“Devlet yaratıcı düşünceyi hadım ediyor”

Leviathan ve Elena gibi ses getiren filmlerin ödüllü yönetmeni Andrey Zvyagintsev: Sanatçının devlete karşı hiçbir yükümlülüğü yoktur ama devletin sanatçıya yardım etme yükümlülüğü vardır. İktidar, dehayı teşvik etmek, halkın içindeki yetenekli temsilcilerin ortaya çıkarılmasını desteklemekle yükümlüdür


Andrey Zvyagintsev

 

Altın Küre ve Altın Aslan Ödüllü, Oscar adaylığı da bulunan Leviathan filminin yönetmeni Andrey Zvyagintsev, 26 Ekim’de Kommersant gazetesinde yayımlanan “Devlet siparişinin aptal rüyası” başlıklı yazıda, sanat projelerinde Kültür Bakanlığı katkısının devlet sansürüne veya müdahalesine temel oluşturmaması gerektiğini söyledi.

Rus yetkililere yazılmış bir açık mektup niteliğini taşıyan yazı, Rusya Devlet Sanatçısı unvanı da bulunan tiyatro ve sinema oyuncusu, Satirikon Tiyatrosu’nun yönetmeni Konstantin Raykin’in Ekim ayında, Devlet Tiyatrolarında artan hükümet sansürü hakkında sürpriz bir konuşma yapmasını takiben yayımlandı.

Kremlin sözcüsü Dmitri Peskov, eleştirilere yanıt olarak finansmanını Kültür Bakanlığının sağladığı sanat projelerinde içeriğe müdahale edilmesinin doğal olduğunu savunmuş, Raykin’in konuşmasında vurguladığı sanatçılara ve sanat eserlerine yönelik saldırılara ise hiç değinmemişti.

Leviathan, Rusya Kültür Bakanlığından hibe almış, ancak Kültür Bakanı Vladimir Medinski filmi beğenmediğini açıkça belirtmiş, “Tüm çiçeklerin büyümesine izin vermek lazım ama ileride yalnızca sevdiklerimizi sulayacağız” demişti. Yönetmen, Rusya’nın imajına zarar vermekle suçlanmıştı.
Geçen yıl, Novosibirsk kentinde bir opera yönetmeni, Richard Wagner’in Tannhauser operasını sahnelediği için “dinî değerleri aşağılamaktan” kendisini hâkim karşısında bulmuştu. Rusya’da sanatçılara ve sanat eserlerine yönelik olarak dinî topluluklardan gelen baskılar da gittikçe olağanlaşıyor. Son olarak, Eylül ayında, ABD’li fotoğraf sanatçısı Jock Sturges’in Moskova’da bir sanat galerisinde açtığı sergi, bir kişinin eserlere spreyle idrar sıkmasından sonra kapatılmıştı. Mayıs ayında Andrew Lloyd Weber’in Jesus Christ, Superstar adlı ses getiren rock-operasının Omsk kentinde planlanan gösterimi, “Aile, Sevgi ve Anavatan” adlı bir kuruluşun isteği üzerine, dinî değerleri rencide edeceği gerekçesiyle son dakikada iptal edilmişti.

Sinema eleştirmenlerince başyapıt kabul edilen Leviathan, Rusya Kültür Bakanlığından hibe almış, ancak Kültür Bakanı Vladimir Medinski filmi beğenmediğini açıkça belirtmiş, “Tüm çiçeklerin büyümesine izin vermek lazım ama ileride yalnızca sevdiklerimizi sulayacağız” demişti. Yönetmen, Rusya’nın imajına zarar vermekle suçlanmıştı.

Zvyagintsev’in 26 Ekim 2016 tarihli Kommersant’ta yayımlanan “Devlet siparişinin aptal rüyası” başlıklı yazısı şöyle:

Ülkenin kültür hayatında sansürün artan bir şekilde yer etmeye başladığı açık. Bu gerçeği yalnızca yalancılar ya da hiçbir şeyden haberi olmayanlar yadsıyabilir. Performansların yasaklanması, sergilerin yasaklanması, metinlerin yasaklanması; bunların hepsi sansürdür. İnanması güç olan, bugün olguların nasıl kolayca birbirleriyle yer değiştirdiği. Hiç kimse olan bitenden irkilmiyor bile. Biz “Bu yaptığınız sansürdür” diyoruz, onlar “Devlet tarafından ısmarlandı” diye cevap veriyor. Bir de bize “ikisini birbirine karıştırmayın” diye öğüt veriyorlar. Devlet katkısı olmadan kurulmuş tek bir opera  ya da devlet katkısı olmadan çekilmiş on tane film gösterebilir misiniz? Ekonomimizdeki ve kültürümüzdeki durum ortada, böyle bir şey yok. Basın sözcüsünün “devlet kaynak sağlıyorsa, şu veya bu konu hakkında sanat eseri ısmarlayabilir” mantığına göre, Rusya’nın hemen hemen tüm kültürel hayatı devlete angaje olmuş durumda.

