İlhan Sami Çomak ne istiyor?

27 yıldır özgürlüğünden mahrum bırakılan şair İlhan Sami Çomak’ın otobiyografik kitabı “Karınca Yuvasını Dağıtmamak” hakkında şair, yazar ve çevirmen Erkut Tokman, Susma Platformu için bir inceleme kaleme aldı


ERKUT TOKMAN

İlhan Sami Çomak’ı artık hepiniz az ya da çok tanıyorsunuz. Ne yazık ki İlhan Sami Çomak’ın haklı davasının uzun yıllar kamuoyu tarafından görmezden gelinmesi, onun yalnız bırakılması, bilinen bir gerçek. Bunu en somut olarak; onunla ilgili Türkiye’de yapılan ciddi ve geniş katılımlı bir özgürlük kampanyası olmamasından anlayabiliyoruz. Onun Kürt kimliğinden dolayı hukuksal olarak ötekileştirilmesinin, özgürlüğünden alıkonulmasının, hapse atılmasının, hukuksuzlaştırılma yöntemiyle hayatının çalınmasının üzerinden 27 yıl geçti. Hükümlü mü tutuklu mu olduğu bile henüz netliğe kavuşmamış bir Kürt vatandaşı olarak hapiste geçirdiği yıllarda kendisine yapılan tüm haksız suçlamalara, kesin olmayan delillerle yargılanmalara, yapılan işkencelere vb. rağmen İlhan Sami Çomak dünyada eşi ve benzeri görülmemiş bir insanlık mucizesine imza atmaya dört duvar arasında devam ediyor. Neden mi? O, kolay olan nefret, öfke, kin ve şiddet yolunu değil de; öncelikle kendine şiiri kılavuz alarak bilgelik ve aydınlanmanın yolunu, iyiliğin, güzelliğin, sevginin ve daha iyi bir insan olmanın -insanlaşmanın yolunu seçerek, bize benzerine az rastlanacak, belki de hiç bulunmayacak büyük bir insanlık dersi veriyor. Bunu onunla ilk iletişime geçtiğim yıllarda Yasakmeyve şiir serisinden çıkan şiir kitaplarını okurken de tespit etmiştim. Şiirini okuyup sevdiğim her şairle tanışmak düsturumdur. Enver Ercan bana İlhan Sami Çomak’ın şiir kitaplarını okumam için hediye ettiğinde de okuduktan sonra bu duyguyu hissettim. Kendisiyle tanışmamız o dönem “hapisteki yazarlar komitesinde” çalışmama rağmen öncelikle şiirle oldu. Bunun için önce kız kardeşi Suna ile iletişime geçtim, sonra da cezaevinin adresini alıp kendisine mektup yazmıştım. Daha sonraları çeşitli zamanlardaki mektuplaşmalarımızda bana yazmış olduğu satırlarını okurken de bir kez daha anlamıştım: O’nun insanlığı öyle gerçek, dost, saf ve içtendi ki hiçbir  yasal suçu işlemeye muktedir olamazdı. Ama geçenlerde İletişim Yayınları’ından çıkan otobiyografik kitabı Karınca Yuvasını Dağıtmamak’ı okuyunca bir kez daha bunu çok daha iyi anladım; çünkü gerçeği bütün çıplaklığına kadar görmek ve kavramak şansına, İlhan’ın kendi cümlelerinden okuyarak hislerden öte daha somut olarak eriştim.

