“Ortak bir ses yaratmak gerek”

İzmir Büyükşehir Belediyesi ve İzmir Barosu’nun ev sahipliğinde Susma Platformu’nun desteğiyle düzenlenen Uluslararası İfade Özgürlüğü ve Medya Çalıştayı, son yıllarda ifade özgürlüğü alanında yaşanan ihlaller etrafında hukukçuları, gazeteci, akademisyen ve insan hakları savunucularını bir araya getirdi


İzmir’de 21-22 Eylül’de İzmir Sanat’ta gerçekleşen Uluslararası İfade Özgürlüğü ve Medya Çalıştayı, son yıllarda Türkiye’de ifade özgürlüğü alanında yaşanan ihlaller etrafında hukukçuları, gazeteci ve akademisyenleri, insan hakları savunucularını bir araya getiren; atölyelerle farklı alanlarda deneyimli kişi ve kurum temsilcilerinin ortak bir sorun etrafında farklı bakış açıları sundukları bir etkinlikti. 

İzmir Büyükşehir Belediyesi ve İzmir Barosu’nun ev sahipliğinde Susma Platformu’nun desteğiyle düzenlenen Uluslararası İfade Özgürlüğü ve Medya Çalıştayı, en temel insanlık hakkı olan özgür ifadenin yok sayıldığı Türkiye koşullarının yanı sıra dünyada yükselişe geçen sağ popülist siyasetin etkilerinin de konuşulduğu, düzenlenen atölyeler sonucu hazırlanan raporlar ve yakında yayımlanacak sonuç bildirgesiyle de süreli bir etkinlikten daha fazlasıydı. 

Etkinlik Uluslararası Af Örgütü, İngiltere ve Galler Hukuk Cemiyeti, Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF), P24, Korsan Parti Hareketi gibi sivil toplum örgütlerini, yerel ve ulusal medyayı, Türkiye’nin çeşitli barolarından hukukçuları bir araya getirirken “insan hakları başkenti İzmir” vurgusuyla da belediyecilik, kent merkezli lokal yapılanmaların önemini de vurgulayan bir niteliğe sahipti.

Açılış konuşmalarıyla başlayan çalıştayda İzmir Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Misket Dikmen, İzmir Büyükşehir Belediyesi Başkan Vekili Mustafa Özuslu ve İzmir Barosu Başkanı Özkan Yücel’in altını çizdikleri nokta aynı şeyi işaret ediyordu: Türkiye’de baskı ve kuşatma altında olan medya ve yargının beslediği sansür ve otosansürle demokratik kurumsallaşmanın uğradığı erezyon. Bu erezyona karşı bir direnç örneği olarak bu tür etkinliklerin, bir aradalıkların önemine de dikkat çeken konuşmacıların vurguladıklarını Yücel’in sözleriyle özetlersek: “Meslek örgütleriyle, yerel yönetimleriyle, demokratik kuruluşlarıyla yerelden insan haklarını kurabilmek, bunu inşa etmek mümkün. Bunun için çalışmaya devam edeceğiz. Umutlu olduğumuz için buradayız. Umudumuz asla kaybolmayacak, dayanışmayla direneceğiz ve biz kazanacağız.”

Çalıştayın Uluslararası Hukukta İfade ve Basın Özgürlüğü başlıklı ilk oturumunun konukları İngiltere ve Galler Hukuk Cemiyeti’nden Rosa Curling, Uluslararası Af Örgütü’nden Andrew Gardner ve Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nden Erol Önderoğlu’ydu. Avukat Rosa Curling Türkiye’deki insan hakları ihlalleri üzerine, özellikle de mesleklerini icra ederken engellenen avukatların haklarını korumak adına raporlar hazırladıklarını belirterek gazetecilerin de iletişim verilerine müdahalenin ifade özgürlüğüne karşı yasadışı bir rejim yarattığını söyledi. Yakın geçmişte ortaya çıkan ve İngiltere’de The Guardian gazetesinde çalışan gazetecilerin CIA tarafından izlenmesini sağlayan Tempora adlı bir veri programıyla ilgili AİHM’de açılan davayı nasıl kazandıklarını da aktaran Curling, Avrupa’daki hakların da yeteri kadar korunamadığını hatırlattı.  

