Susma Platformu olarak davet edildiğimiz ve 24 Eylül 2021’de Göteborg Kitap Fuarı’nda gerçekleştirilen “Baskı Altında Sanat” başlıklı panelde; Türkiye’de sanatsal ifade özgürlüğü kapsamında yaptığımız çalışmaları aktardık. Risk Altındaki Akademisyenler – İsveç (Scholars at Risk, Sweden) ve İltica Ağı Uluslararası Şehirleri (ICORN – International Cities of Refuge Network) kurumlarının işbirliğiyle organize edilen ve serbest gazeteci Ülkü Holago’nun kolaylaştırıcılığını yaptığı panelde platformumuzu web editörümüz Sonay Ban temsil etti. Panelin diğer konukları ise görsel sanat çalışmalarını ICORN’da sürdüren Kürt sanatçı Fikret Atay ve Stokholm Üniversitesi Türkiye Çalışmaları Enstitüsü’nde misafir öğretim görevlisi olan Ahmet Gürata idi.
ATAY: “TÜRKİYE’DEKİ KADINLAR YARATILAN KORKU İKLİMİNE RAĞMEN ÇOK CESUR”
Türkiye’deki mevcut iktidarın git gide artan baskıcı uygulamalarının; sanatçıların, yazarların, medya çalışanlarının ve gazetecilerin yanı sıra akademisyenlerin ifade özgürlüğünü hangi noktalarda sekteye uğrattığının tartışıldığı panelde söz alan akademisyen Ahmet Gürata; son dönemde sosyal medya paylaşımları nedeniyle keyfi olarak gözaltına alınan ve “Cumhurbaşkanına hakaret” iddiasıyla yargılanan binlerce kişi olduğundan bahsederek, Türkiye’de gelinen noktanın öngörülemezlik üzerinden korku atmosferi yaratmak ve bunu sürdürmek olduğunu dile getirdi. Platformumuzdan Sonay Ban; Gürata’nın bahsettiği atmosferin ve keyfi uygulamaların medya ve kültür-sanat alanlarındaki etkilerini, platformumuzda günlük ve yıllık olarak raporladığımız çeşitli sansür örnekleri üzerinden açıkladı. 2017’den bu yana İsveç’te çalışmalarını sürdüren Kürt sanatçı Fikret Atay da; çocukluğundan itibaren Türkiye’de ifade özgürlüğü konusunda çeşitli sıkıntılar yaşadığını belirtti. 2002’de Batman sokaklarında 10 dakikalık bir video çalışmasını polislerin engellememesi için sarf ettiği çabayı ve yaşadığı korkuyu, “Kamerayla çekim yapmak, sistem için tehlike teşkil ediyordu ve yaptığımın bir sanat çalışması olduğunu polislere anlatabilmem mümkün olmayacaktı. O 10 dakikalık çekim benim için 10 saat kadar uzun [sıkıntılı sürmüştü]” sözleriyle aktardı.
Ülkü Holago’nun “Bir süredir İsveç’te yaşayan Türkiyeliler olarak Türkiye’de yaşananları nasıl değerlendiriyorsunuz?” sorusuna Ahmet Gürata, bir Türkiyeliye göre “hafif” bulunabilecek İsveç haberlerine karşılık “ağır” konuların tartışıldığı Türkiye haberlerini takip etmenin “ilginç” olduğu yanıtını verdi. Fikret Atay ise; yaratılan korku iklimine rağmen insanların sokak röportajlarında söz almasının ya da sosyal medyada paylaşım yapmalarının son derece önemli olduğuna dikkat çekti. Atay ayrıca, Türkiye’de kadınların son derece cesur olduklarını ve kötü giden ne varsa değiştirebilecek güce sahip olduklarına inandığını belirtti.
GÜRATA: OSMANLI TARİHİNİ KONU ALAN DİZİLER ÜZERİNDEN OTORİTER REJİME MEŞRULUK KAZANDIRMA ÇABASI SÖZ KONUSU
Holago’nun “Türkiye’de çekilen dizilerin ve üretilen filmlerin ülkenin siyasi atmosferine dair neler söylediğini düşünüyorsunuz?” sorusuna Ahmet Gürata, özellikle yayımlanmakta olan dizilerin kaba hatlarıyla iki koldan ilerlediğini ifade ederek şunları söyledi: “Bir yanda, özellikle Muhteşem Yüzyıl‘ın başını çektiği ve Osmanlı tarihini konu alan dramalar yer alıyor. Diğer yanda da, özellikle son 1-2 senedir, Kırmızı Oda dizisinin en önemli örneği olduğu ‘psikoterapik dramalardan’ bahsetmek mümkün. Tarihsel dramalarda, çekim kalitesinin ve iyi oyuncuların yer alması ve uluslararası seyirciye hitap etmesi söz konusu ama bu dizilerde aslen iki meselenin önemli olduğunu düşünüyorum. İlki, resmî tarihin yeniden yazılmasına hizmet etmesi: Yeni düşmanların bulunup izleyiciye sunulmasının yanında, eskinin ‘duraklama dönemi’ olarak bildiğimiz döneminin, anlatılan hikayelerle öğrenegeldiğimiz ‘yükselme dönemi’ne dahil edildiğini söylemek mümkün. Bu dramaların ikinci özelliğinin ise, dizilerdeki sultan temsili üzerinden, mevcut siyasi düzlemin otoriter rejime doğru evrilmesine meşruluk kazandırma çabası olduğunu düşünüyorum.