Bu kitap benim için, İlhan’ın bizzat kendisiyle ve dünyasıyla yeniden kucaklaşmamın kitabıdır ve eminim ki bu kitabı okuyan herkes için de bu sıcak kucaklaşma -ilk defa olsun ya da olmasın- üç aşağı beş yukarı aynı olacaktır. Neden mi? Bu kitabın içinde yüreği hâlâ kuvvetle atan koca, hatta dev bir insan yatmaktadır çünkü. Bu dev yürek, kitabın içinde okudukça ortaya çıkan sıcaklığı ve içtenliğiyle kendi samimi dünyasından bize seslenmekte ve kendi gerçekliğinin kapılarını tüm çıplaklığıyla bizlere açmaktadır. Theodor Roethke “Açık Ev” adlı şiirinde “Kalbim bir açık evdir; kapıları ardına kadar açık” der. İlhan da bu kitabında bize bu evin kapılarını, kalbinin tüm çıplaklığıyla açıyor. Bu sıcaklık ve içtenlikle yoğrulmuş gerçeklik kolay kolay içimizden ve hafızamızdan çıkabilecek bir gerçeklik değildir. Pek çok açıdan böyledir çünkü arkasında koca bir Türkiye gerçeğinin on yıllardır süregelen sosyal, kültürel, etnik, hukuksal ve siyasi gerçekleri yatmaktadır. İlhan Sami Çomak bu konjonktürde sadece eskiden beri süregelen ve değişmeyen yanlış yapılanmaların bir başka kurbandır ve belki de en kötü örneğidir yaralı, acıtan ve kanayan gerçeğimizin. Her vatandaşın hayıflanması, üzülmesi, kendine dert hatta isyan etmesi gereken bir gerçekliktir bu. Kemal Şahin’in kitabın kapanış makalesindeki bir tespiti artık daha da geç olmadan, başka masumlara bu bela tekrar tekrar uğramadan, artık toplum ve yargı için değişmenin çoktan vaktinin geldiği gerçeğidir ve her şeye rağmen olumlu bir bakışla hâlâ geç olmadığının tespitini yapmaktadır. Kitaptaki gerçeklik hayatın bütün gerçekliklerinden acı tatlı pek çok fragmanlar, yaşanmışlıklar ve yaşanmamışlıklar, umutlar ve pişmanlıklar, mutluluklar ve acılar, ölümler ve doğumlar, sevgi ve hüzün, kan ve gözyaşı… hayata dair her ne varsa içinde taşımaktadır.

ONU ‘HİÇ YÜZÜSTÜ BIRAKMAYAN ÇOCUK YILLARINDAN’ ŞİİRİN KENDİSİNE DÖNÜŞMESİ

Kitabı vücuda getiren ana etmenlerden yola çıkarak İlhan Sami Çomak’ın yıllardır haksızca içerde tutulmasının gerçek hikâyesini, bu zaman zarfı içinde İlhan Sami Çomak’ın ayakta kalma ve hayata tutunma mücadelesini, bu süreçte içerde geçirdiği değişimi, düşünsel ve ruhsal evrimi, tanık olduklarını, yaşadıklarını… ve bunun gibi şairin kendi kaleminden, kendi yaşam yolculuğunun pek çok unsurunu ve evrelerini (çocukluk, gençlik ve olgunluk) gözler önüne sermesi bakımından çok anlamlı olduğunu söylemek gerekir. Şairin kendi deyimiyle onu hiç yüzüstü bırakmayan çocukluk yıllarından başlayan bu dil serüveni, ilkokul yıllarında karşısına çıkan yine kendi deyimiyle, Türkçenin o hep sınıfta kaldığı, dayakla özdeş, korkudan ve küçük düşmekten korkulara öğrenilen varlığı, yani  o “Dil duvarı;” bugün İlhan için, kendisinin üstün çabasıyla, azmiyle ve disipliniyle dört duvar arasındaki imkânsızlıklar içinde yoğrularak bir büyük imkâna ve mucizeye; en zoru olan “şiir” diline dolayısıyla kendi “şiir”ine dönüşmüştür. Bakın şair bu özgürlüğü nasıl anlatıyor: “Şiir bana hata yapma özgürlüğü verdi. Şiirin kurala gelmez yönü, korkumu serbest bırakmama, bu yolla duygularımla, yetenek ve çalışma azmimi önemseyerek sınırlarımı yakalamama, dolayısıyla gücümü kanıtlamama yol açtı” (sf.31). Kitapta sonra köy hayatından ilk kez dışarı çıkıp devletle tanıştığı; ilk kez çocukluğundan çıkıp büyüdüğünü hissettiği “Bingöl”deki okul ve gençlik yıllarına tanıklık ediyoruz: “Ben Devleti görünce büyüdüm!”/”Ama bir genişlikte çok ıssızken büyüdüm. Hâlâ alışamadım buna” (sf.25). Buradan İstanbul’da üniversitedeki kısa süren günlerine tanık olarak, tutuklanma sürecini de ele alarak, hapishane yıllarında yaşadığı ve maruz kaldığı kötü süreçlere de dem vurduğu bölümlere ve oradan da hapiste şair olmanın serüvenine kadar uzanan kitapta bir geniş sürecin içinde buluyoruz kendimizi…

