Sansür nasıl işler?

Çağdaş sanatçı Ai Weiwei’nin 6 Mayıs 2017’de The New York Times’ta ülkesi Çin’deki sansür sistemine dair kaleme aldığı “Sansür nasıl işler” başlıklı yazıyı yayınlıyoruz


2014’te, bir ay gibi kısa bir süre içinde Pekin ve Şanghay’da işlerimi gösteren iki farklı sergide, ismim silindi- bunu yapanlar birinde hükümet yetkilileriydi, diğerinde ise sergiyi düzenleyenler. Bazı insanlar böyle bir muameleyi mesele yapmayabilir, ortada kırılacak bir şey olmadığını düşünebilirler. Ne ki, bir sanatçı olarak, işlerime konulan etiketleri ürettiğim değerin bir ölçütü kabul ediyorum- nehir kenarında su seviyesini gösteren işaretler gibi. Diğer insanlar omzunu silkip geçebilir, oysa ben bunu yapamam. Öte yandan benim omuz silkip geçmeye yanaşmamam, başkalarının omuz silkmeye yanaşmalarını etkilemiyor, böyle yanılsamalara kapılmıyorum.

Çin’de hayat, boğazına kadar riyaya batmıştır. İnsanlar cahil ayağına yatar ve muğlak muğlak konuşurlar. Çin’de yaşayan herkes bir sansür mekanizması olduğunu gayet iyi bilir, fakat neden böyle bir sistemin olduğuna dair çok az tartışma vardır.

İlk bakışta, sansür kaçınılmaz gibi görünüyor, fakat sansürün her zaman, her yerde, hazır ve nazır bir şekilde insanların duygularını ve algılarını aşındırması, insanların eriştiği, seçtiği ve güvendiği bilgiye sınırlar koyuyor. Çin devlet medyasının siyasî sansürden geçtikten sonra sunduğu içerik, özgür bilgi değil. Okurların ve izleyicilerin özgür ve bağımsız iradesini kaçınılmaz olarak kısıtlayan, seçilmiş, filtrelenmiş ve sonrasında tahsis edilmiş bilgidir.

Bir sansür sisteminin zararı, yalnızca entelektüel yaşamı verimsizleştirmesi değildir; bir yandan da doğal ve ruhsal dünyaların anlaşılır olduğu rasyonel düzeni de özünden saptırır. Sansür mekanizması, kişinin bağımsız bir varlık sürdürebilmesi için gereksinim duyduğu öz algıyı insanlardan çalmak üzerine kuruludur. Kişinin bağımsızlığa ve mutluluğa erişimini kesip atar.

İfadenin sansürlenmesi neyin kavranıp başkalarına da belirtileceğini seçme özgürlüğünü ortadan kaldırır, bu da kaçınılmaz şekilde insanları depresyona sürükler. Korkunun hâkim olduğu yerde, gerçek mutluluk yitip gider ve kişiye özgü kuvvet suyunu çeker. Muhakeme gücü karman çorman olur ve bizatihi mantık sıvışıp gider. Grup davranışları vahşi, ölçüsüz ve hiddetli olmaya başlayabilir.

Devlet bilgiyi kontrol ettiği veya engellediği zaman, yalnızca kendi mutlak hâkimiyetini yeniden ileri sürmüş olmakla kalmaz, aynı zamanda hükmettiği insanların elinden gönüllü teslimiyetlerini ve egemenliğinin ikrarını da almış olur. Bu da, nihayetinde, değersizler aksiyomunu destekler: Pratik menfaatler uğruna bağımlılığı kabul et.

Sansüre uyum göstermenin en zarif yolu otosansür yapmaktır. Otosansür, iktidarla birlik olmanın ve karşılıklı menfaat değiş tokuşuna zemin hazırlamanın en kusursuz yöntemidir. Küçük zevkler karşılığında iktidara yaltaklanma edimi göze küçük gelebilir, ne ki, sansür mekanizmasının gaddar mı gaddar saldırıları onsuz mümkün olmazdı.

Otorite karşısında böylesi pasif bir pozisyonu kabul eden insanlar için, “günü geçirmek” ulu bir değere dönüşür. Gülümser, başlarını eğer ve kafalarını sallarlar, ve böylesi davranışlar ekseri rahat, sorundan azade ve hatta hoş yaşam tarzlarını da beraberinde getirir. Bu tavır, onlar açısından özünde savunma amaçlıdır. Herhangi bir tartışmada, bir taraf susturulduğunda, diğer tarafın sözlerinin sorgulanmayacağı aşikârdır.

Çin’de böyle bir ortamda yaşıyoruz: Benim gibi sesini çıkaranlara içerleyen, kendi dilini bağlamış çoğunluk, ki güçlü bir rejimin dalkavuklarıdır, kendi değerlerini kendi elleriyle düşürdüklerini bildiklerinden iki misli amansız oluyorlar. Hâliyle öz savunma da öz konfora dönüşüyor.

Sansür mekanizması sansüre uğrayanların iş birliğine ve zımnî mutabakatına gereksinim duyduğundan, sansüre uğrayanların düpedüz mağdur oldukları yönündeki ortak kanıya katılmıyorum. Gönüllü otosansür kişiye çeşitli menfaatler sağlar, zaten gönüllülük boyutu işe karışmasaydı, sistem böyle işlemezdi.