2016 yılının Türkiye’nin 15 yıllık AB reform süreciyle kıyaslayınca bambaşka bir dönemin başlangıcına işaret ettiğini belirten Erol Önderoğlu ise 2015 Temmuz’unun ardından hukuk devletinin derin şekilde yara aldığını söyleyerek “Türkiye’de yasaların nasıl reforme edildiğinin hiçbir önemi yok. TMK’ya şiddet parametresinin getirilmesi, terör araçlarının öne çıkarılması veyahut şiddet araçlarının övülmesi şeklinde bir güvence getirilmesini memnuniyetle karşılamıştık ama özellikle ceza muhakemesi kanununun da terörle mücadele dosyaları bağlamında esnetilmesi bu kadar büyük bir tahribata yol açtı” dedi. Türkiye’deki yüksek yargı kurumlarının, son 3 yıllık AİHM serüveninde kötü bir sınav vermediğini düşündüğünü söyleyen Önderoğlu, AİHM’in tutuklu gazetecilerle ile ilgili ilk kararını darbe girişimden 1,5 yıl sonra verdiğini de hatırlattı. Önderoğlu, “Şu gözden kaçıyor; bir gazetecinin keyfi şekilde gözaltına alınması ya da tutuklanması hitap ettiği toplumsal kesimler tarafından çok açık bir caydırıcı mesaj. Gazetecinin yargılanması ya da soruşturma konusu edilmesi hem kişisel taciz hem de haber kaynakları üzerinde caydırıcı bir etki oluşturuyor. Tutuklu gazeteci tahliye olduğunda bu atmosfer içinde tekrardan işe girmek konusunda dezavantajlı duruma düşüyor. Kararlarda da çok standart parametreler kullanılarak gerekçelerin yazıldığını görüyoruz. Argümanları geliştirmek gibi bir iradeleri yok. Oysa AİHM kararlarında bu argümanlar belirgin şekilde geliştiriliyor. Bütün bunlar sürecin siyasi olduğunu gayet iyi özetliyor” diyerek Türkiye yargısının itibar kaybetmesinin nedenlerini de sıraladı.  

Basın İlan Kurumu’nun siyasi bir mecraya bağlanması, basın kartlarının Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’nın idaresi altına sokulması, sulh ceza hakimliklerinin cumhuriyet başsavcılıklarıyla birlikte siyasi komiser addedilmesinin ülkede demokratik kurumsallaşmanın gözden çıkarılması anlamına geldiğini söyleyen Önderoğlu, Türkiye’ye gelen insan hakları savunucuları buraya karşı aidiyet hissediyor, uzun yıllardır burada yaşayan ve burayı iyi bilen uzmanlar; hukuk ve gazetecilik örgütleri de iyi bir işbirliği halinde. Dayanışma ağının etkili bir parçası oldular. İnternetin sağladığı olanaklar bakımından  gençlerin gazeteciliğe olan bağlılıklarını da görüyoruz. Bu tahribatı toparlayacak dinamizmin Türkiye’de var olduğunu görüyorum” sözleriyle de tüm bu ihlallere karşı ciddi bir direnç olduğunu vurguladı. 

Af Örgütü’nden Andrew Gardner, medya ve ifade özgürlüğü meselesinin bugün Türkiye’de çok önemli bir sorun olmasının yanı sıra çözüm önerilerinin de bu tür buluşmalarla sağlanabileceğini vurgulayarak konuşmasına başladı. “2013 yılında Türkiye’de ifade özgürlüğü konusunda bir rapor yayınladık. 6 yıl sonra bu rapora baktığımızda ifade özgürlüğüne saldırının ciddi oranda arttığını, siyasi otoriteye yönelik eleştirilere tutuklamaya varan cezalar verildiğini görüyoruz” diyen Gardner, Türkiye’nin ifade özgürlüğü konusunda son yıllarda sistematik bir saldırıyla karşı karşıya olduğunu söyleyerek ifade özgürlüğü alanında verilen cezaların yanı sıra bu alandaki tehditlere de dikkat çekti. 