Bütün bu süreçlerde yazarın kaleminden dökülenlerle tanıklık ederken; onun sadece fiziksel, ailesel, eğitimsel ve çevresel dünyasına adım atmakla kalmıyoruz. Aynı zamanda bu süreçlerde anıların ve hafızanın belleğinden geçen ve yoğrulan şairin hayatındaki bütün yaşanmış ya da yaşanamamış zaman dilimlerindeki (yaşanamamışla hapishanenin içindeki süreci kastediyorum ve burada özellikle fiziksel olarak dış dünyadan soyutlanmayı kastediyorum) olanlara yeniden bakarak, üzerinde düşünerek, üreterek, sorgulayarak, cevaplar arayarak, sonuçlara vararak, yepyeni bir yaşam deneyimi ve gerçekliğini imkânsızlıklar ve yokluklar içinden çıkardığına tanık oluyoruz. Bu süreçte yazarın kendi gerçekliğini yaratma adına görselleştirdiği bir yaratıcılık ve hayal gücü alanından ipuçları alıyoruz. Peki bu gerçeklikte neler var? Ya da şöyle de sorabiliriz: Bu gerçeklik bize, okuyucuya neler sunuyor? Nasıl bir yaşam deneyimi üstünden böylece yeniden bu toplumun ve bireyin gerçekleri üzerine, yaşananlar üzerinden bakarak düşünmüş oluyoruz? Buna kitabın ve yazarının bize sunduğu somut gerçekler üzerinden cevap verirsek daha doğru bir zeminin üstüne basmış olacağız diye düşünüyorum: Bu zemin elbette her şeyden önce yazarın ilk çocukluk yıllarının geçtiği, her türlü yokluğa rağmen aile ve köy çevresiyle çok mutlu olduğu, yeşerdiği, büyüyüp serpildiği köyünün iklimi ve toprağının zeminidir. “Dua gibiydi onunla ilişkim” dediği; gövdesine tırmanarak öpüp, koklayarak, teninin sıcaklığını hissettiği söğüt ağacıdır; küsüp ters akan amcasının ırmaklarıdır, onun için ilk kutsallık olan Tanrı yerine koyduğu Hızır’dır; hayvanlarını otlattığı kırlarıdır, çoban göçebeliğidir, belki onda hiçbir sevginin yerini almayacak anne, baba, kardeş akraba sevgisidir, büyükbabasının kucağında kafasını yasladığında duyduğu huzurdur, ninesinin verdiği öğütlerdir… Yine bu zeminde çocukluk yıllarının haşarılıkları, merak ve keşfetme duygusu, saflığı, koşulsuz yokluğu ve fakirliği paylaşma duygusu, Keke’nin derin sevgisi, lise ve ilk gençlik yıllarının getirdiği heyecanla, hayatı tanıma, dini, etnik ve kültürel gerçeklerle yüz yüze gelme, devlet ve dil gerçeğini tanıma ve bunların sonucu yaşanan hayal kırıklıkları, ötekileştirilmeler, kabulleniş ve reddedişler, Bingöl, kısa da olsa özgürlüğünü hissettiği ilk şehir olan İstanbul yatmaktadır.