Rıza göstererek kendini sansürleyen kişiler pek çok bakımdan ahlakî sorunlara açık olurlar. Ara sıra gözyaşlarını siliyor numarası yapsalar da, sansüre uğrayanlar asla mağdur olmadılar ve olmayacaklar da. Ne kadar yaltakçı olduklarını sergiledikleri her an, otoriterlerin kalbini ısıtıyor, sansürü protesto edenleri ise zarara uğratıyorlar. Ödlek duruşları, yaygınlaştıkça, toplumuzun ahlakî çöküşünün de güçlü bir sebebi oluyor. Bu kişiler iş birliği yapmayı seçmelerinin mağduriyetten kaçınmanın yegâne yolu olduğunu düşünüyorlarsa, kör karanlığa doğru talihsiz bir yolculuğa girişmişler demektir.

Sistem işbirliğine katılan sıradan insanları kendiliğinden mükafatlandırır; bu kişilerin mükafat elde etmek adına rekabete girmelerine gerek kalmaz. Ne ki, sanatsal ve kültürel projelerin yöneticilerinin bundan daha fazlasını yapmaları gerekir; ortada fol yok yumurta yokken “anladıklarını” ve otoriterlere uyum sağlayacaklarını ve onların imajını kamuoyu önünde koruyacaklarını göstermek durumundadırlar. Herhangi bir şey yüksek yerlerde mutsuzluğa neden olursa, bir projenin, hatta belki bir kurumun da üstünün çizileceğini bilirler.

Sanat eserlerinin serbest rekabetle değil de, yoz kriterlere göre yükselip alçaldığı böylesi bir sistemde, özgün bir dayanma gücü olan herhangi bir sanat yaratıcısı, aptala yatmak ve zımnî mutabakatlara katılmak durumundadır.

Kamuoyu önünde herhangi bir oturumda konuşamadığım biliniyor. İsmim medyada her şeyden siliniyor. Çin sınırları içinde seyahat etmeme izin verilmiyor, düzenli aralıklarla paylandığım devlet medyasına çıkamıyorum, yasaklıyım. Devlet medyasındaki yorumcular kendilerine tarafsız süsü veriyorlar, fakat devletin himayeci perdesinin arkasına tünediklerini göz önüne alınca, bu imkânsız. İfade özgürlüğü hakkı veya Çinlilerin büyük çoğunluğunun yaşam kalitesi gibi konulara değinmeye yanaşmıyorlar. Uzmanlıkları, hâlihazırda bastırılmış seslere karşı yürüttükleri ahlaksız saldırılarda yatıyor.

Tabiri caizse, benim zahiri varlığım, yalnızca tercihen benim farkıma varan insanların arasında kaim olabiliyor, bu insanlar da açık seçik bir şekilde iki sınıfa ayrılıyor: Davranışlarımın kendi yaşamlarının anlamını güçlendirdiğini düşünenler ve benim, onları mükafatlara götürecek yolda bir engel olduğumu düşünen, dolayısıyla da beni affedemeyecek olanlar.

Ancak ve ancak Çin farklı fikirlerin kamuoyu önünde ifade edilebilmesi için adil ve uygun platformlar sunduğunda, sözlerimizi kullanarak fikirlerin buluşmasının yollarına ulaşabileceğiz. Böylesi platformların tesis edilmesini destekliyorum. Bu, sosyal adaleti mümkün kılmaktaki başlıca ilke olmalıdır. Ne var ki, her şeyin tepeden tırnağa sahte olduğu bir yerde, gerçekler hakkında dan dun konuşmaya davranan biri naif, hatta çocuksu görünür. Günün sonunda, “naif” yolun bana açık kalan tek rota olduğunu düşünüyorum. Ben de, sürekli duyduğumuz “dar fikirli” Uygurlar ve Tibetliler gibi “dar fikirli” olmaya mecburum.

Sanatçı bir taşıyıcıdır, bir siyasî katılımcıdır. Hele ki tarihî değişiklik dönemlerinde, estetik değerlerin her daim bir üstünlüğü olacaktır. Bireysel değerlere yapışmakta direnen insanlara zulmeden bir toplum, geleceği olmayan uygarlaşmamış bir toplumdur.

Bir insanın değerleri kamuoyunun teşhirine sunulduğunda, o kişinin, hatta o toplumun ahlakî değer ve kuralları bir bütün olarak sorgulamaya açık olur. Bir bireyin özgür ifadesi çok daha kendine özgü bir etkileşimi canlandırabilir ve böylelikle de kendine özgü fikir paylaşım yollarının ortaya çıkmasına yol açabilir. Bu prensip, benim sanat felsefeme içkindir.

Çin’deki sansür, bilgiye ve değerlere sınır koyuyor, ki bu ideoloij köleliği dayatmanın anahtarıdır. İster hemen göze çarpsın isterse daha güç algılansın, zulümleri göstermek adına elimden geleni yapıyorum. Bugün, bu şartlarda, mantıkî bir direniş ancak tek tek insanların küçük hareketlerine dayanabilir. Başarısız olduğum yerlerde, sorumluluk tamamıyla bana aittir, fakat savunmayı aradığım haklar herkesçe paylaşılabilir.

İdeolojinin köleleri de başkaldırabilir. Ve günün sonunda, her zaman başkaldırırlar.
Yazının orijinali için tıklayınız.

Çeviren: Murat Şevki Çoban