‘Psikoterapik dramalar’ olarak adlandırabileceğimiz diğer kategorideki dizilerdeki terapi seansları, hikayeler için araç olarak kullanılıyor. Bunun yanında bu dizileri incelediğimizde, sanki tüm ulusun psikoterapi seanslarından geçmekte olduğu izlenimiyle karşı karşıya kalıyoruz. Yapılan araştırmalar ışığında ülke genelinde antidepresan kullanımının günden güne arttığı ve her yıl dokuz milyona yakın kişinin ruh sağlığı hizmetine/psikolojik desteğe ihtiyaç duyduğu göz önünde bulundurduğumuzda; insanların bu dizileri izleyerek sorunlarına cevap bulmaya çalıştığını söylememiz mümkün hale geliyor.”
BAN: “TERÖR PROPAGANDASI” YA DA “CUMHURBAŞKANINA HAKARET” SUÇLAMALARIYLA PEK ÇOK SANATÇI YARGILANMAYA DEVAM EDİYOR
Ülkü Holago’nun, sitemizde yayımladığımız “Kürtçe şarkıda ritim tutanlara soruşturma” haberine istinaden, halayın [Kürtçe ismiyle govend] Kürtler için önemine dair yaptığı sanat çalışmalarından bahseden Fikret Atay; govend’in her bölgeye ve duruma göre farklı işlevi olduğunu ve kimi zaman da Türk otoriteleri tarafından “siyasi olarak hassas” addedilebildiğini belirtti. Benzer örneklerden bahseden Atay, geçen yıllarda Adıyaman’daki kırmızı, sarı ve yeşil olan trafik ışıklarının “Kürt bayrağını temsil ettiği” gerekçesiyle kırmızı, sarı ve pembe ile değiştirildiğini, bir başka örnekte de kırmızı, sarı ve yeşil olan çiçeklerin dahi “terör eylemi” kapsamında değerlendiğini aktardı.
Süregelen “toplumsal hassasiyetler” ya da “Kürt sorunu” gibi çeşitli konuların kimi yıllarda alevlenip kimi yıllarda sönümlenmesine istinaden, insan hakları ve ifade özgürlüğü konusunda çalışmalar yapan kuruluşlar için mevcut durumun nasıl olduğuna dair soruya platformumuzdan Sonay Ban; sivil toplum kuruluşları vasıtasıyla sorunların, siyasi şartların el verdiği ölçüde gündeme getirilmeye çalışıldığını belirtti. Bununla birlikte, özellikle Kürtçe ya da Kürtlerle ilgili konularda sanat yapan sanatçıların bir kısmının yurt dışında yaşamak zorunda kaldığını, Türkiye’de yaşayanların da hedef gösterildiğini ya da çoğunun, yurt dışındakiler dahil olmak üzere, “terör propagandası” ya da “Cumhurbaşkanına hakaret” gibi suçlamalarla yargılandığını aktardı.
2016’dan bu yana Barış İçin Akademisyenler (BAK) imzacısı akademisyenlerin yaşadıklarının Türkiye’ye dair neler söylediği de panelde konuşulan konular arasındaydı. Ahmet Gürata süreci anlatırken, Türkiye’de on yıllardır süregelen ve devletin ve siyasi sistemlerin sessiz ve görünmez bir anlaşma çerçevesinde vatandaşlarına dayattığı bir “Türklük/vatandaşlık sözleşmesi” olduğunun altını çizdi. Görülen türlü hak ihlaline (anadilde eğitim hakkı gibi) ve adaletsizliğe sessiz kalmak suretiyle bu anlaşmanın parçası olmanın ön planda tutulduğu bir bakış açısına karşılık Barış İçin Akademisyenler imzacılarının; devlet adına işlenen suçlara ortak olmayacaklarını söylemelerinin, Terörle Mücadele Kanunu çerçevesinde terörizm olarak nitelendirildiğini belirtti. BAK imzacılarının yargılanması sırasında dayanışmanın öneminin bir kez daha ortaya çıktığının altını çizen Gürata, bununla birlikte mevcut siyasi rejimin mutlak olmadığını, ifade özgürlüğünü savunmaya -sınırlı da olsa- alan açılabildiğini ve işini iyi yapan hakimlerin ve savcıların kararları neticesinde iktidarın istemediği kararların bile alındığına şahit olduğumuzu dile getirdi.
Panelin sonunda Ülkü Holago’nun Türkiye’de ifade özgürlüğü ve demokratikleşmeye dair yakın gelecekte nelerin beklendiğine dair sorusunda Fikret Atay, bu konuları konuşmaktan da önce iyi bir gelecek için mücadele etmenin zaruri olduğunun altını çizdi. Platformumuzdan Sonay Ban, aynı soruya; “Pek çok akademisyenin, aktivistin ve sivil toplum örgütünün ifade özgürlüğü konusunda çetin mücadeleler verdiği malum. Yapılan tüm çalışmaların yakın gelecekte, küçük ama somut değişikliklere yol açacağını umuyorum. Fakat mevcut siyasi durumda her gün ele aldığımız sansür ve otosansür vakaları kimi zaman endişe verici ve cesaret kırıcı olabiliyor. İşlerin daha da zorlaşmadan yoluna gireceğini ve düzeleceğini sanmıyorum ama düzelmesi için her daim dayanışmaya ve birlikte hareket etmeye ihtiyacımız var” yanıtını verdi. Ahmet Gürata ise; “Susma Platformu gibi sivil toplum kuruluşları, akademisyenler ve diğer yürekli insanların sayesinde gelecek için umutlandığımı söyleyebilirim. Bununla birlikte, bu denli baskıcı bir rejimin uzun vadede ekonomik ve siyasi açılardan sürdürülebilir olmaması da, yakın geleceğe dair umutlarımı arttırıyor” ifadelerini kullandı.