BİZİM DIŞARIDA NE KADAR ÖZGÜR OLDUĞUMUZU SORGULATIYOR

Bunlar hafızadan kaleme aktarılan, bir yönüyle yaşanmış anılardır. O anılara yıllar yıllar sonra hep yeniden şimdi bu kitapta yazarak dönen yazar, bir kuşun huzurla yuvaladığı bir ağaç misali, çocukluğundaki gibi daim bir huzuru aramaktadır. Diğer yönüyle ise dört duvar arasında hapishane içinde geçen yılların hikâyesi vardır. Bu hikâye dışarda geçirilen yılların aksine mutluluktan çok hüzünlerin, acıların, imkânsızlıkların, özlemlerin ve umutların üzerine kurulu bir yeni gerçeklik döneminin yazarın belleğinden, hayal gücünden, kısıtlı imkânlarla şiirle ve düşünceyle yeniden üretilmesi ve sorgulanmasıdır. Bu süreç, dile kolay, mahpushanede yazılan 8 şiir kitabını içeriyor. Bu süreçte kitabı okurken de tanık oluyoruz ki yazarın otobiyografik yazı dili, şairliğinden nasibini epey alıyor. Şair asla şairliğinden vazgeçemez. Bunu kitaptaki betimlemelerde de çok iyi görüyoruz. Bu şiirsel dil, kitabı otobiyografik özelliğinden zaman zaman çıkararak daha üst bir boyuta çıkarıyor. Yazar bunun ölçüsünü çok dengeli çıkışlarla kitabın anlatı özelliğini göz ardı etmeden korumuştur ve okuyucuya şiirsel bir hazzı da almasını tadında olarak sağlamıştır. Kitabın başka bir yönü de bu şiirsel serüvende adeta bir halk ozanının ritüelleri gibi pişen yaşanmamışlıkların, hafızanın ve hayal gücünün erkiyle ve erkesiyle bir yaşam bilgeliğine dönüştüğü gerçeğidir. Bu bakımdan kitap otobiyografik özelliğinden şiirsellik dışında felsefi bir boyuta da geçmektedir. Bir yazarın, şairin düşünsel edimi dile yansır bu aynı zamanda ontolojik bir boyutu da içerir; buradan dolaylı olarak dilsel ve ontolojik bir edim doğar. İlhan Sami Çomak’da toplumda yıllardır pek çok kişiye dert ve yara olmuş, kanayan, kabuk tutmayan Adalet, Ölüm, Zaman, Sevgi, İnsanlık, Umut, Umutsuzluk, Vicdan Öfke, Acı vb. kavramlar üzerinde aklımızın labirentlerinde bize bir çıkış yolu göstermeye çaba sarf ediyor. Ama bunu bilinçli bir çabayla yapmıyor; kendi de bizimle birlikte bu çıkışı aradığı için yapıyor ama bunu ulaştığı bilinç düzeyinden bir ustalıkla, bilgelikle sorgulayıp anlamlandırıyor, sonuçlara varmaya çalışıyor. Burada aynı zamanda duyguların irdelenmesi, felsefe ve bilgelik yolu yapılması söz konusudur. Takdir edilesi bir durumdur bu. Kendi de bunu şu sözlerle dile getiriyor: “Yine de bilgeliği aramalıyım, şiirden geçen bilgeliği.” Anlatı boyutunun yanına önce şiirsel boyutu, sonra da felsefi ve düşünsel boyutu da katarak aslında otobiyografik yazına yeni bir kapı açmaktadır bu kitap. Bütün bu boyutlar kitapta tadında, otobiyografik anlatı temelini bozmadan ve bu temelden sapmadan yer yer ortaya çıkıp kaybolmakta, yaşanmışlıklardan edinilen deneyimlerle anıların arasından kayadan biten bir ot, çiçek ya da fidan gibi mucizevi bir şekilde belirmektedir.

Bazı kavramlardan bahsettik; bunlardan özellikle ikisine dikkat çekmek istiyorum. İlki “Zaman” kavramı: Bu kavram İlhan Sami Çomak’ta düşünsel boyutta en çok önem arz eden, sorgulanan kavramlardan birisi olmuştur.  Zamana karşı gelecek kaygısından kurtulma isteği, zamanla mücadele, zamanla hesaplaşma isteği vardır onda; bu noktada umudun önemi ve bilgelikle sorgulanması isteği doğar. İkincisi ise “Adalet” kavramıdır. Adaletin varlığı, ağırlığı, acımasızlığı, dışarıda olmayan adaletten içindeki adalete yöneliş söz konusudur. Yazar dışarıda bulamadığı adaleti kendi içinde aramaktadır, bunu yaparken de hepimize insanlık dersi vermektedir: “Bana işkence yapanları, yargılayıp yargılayıp gerçeği önemsemeden aynı cezayı vererek beni özgürlüğümden edenleri, yaşadıklarıma göz yumarak beni kötülük karşısında yalnız bırakıp sessizliği çoğaltan toplumu affettim, affetmesini bildim ben!”  Yazarın amaçlanmadan, yol gösteren bu bilgeliğinden kitabı okuyan herkesin kendine çıkaracağı dersler vardır. Bu hepimiz için yol göstericidir. Bakın ne diyor İlhan Sami Çomak kitabında: “Hayatta doyduğum tek yer belki de yoldur! Telaşın kendisi hayattı, yürümenin kendisi, varmak istediğinin kendisi! Gitmek çok güzeldi.” Hapishanede, dört duvar arasında, dışarıda özgür yaşayanlardan bile daha çok ilerilere gitmiş bir insandan bahsediyoruz; İlhan Sami Çomak’tan. Özgürlük ontolojik bir kavramdır, fiziksel değil. Bilinç özgürlüğü ruhun özgürlüğünü de getirir. Fiziksel ve maddesel özgürlük para, değer yargıları, gelenekler vb. pek çok şeyle sınırlandırılmıştır. İlhan kavramları yeniden sorgulayarak alt üst ediyor. Bizim dışarıdaki hayatımızda ne kadar özgür olduğumuzu; ne kadar doğruların, insani olanın, adaletin yanında olabildiğimizi vb. yeniden bize sorgulatıyor. Kitabı okurken o kadar çok şeyin altını çizdim ki. O kadar çok not aldım ki. Bunu size ancak iyi kitaplar yaptırır ve genelde bu kitaplar bizim başucu kitabımız olurlar. Bu kitap da kuşkusuz onlardan biri. Bu bağlamda kitap amacına ulaşıyor. Yıllardır görmezden gelinen İlhan’ın sesinin ilk kez tüm çıplaklığıyla kamuoyuyla buluşmasıdır bu kitap. Herkesin okuması ve ders alması gereken bir kitaptır. Toplumun en alt kesiminden en üst kesimine, devletin en alt kesimin en üst kesimine herkesin okuması gereken bir kitaptır. Bu ülkede toplumsal barış, demokrasi, adalet istiyorsak bunu yapmak, önce kendimizi sonra da toplumdaki, devletteki yanlışları düzeltmek zorundayız. İlhan Sami Çomak’ın kitabı tüm insanlığıyla, aydınlığıyla bize bu fırsatı bir kez daha sunuyor. Bu fırsatı kaçıracak mıyız? Bakın ne diyor kitabında İlhan Sami Çomak tam da bunları kanıtlarcasına: “Aklın ve evrensel değerlerin koyduğu doğruları kabul etmek, kibirden ve erkeklikten uzak durup sadeleşerek bir değişim bilinci edinmek…;” “Demek ki, devleti sıkı bir şekilde eğitmeli, ona yeni bir dil öğretmeli. Bize gereken budur. Bir duvar vardı onu aştım yara bere içinde de olsa, aştım.” (sf.37)