Rapçi Ezhel’in şarkı sözlerindeki içerik yüzünden tutuklanmasından eylem ve gösteri yasaklarına, erişim engellerinden kurumların kapatılmasına, LGBTİ etkinlik yasaklarına pek çok ihlal örneği veren Gardner, bu yasakların kitlesel düzeyde bir etki yarattığını vurguladı. Gezi’den bu yana hükümetin eleştiriye toleranssızlığına karşılık dünyada da benzer durumlar yaşandığını, yükselen sağ popülist hareketin Avrupa’da da kendine yer bulduğunu hatırlatan Gardner, “Kendimize özgü farklı taktikler geliştirmeliyiz. İşbirliği yaratmak, karşılıklı ilişki kurmak, farklı fikirleri birleştirmek önemli. İhlaller birbiriyle ilişkili. Mesela yargılamalar gazeteciler ve avukatları bir araya getiriyor. Genele yayılan bir duygu elde etmek, ortak bir ses yaratmak gerek. Yoksa hepimiz çeşitli azınlıklar halinde mücadele edenler olarak kalacağız” dedi. 

Bilişim hukukçusu-avukat Gökhan Ahi, Korsan Parti Hareketi’nden Şevket Uyanık ve CHP Genel Başkan Yardımcısı Gökçe Gökçen’in konuşmacı olduğu Dünyada ve Türkiye’de Internet ve Medya Yasakları oturumunda ise bugün ifade özgürlüğü alanında başlıca alternatif mecralardan olan internet üzerinde kurulan sansür mekanizmaları ve buna karşı yapılabilecekler konuşuldu. CHP’de insan hakları alanında çalışan Gökçe Gökçen siyasi partilerin ifade özgürlüğü alanındaki politikalarının önemine dikkat çekerek gazetecilik mesleğinin toplumsal etkilerine vurgu yaptı: “Büyük medya patronlarının gazetecilik ilkelerinden geri adım atmaya başladığını görüyoruz. Ana akım medyada kurumsallığın ortadan kalkmaya başlaması alternatif medyada da aynı sonuca yol açıyor. Bu durumun en önemli sonucu güvencesizliğin ortaya çıkmasıdır. TÜİK verilerine göre son 9 yılda gazetecilerin işsizlik oranı yüzde 18’den yüzde 25’e çıkmış. Medyanın ideal koşullara gelebilmesi için hem iktidarın medya üzerindeki baskısının sona ermesi hem de iş güvencesi sorununun çözülmesi gerekiyor.” 

Siyasetin aynı sloganlarla yapılması gibi insan hakları savunuculuğunun da böyle olmasına karşı yeni bir üslup, tavır gerektiğini belirten Gökçen, genç kuşakların daha şeffaf ve yeni bir dille mücadeleyi toplumsallaştırmaları gerektiğini söyledi.

İnternet ve ifade özgürlüğüne dair kısa bir tarihçe sunan Gökhan Ahi, anaakım medyanın tekelleşmesi ve yozlaşmasının çevrimiçi alternatif medyanın oluşmasına yol açtığını, internetin bir çeşit aktivizm alanına dönüştüğünü belirtti. İnterneti ifade özgürlüğünün en çok kullanıldığı alan olarak tanımlayan Ahi, 2011’de “güvenli filtre”nin getirilmesiyle birlikte birçok muhalif sitenin engellenmeye başladığını, 17-25 Aralık’la beraber de internete getirilen köklü değişikliklerin “düzenleme” adı altında hayata geçirildiğini ifade etti. Türkiyede engellenen website sayısının 245 bin 825 olduğunu söyleyen Ahi, bunlardan 54 bininin 2018 sonu itibarıyla engellendiğinin de altını çizdi.

