bunun da arkasında eğitimin ticarileşmesi sorunu bulunuyor.

İtalya’dan gelen Anna Curcio, üniversitedeki işinden istifa etmiş ve lisede öğretmenlik yapmayı tercih etmiş birisiydi. Aynı zamanda bir aktivist ve İtalya’da Edu-Factory isimli oluşumun kurucularından. Onlar da eğitimin parasız hale getirilmesi için mücadele ediyorlar. Polonya’dan gelen Ktystian Szadkowski ise müşterekler üzerine çalışan biri olarak dikkatimizi çekmişti. SSCB’nin dağılmasından sonra neoliberalizmin Doğu Avrupa’da gösterdiği güçlü etkinin eğitimi ticarileştirdiğini anlattı. Onlar da müşterekler kavramından hareketle yeni bir şeyler kurmaya çalışıyorlar.

Japonya’dan gelen arkadaşımızın deneyimi Avrupa’dan gelen misafirlerimize göre daha farklıydı. Japonya’da da bizde olduğu gibi üniversiteye giriş sınavları var, ve bundan hem öğrenciler hem de veliler çok yakınıyorlar. Kageki Asakura bundan yirmi yıl önce Shure University’yi kuruyor ve orada hiçbir diploma ya da sertifika verilmiyor ama her yıl yine belli sayıda öğrencileri olan butik üniversite gibi çalışıyor. Ancak sonuçta insanlar oraya sadece öğrenmek için geliyorlar, diploma almak veya iş sahibi olmak için değil. Ve bunu yirmi yıldır devam ettiriyorlar.

Konferans ile gündeme getirdiğiniz arayışlarınızın aslında yeni olmadığını söyleyebiliriz sanıyorum. Mevcut üniversite sisteminin koşullarında gerçekleştirme imkânı bulamadığınız ya da kısıtlı gerçekleştirebildiğiniz yeni şeyleri Hayat Bilgisi Okulu projesi ile deneyimleme şansınız söz konusu.  Hali hazırda bu deneyim 28 Şubat 2018’den bu yana sürmekte, konferans gündemi ve Hayat Bilgisi Okulu arasında deneyim, tartışma ve uygulama bakımından pratik bir ilişki kurulduğu söylenebilir mi?

Bu arayışlarımız Nasıl Bir Üniversite? Platformu ile 2006 yılında ortaya çıkmıştı. Bizler kafasında böyle sorular olan akademisyenlerdik, tabii burada, bu proje içerisinde daha çok düşünme fırsatımız oldu. Hayatın dayattığı ve çok can alıcı bir soru, “Nasıl yapacağız” sorusu. Her şey bir anda değişmiyor, bir günde devrim yapılmıyor, o ancak romanlarda oluyor. Her gün yeni bir şey öğreniyoruz, her gün hata yapıyoruz.

Konferans programında birinci gün, yurtiçinden ve yurtdışından deneyimlere ayrıldı. Bizim örnek alıp faydalanabileceğimiz deneyimlerdi bunlar. İkinci gün ise tamamen metodoloji ve pedogoji  bağlamındaydı. Üçüncü oturum Araştırma: Ne için? Kim için? Nasıl? başlığını taşıyordu çünkü biz Hayat Bilgisi Okulu’nda sadece atölyeler yapıp, üniversitedeki gibi birilerinin anlattığı birilerinin dinlediği bir ilişki kurulsun istemiyoruz. Zaten onun için de ders değil atölye, hoca değil yürütücü, öğrenci değil katılımcı diyerek, dilimizi değiştirme yönünde çalışıyoruz. Bunlar zamanla değişecek ve altını doldurabilirsek kalıcı hale gelecek şeyler. Dördüncü oturumda ise pedagojik arayışları; yani dersliğin içerisinde ne oluyor, nasıl oluyor, biz ne yapacağız, nasıl yapacağız hakkında konuştuk. Orada da alternatifler üzerinde durmak istedik. Yine feminist pedagoji üzerinde duran bir arkadaşımız oldu, bir diğeri notsuz değerlendirmeye yönelik bir konuşma yaptı.