Cezaevinde şair olmak İlhan için ne anlam ifade ediyor? Bunu hep söyledim. Her yeni çıkan kitabını ve onunla ilk tanışmamdan önceki kitaplarını da okuduğumda gördüm ki, onda mekânı aşan şiirsel bir yeti var. Şiirin dışına taşan hayal gücünün, bunu görselleştirebilmenin tüm sınırlarını zorlayan ve aşan bir yanı var İlhan Sami Çomak şiirinin. Bu kitabı okuduktan sonra tavsiyem okumadıysanız mutlaka onun şiir kitaplarını da okumanızdır. Bu kitapta anlatılanlarla kitaplarındaki şiirler arasında da konu olarak paralellikler göreceksiniz. Şiirinin somut yanını oluşturan bu tematik yaklaşım tamamen şairin doğasından, yaşanmış yıllarından, geçmiş anılarından gelmektedir. Bu yüzden şiirlerinde de köyünden, çocukluğundan, ailesinden, doğadan, aşktan, sevgiden, isyandan, kadınlardan, anne sevgisinden… izler buluruz. “Sıkıntılara kefil aramak! Bunu en iyi yapacak şiirdir,” diyor şair. Şiir iyileştirir denir. Ruhu da bedeni de zihni de ıslah eder; evcilleştirir; insanlaştırır; yüceltir; bilinç verir; bilgelik verir gerçek şiir. İlhan bu nimeti görüp faydalanmasını bilmiş bir şairdir. Burada cezaevinde şiirle yaratılan “mekanca dönüştürülmüş yeni bir zamandan” bahsediyoruz. Kendi de bu zamanı şöyle dile getiriyor: “Genel zaman ve şiirin zamanı. Şiirin yaratıp düzenlediği, mekanın etkilerinden kurtulma isteğinde olan zaman.” Şair elbette buna zorunludur çünkü gerçek yaşamın mekânsalından kendi istemi dışında uzaklaştırılmıştır ve ona içeride verilen mekânsallık çok ama çok sınırlıdır. Onun şiir dili bu bağlamda mekânsallığın dilini hayal gücünden yaratmak zorundadır. Bunda da görselleştirme güdüsü ve hayal gücü ön plana çıkmakta, bellek ve anıların somut mekân gerçekliğinden yol alarak ilerlemekte, onu çeşitlendirip yeniden yaratmaktadır. Hayattaki zaman, cezaevindeki zaman, genel zamandan şiirin zamanına doğru yol alan bir özgürleşme çabasıdır bu. Böylece şair şiirinde kendine yeni bir gerçeklik alanı yaratmaktadır. Bu bağlamda mekânsallık da cezaevindeki mekân, hayattaki mekân (anılardaki), genel mekân ve şiirdeki mekân kavramlarıyla tekrar düşünülebilir. İlhan Sami Çomak şiire ait düşünceleriyle her şaire, şiire başka bir açıdan bakma şansını veriyor; bunu bilincimize ima ediyor. ”Bunun dışında kanımca tüm şairler için yürünecek yol az çok birbirine benzer. Önemli olan yolu bulmak ve kararlıca yürümesini bilmektir…. Şiire dokunmak onun sana dokunmasına izin vererek, kendini değiştirmek, yazdığın şiire benzemek…” (sf.92).  O hep sorguluyor. Şiirde de sorguluyor. Kendi şiirinin geleceğini sorgularken, şiire ve başka şairlere olan özgüvenin önemini de dile getiriyor. Bu özgüven elbette çok çalışmaktan geçiyor:” Hem iyi bir öğrenci hem de benden önce söylenen şiire bir söz ekleyerek geleceğe taşırma bakımından o büyük sözün bir parçası olmaya çalışıyorum” (s.95).