Şevket Uyanık ise Ekşi Sözlük ve İnci Sözlük’ün terörle mücadele polisleri tarafından basıldığı zamanlardan geçtiğimizi hatırlatarak internetin bugün hem Türkiye hem de dünyada içler acısı durumda olduğunu söyledi. “Julian Assange’ın dediği gibi, ‘Artık internet totaliter, otoriter devletlerin elinde bir denetleme, gözetleme, fişleme aracına dönüşmüş durumda. Şu an kullandığımız internetin sonu geldi.’ Katılıyorum çünkü tamamen tam bir gözetim toplumu haline gelmiş durumdayız” diyen Uyanık, dünyada internetle ilgili ilk yasakların 11 Eylül’den sonra çıktığını, Türkiye’de de 2007’de 5651 sayılı yasayla yasakların temellerinin atıldığını aktardı. Çevrimiçi mecralarda müdahalenin kısmen yapılabildiğini belirten Uyanık, kendimizi nasıl savunacağımızı bilmenin önemine de vurgu yaptı. “Toplumsal hareketlerde internetin kullanımından rahatsız olan iktidarlar internete karşı bir savaş açtı. Bu savaşı tam anlamıyla kazanmaları mümkün değil. Artık bütün iletişim, ağlar üzerinde. O ağa müdahale etmek ekonomiyi ve sosyal hayatı gözden çıkarmak anlamına gelir” diyen Uyanık, devletin tekelinden interneti korumak için “mesh” ağların kurulduğunu, böyle bir ağın Türkiye’de de kurulması gerektiğini belirtti. 

Çalıştay’ın Türkiye’de Basın Özgürlüğü ve Tutuklu Gazeteciler başlıklı oturumunun konukları gazeteci Ayşe Düzkan, avukat Tora Pekin, gazeteci Andrew Finkel ve gazeteci Ümit Kartal’dı.

1989’dan beri Türkiye’de gazetecilik yaptığını söyleyen P24’ten Andrew Finkel, o yıllarda gazetecilerin daha çok yolsuzluk haberleriyle ilgilendiğini, mesleklerine dair dayanışmaya çok da zaman ayırmadıklarını hatırlatarak “Gazetecilerin çalıştıkları basın kuruluşları tarafından daha fazla korunmaya ihtiyacı var. 1990’larda gazeteler basın özgürlüğü ihlallerini duyurmakta çekimser davranıyordu, 2001 krizinden sonra medya kuruluşlarının hükümet yanlısı şirketlere satılmasıyla daha da kötü duruma gelindi” dedi. Bu dönüşümün AKP iktidarı süresince yaşandığını vurgulayan Finkel, “Türkiye’deki medya kuruluşlarının yüzde 90’ı hükümetin elinde, istenmeyen haberleri yapmanın 10-15 yıl arası cezaları olduğunu görüyoruz. Bu tekelleşmenin tek sonucu cezalar da değil, muhalif medyanın para kazanması ve ayakta kalması da imkansız hale geldi. Hükümet ekonomiyi ancak faiz oranlarının düşürülmesiyle düzeltebileceğini düşünüyor. Ancak tutuklu gazeteciler varken, yargının bağımsız olmadığı imajı çizilirken ekonominin düzelmesi mümkün değil” dedi. 

Cumhuriyet gazetesi davası avukatlarından da olan Tora Pekin ise oturumun başlığına – Türkiyede Basın Özgürlüğü ve Tutuklu Gazeteciler – dikkat çektikten sonra, “Türkiye’de basın özgürlüğü yok ve dünyada en çok gazeteci tutuklayan ülke Türkiye. Gazeteciler her gün yaptıkları haberler nedeniyle yargı karşısına çıkıyorlar. İfade özgürlüğünün sıfır noktasındayız” diyerek medyaya pek de yansımayan “emniyet, adliye ve hapishane duvarlarının ardında cereyan eden hikayelerden” bahsetti. 