Bunlar, bizim her çarşamba düzenlediğimiz seminerlerde gündemimize bir şekilde giren konular aslında ve doğrudan Hayat Bilgisi Okulu ile ilişkili. Burada yaptığımız atölyelerde bunları uygulamak istiyoruz. Mevcut üniversitedeki pratiklerin tekrarı olmak istemiyoruz ama bu farklılığı hemen yaratmak çok kolay değil ve sadece bizim yapmamızla olacak bir şey değil. Buraya gelen katılımcıların da bu anlayışı, bu dili benimsemesi gerekiyor. Değişimi göze almaları lazım. Mesela ben düzenlediğim atölyede, “Ben bilen kişi olarak buraya gelip sizlere bir şeyler anlatmayacağım” diyorum. Belki birkaç kitap fazladan okumuş olabilirim ancak bu, her şeyi bildiğim anlamına gelmez çünkü hepimizin fikirleri var, deneyimleri var önemli olan bunları bir araya gelip tartışabilmek. Bunları yapmanın yolu, atölyede hep birlikte belirlemeye çabaladığımız okuma listesi, tartışma konuları… Eğer her hafta okuyarak gelirsek tartışabiliriz. Eğer katılımcılar “Ben gideceğim hoca da anlatacak” gibi bir beklentiyle gelirse bu bizim hayal ettiğimiz atölye formatının dışında kalır. Bunu ilk haftalarda değiştirmek kolay olmuyor.

Aşama kaydettiğiniz söylenebilir mi?

Dönemin yarısına geldik, benim atölyemdeki arkadaşlar benimsemeye başladı diyebilirim. Mesela son yaptığımız atölye buluşması, en heyecanlı, en güzel tartışmaların olduğu bir buluşmaydı. Ondan önceki tartışmalar daha yavaş ilerliyordu. Buluşmanın sonunda şöyle bir şey oluştu, “Arkadaşlar bugünkü konuşmalarımızdan sanki önümüzdeki haftanın okumasına dair bir ipucu var gibi ne dersiniz?” diye sorduğumda, gelen öneriler benim de aklımdan geçen konulardı. Yaptığımız tartışmalarla, kurduğumuz ilişkilerle beraberce bu noktaya geldik.

Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Emeği Atölyesi’nde birlikte bir araştırma yapmaya karar verdik, herkes birkaç kadınla konuşacak. Şimdi soru hazırlıyoruz; soru havuzu oluşturduktan sonra her şeye beraber karar verecek, çıkan sonuçları birlikte değerlendireceğiz. Böylece hep birlikte bir araştırma raporu ortaya çıkarmış olacağız. Elbette bunu ne kadar başaracağız bilmiyorum, çünkü yeni bir şey deniyoruz, bunun için çabalıyoruz. KODA üyeleri olarak farklı bir şeyler yapmak konusunda kararlıyız ve elimizden geleni yapmaya çalışıyoruz.

Hayat Bilgisi Okulu bir proje olarak deneyimleniyor, sizler burada gönüllü faaliyetler yürütüyorsunuz. Başka dayanışma akademileri de bu şekilde işliyor, peki gönüllülüğün sınırı nedir?

Türkiye’nin şu an içinden geçtiği dönem gerçekten zor bir dönem, ancak herkesin yapabileceği bir şeyler olduğunu düşünüyorum. Eğer bir şeylerden şikayetçiysek, köşelere çekilmek yerine hareket edilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Bizler daha önceden de bu tip gönüllü katılımları sürdürüyorduk. Gönüllülük esasına dayalı olarak her üniversitede bir kısım akademisyen vardır, her zaman böyle bir çaba içindedirler. Ancak ihraç edilmeden önce o akademisyenlerin güvencesi vardı, maaşları vardı. Gönüllü olmanın sınırını sadece gönüllü olmak belirlemiyor, bunun bir şekilde kurumsallaşması durumunda gönüllülük devam edebilir.

Hayat Bilgisi Okulu için Avrupa Komisyonu’na başvuru yaptık ve oradan fon aldık. Yaptığımız konferans için yine aynı şey geçerli. Bunlar parasız olmuyor ne yazık ki, parasız yapabileceğimiz bir şeyler hâlâ var ama bir yandan da kiranın ödenmesi, ihtiyaçların giderilmesi gerekiyor. En azından bireysel düzeyde gönüllülüğün sınırları var, o yüzden kurumsallaştığı ölçüde sürdürülmesi mümkün. Nasıl kurumsallaşır ona dair belirsizlik bir yandan sürmekle birlikte, bu proje iki yıl ile sınırlı. Sonrası için maddi koşulları sağlayacak başka bir şeyler bulmak gerekecektir, fakat iki yıl ya da beş yıl sonra üniversiteye dönsek dahi, gönüllülük esasına dayalı bu girişimlerin devam ettirilmesinden yanayız. Çünkü üniversiteye dair farklı arayışların devam etmesi mevcut üniversite sisteminden başka bir kurumsallığı getirecektir diye düşünüyorum.