Sonra birden öğretmeyi ve “tedavi etmeyi” silbaştan öğretmeye kalkan devlet adamları çıkıyor. Bu tip kararlar alabilmek için kusursuz vasıflara sahip olduklarını onlara kim söyledi? Bürokratlar yapmaları gereken işin insanların emeğini organize etmek ve desteklemek olduğunu, “sipariş” vermek olmadığını ne zaman anlayacaklar?

Peki, bu siparişi kim veriyor? [Kültür Bakan Yardımcısı Vladimir] Aristarkhov ile [Kültür Bakanı Vladimir] Medinski mi? Veya, [Duma Milletvekili İrina] Yarovaya veya Peskov mu? Siparişi onlar mı formüle ediyor? Elbette, Kültür Bakanlığının sorumluluklarını yürütmekle ve ilgili departmanları yönetmekle görevlendirilmiş bürokratlar var. Ama Bolşoy Tiyatrosu’nu ya da Satirikon’u onlar kurmadı. Şiir ve estetiğin kurallarını onlar belirlemedi, çağdaş sinema veya tiyatronun yönünü veya gidişatını şekillendirmediler. Nasıl olur da “sanat ısmarlayabilirler?”

Ülkemizde milyonlarca insan var. Hepsi bir meslek seçiyor, uzun süre öğrenim görüyor, mesleğinde ustalaşmak için kendini geliştiriyor. Eğitimciler öğretmeyi, doktorlar tedavi etmeyi, sanatçılar yaratmayı biliyor. Sonra birden öğretmeyi ve “tedavi etmeyi” silbaştan öğretmeye kalkan devlet adamları çıkıyor. Peki, insanlığın tüm faaliyetlerinde bu tip kararlar alabilmek için kusursuz vasıflara sahip olduklarını onlara kim söyledi? Bürokratlar yapmaları gereken işin insanların emeğini organize etmek ve desteklemek olduğunu,  “sipariş” vermek olmadığını ne zaman anlayacaklar?

İktidarın her türlü uzmanın profesyonel faaliyetlerine karışması absürt bir durumdur, fakat sanatçıların işine karışması yüz kat daha absürt bir durum. Bu öyle bir meslek ki özünde özgürce yaratmak yatıyor; yani yeni olanın doğması; bunun gerçekleşeceği zamanı sanatçının kendisinin bile bilmediği bir süreç. Bir devlet görevlisi sanatçıya bir konu verip sanatsal eylemin icra edilişinin “doğruluğunu” kontrol ettiğinde meslekteki en kutsal şeye- yaratıcı sürecin gizemine- iyi nişan alınmış bir darbe vurmuş oluyor.

Peskov, kendi söylediğinin doğruluğundan hiç şüphe etmeden diyor ki, eğer devlet sanatçıya hibe verirse, sanatçı devletin istediğine hizmet etmek zorundadır. Anımsarsanız, şöyle galiz bir şaka var: “Kıza kim akşam yemeği ısmarlıyorsa, o dans ettirir.” İktidarın sanat hakkındaki düşüncesi aşağı yukarı böyle bir şey. Bu insanlar şöyle bir karar almış: Halka neyin lazım olduğunu onlar biliyor ve halkın parasıyla kendi acınası sanat işlerini ısmarlıyorlar. Genellikle ortaya çıkan ürün de oldukça kısıtlı, mekanik bir uygulamayla ve konu ne olursa olsun dar bir bakış açısıyla yapılmış oluyor. Devlet görevlileri bu tür “siparişlerle” yaratıcı düşünceyi hadım ederek sanatçıyı, kendi stilini kaba, mekanik yöntemlerin keskisine itmeye zorluyor.

Hayır, sanatçının devlete karşı hiçbir yükümlülüğü yoktur ama devletin sanatçıya yardım etme yükümlülüğü vardır. İktidar, dehayı teşvik etmek, halkın içindeki yetenekli temsilcilerin ortaya çıkarılmasını desteklemekle yükümlüdür. Çünkü halk, kâh toplumu yaralayan, kâh cesaretini kıran ama her daim izleyiciye, okuyucuya, dinleyiciye çölde su gibi gerekli olan farklı düşünceler arasındaki o gerilimi kuran bir anlayışla kendi farkındalığına varır, büyür, gelişir, kendini gerçekleştirir, aydınlanır.