“Basın özgürlüğüne iki ana başlık eşlik ediyor; gazetecilere hapishane baskısının boyutları ve bu baskının kaynakları. Baskı tutuklamayla başlıyor, ama öncesinde sabahın kör saatlerinde evinizde ailenizin gözü önünde gözaltına alınırsınız, bütün elektronik aletlerinize- cep telefonları, tabletler, hard diskler, flash belleklerinize- el konulur. Tüm bunlara ne zaman ulaşacağınız belirsizdir. Bunlar aynı zamanda gazetecinin bütün mesleki birikimidir. Her şeyden önce mahremiyete büyük bir saldırıdır evinize polisin girmesi. Her şeyiniz elden geçirilir, o rahatsızlığı çok yoğun yaşarsınız. Maddi ve manevi olarak ağır bir biçimde yıpratılırsınız” diyen Pekin, bu baskının tutuklamaların yanında konuşulmaz olduğunu vurguladı. Gazetecilerin “örgüt üyeliği”, “örgüt adına faaliyet ya da yardım”la suçlandığının altını çizen Pekin, “İstanbul’da basit bir cumhurbaşkanına hakaret dosyası için bile insanlar evleri kar maskeli polislerce basılarak gözaltına alınırken Yüksekova’da yaptığı bir haber nedeniyle gözaltına alınan gazetecinin neler yaşayabileceğini tahmin etmeye çalışmalıyız” dedi.

Özgür Gündem Nöbetçi Genel Yayın Yönetmenliği davasında 15 ay hapis cezasına çarptırılan ve 130 günü aşkın tutuklu kalan Ayşe Düzkan sözlerine konu üzerinden mekansal ve zamansal kıyaslama yaparak başladı. “Türkiye en fazla gazetecinin tutuklu olduğu ülke ama mesela Balkanlar’da gazetecilerin öldürülme riski var. 20 Eylül, Musa Anter’in ölüm yıldönümüydü. 20 Eylül 1992’de katledilmişti” diyen Düzkan, 1992-1994 yılları arasında 30’a yakın Kürt basın çalışanının öldürüldüğünü,  Özgür Ülke’nin 1994’te bombalandığını, gazeteyi dağıtanların katledildiğini hatırlattı. Düzkan, “Herkes bugünleri 12 Eylül’le kıyaslayarak ‘12 Eylül de bile bunlar olmadı’ diyor ama 90’larda oldu. ‘Medyaya baskı’ deyince anaakımdan bahsediyoruz. Bugün de Kürt illerindeki tutuklu gazetecilerden haberimiz yok, sayı olarak biliyoruz, isimlerini, kim olduklarını bilmiyoruz. Bunu merak da etmiyoruz. Burada bir problem olduğunu düşünüyorum” dedi.  

Bugünkü gerçekliğe dair de tespitlerde bulunan Düzkan “Artık yalnızca yolsuzluk haberlerine değil kadın cinayetleri ve çocuk istismarı haberlerine de erişim engeli getiriliyor. Metin Cihan’ın başına gelenleri biliyoruz. Gazetecilerin tutuklanması sorununu ifade özgürlüğünden halkın haber alma hakkı noktasına taşımalıyız” dedi. İzmir’de İz gazetesinin genel yayın yönetmeni Ümit Kartal ise gazetecilerin ne tür haberler ve hangi gerekçelerle tutuklanıp yargılandıklarına dair örnekler sıralayarak “Gazeteci olarak 3 – 5 günlük gözaltı yaşamış olsam da etrafımdakiler -kendilerince iyi niyetli de olsalar- beni otosansür yapmaya yönlendirdiler. Otosansür mekanizması çok ciddi işlediği için halkın haber alma hakkı da baltalanıyor” dedi. Yerel medyanın yaşadığı zorluklardan da bahseden Kartal, yerel medyanın sorunlarını içselleştirmeden daha büyük göstergelerle baş etmenin kolay olmadığını söyledi. 

Çalıştayın ikinci gününde ise katılımcıların oluşturduğu üç çalışma grubunda Türkiye’de İfade ve Basın Özgürlüğü İhlallerine Karşı Yeni Stratejiler, Özgür İnternet için Alternatif Arayışlar ve İfade Özgürlüğünü Yerelde Kurmak başlığı altında ele alınan raporlar hazırlandı. 

Oturumlardaki konuşmaların ve çalışma gruplarında oluşturulan raporların derlenerek hazırlanacağı sonuç bildirgesi ise yakında kamuoyuna sunulacak.