Hür bir akıldan çıkan eserlere baktığında, izleyici kendi özgürlüğünü ve iradesinin yansımasını görür çünkü sanatçı kendi halkının dudaklarında dilsizleşen bir şarkı söyleyemez. Yöneticiler bunun yerine ekranları, televizyonu ve sinemayı dolduran, insana dair vasat ve budalaca bir yalanı destekliyor. Bunu yaparken de insanı, kendinden, gerçekten ve zor olandan uzaklaştırıyoralar. İşte o “devlet siparişi”nin sonucu bu oluyor.

Sayın Peskov cevabında Raykin’in konuşmasında bahsetmiş olduğu canavarca eylemlere, halk tarafından parçalanan heykellere, üzerine idrar dökülmüş fotoğraflara değinmedi. Bu da Raykin’in söylediklerini doğruluyor: hükümet bunları görmezden gelmeyi seçiyor. Nedeni açık. Bu tür sivil toplum kuruluşlarının -o ahlaksız ahlak muhafızlarının-faaliyetleri mantar gibi çoğalıyor ve bu grupların eylemleri kendi kişisel inançlarından kaynaklanıyor olsa bile, devlet tarafından sanat ısmarlanması gerçeği de orada duruyor. Çünkü günümüz devletinin de aldığı bir sipariş var: bu ülkeyi ortalama, tektipleştirilmiş, izole, sürü gibi itaatkâr bir güç haline getirmek. Bu tür “devlet siparişini” saldırgan marjinal gruplar her zaman çok iyi algılar.

Peskov’un konuşmasında bana göre en can alıcı olan noktaya gelelim. Onunkine benzer bir görüşü Medinski ve Aristarkhov’dan da duydum. Bizdeki iktidarın ahlaksızlığının ana göstergesi yönettikleri para onlara aitmiş gibi davranmaları. Yönettikleri paranın onların değil bizim olduğunu, bu apaçık ve net gerçeği, şaşırtıcı bir kolaylıkla nasıl da unutuyorlar. O para hepimizin. Kendi propagandaları için verdikleri “siparişlere” kullandıkları para halktan geliyor.

Toplumda o derece büyük bir düşünce ve istek zenginliği var ki hiçbir iktidar tahmin bile edemez. Bir defasında Sayın Medinski ile bu konuyu tartışma imkânı bulmuş, bize para verenin onlar olduğuna dair sarsılmaz inancına şaşırmıştım. O paranın onun olduğu kadar benim de param olduğu gerçeği aklının ucundan bile geçmiyor.

Sanatçıya herhangi bir şey ısmarlamak isteyen birine şunu tavsiye edebilirim: Evinizi veya arabanızı satın ve elinize geçen parayla, mesela bir gösteri ısmarlayın. Veya on tane ısmarlayın. İstekli birilerini bulabilirseniz -ki böyleleri her zaman bulunur- size sahnede tam da istediğinizi gösterirler. Ancak kamusal kaynaklardan aldığınız maaşla halkın iradesini yerine getirirken bizler gibisiniz; bu ülkenin diğer vatandaşlarından hiçbir farkınız yok. Özgür sanatçıların kendi işlerini gerçekleştirmesine destek olun, onlara karışmayın. Artık sizin “siparişlerinizi” istemediklerini anlayın. Sizinle ne yemeğe çıkmak ne de dans etmek istiyorlar.

Ve son olarak… Oğlum birkaç gün önce yedi yaşına girdi. Putin’in kim olduğunu bilmiyor. Çünkü kendisi çocukluk adlı mutlu bir ülkede yaşıyor. En azından ben Putin veya Jirinovski kimmiş, “Yarovo paketi” neymiş veya Milonov ve Mizulino yasaları neymiş bilmesine hiç gerek olduğunu düşünmüyorum. Eylül ayında birinci sınıfa başladı. Okuldaki ilk haftasının sonunda derste ne öğrendiklerini sorduğumda şöyle cevap verdi: “Moskova’da Kızıl Meydan, Kremlin ve hayvanat bahçesi var. Bir de bizim Devlet Başkanımız Putin var, iyi ve hoş biri.” İşte size devlet siparişi: objektif bilgi yerine karalamalarla yazılı ideoloji, propaganda.

Lao Tzu şöyle demiş: “En iyi yönetici, halkının yalnızca varlığından haberdar olduğu yöneticidir. Ondan biraz daha kötüsü, halktan kendisini sevmesini ve kendisine saygı duymasını bekleyendir. Ondan da kötüsü halkın korktuğudur.” Aynı lafın başka bir çevirisi daha da sert: “Refah içinde yaşayan bir devlette halk kendini yönetenlerin adını bilmez.” Sürekli aynı dairede dönüp duruyoruz. Her defasında bildik gölgeler ortaya çıkıp bizi yeniden içinde kendi korkumuzu gördüğümüz aptalca bir uyur-gezer rüyasının dibine çekiyor.

Kommersant, 26 Ekim 2016

Çeviri: E. Barış Altıntaş