ŞAİR İÇERDE ÖYLE SAF TEMİZ KALMIŞTIR Kİ DIŞARIDAKİ HAYAT ONU KİRLETEMEMİŞTİR

İlhan Sami Çomak, dışarıdaki şiir ortamına bire bir tanıklık edemedi. Onu hep kısıtlı imkânlarıyla içeriden erişebildiği kadar, anlatıldığı kadar, aktarıldığı kadar izledi ve kısıtlı imkânlarla yazdı. Bu kısıtlılıkta dışarıda olsa daha geniş bir olasılıklar evrenine açılacaktı. Bunun onda bir pişmanlık duygusu yarattığını biliyorum. Kitabında da bundan bahsediyor. Kafasında hapishane ortamının vermiş olduğu düşünsel baskılar hiç olmayacaktı şüphesiz. Şiirlerinde bazen bunun bir otosansür olarak sezildiğini, bazı setlerin ister istemez alttan alta çekildiği kanısını hissetmişimdir onun şiirlerini okurken ama o şiirini hep bu baskıların dışında tutmaya ve yeşertmeye çalıştı. Kendine yaratıcılığı ve hayal gücünü kılavuz alarak, zekâsı ve çalışma azmiyle yepyeni özgürlük alanlarını kendine açtı. Fakat bu duyguyu elbette sadece içeride yazanlar değil biz dışarıda yazanlar da belli dönemlerde üzerimizde hissetmişizdir. İlhan Sami Çomak özellikle şiirine başka şairlerin eleştirel bakışını önemsediğini, bunun kendinde bir eksiklik olarak gördüğünü söylüyor. İlhan Sami Çomak dışarıda olsaydı eminim ki bunun büyük bir pişmanlık meselesi olmadığını bizzat kendi deneyimleriyle görecekti. Günümüzde şiir eleştirisinin bilimsel ve akademik bir zemine oturmadığı ülkemizde; şairlerin diğer şairlerin şiirleri ve kitapları üzerine yazdıkları yazılar maalesef bir değerlendirme, yorumlama, beğeni gösterisinden öteye geçemiyor. Eleştirel alana neredeyse hiç girilmiyor. Girildiğinde de derme çatma ve temelsiz, kavramsal altyapısı oluşmamış birkaç cümle kalıyor geriye. Bu ve başka açılardan İlhan’ın şiirle ilgili duyduğu dışarıda olmamaktan kaynaklanan pişmanlıklar ve hissedilen eksiklikler, eminim ki dışarıdaki şiir ortamını tanıdıktan sonra azalacaktı, belki de hiç olmayacaktı.

Buna bir de ters yönünden bakmamız gerekiyor. Bu bağlamda İlhan’ın şiiriyle kurduğu bağ ve bu bağın onu götürdüğü yer dışarıda olup da şiir yazan ya da yazdığını sanan pek çok şaire ibretliktir. Şiiri şiir olmaktan çıkarıp başka mecralara taşıyan bazı çevrelerde bir şairde barınmaması gereken özellikler yuvalanmış, bu özellikler çeşitli çıkar grupları etrafında desteklenip yüceltilmiş, hatta ödüllendirilmiş ve edebiyat piyasasına sürülmüştür. Bunları ancak eğitim ve kültür altyapısı gelişmemiş, düşünceleri mantıksal ve felsefi bir temele oturmamış toplumların bireylerine aşılayabilirsiniz. Türkiye’de olan budur. İlhan Sami Çomak dört duvar arasında bütün bu kirliliklerden uzak belki de en saf, en arı, en insancıl şiirlerden birini bizlere sunuyor. Bundan bütün şairlerin ders alması gerekir. Bakın ne diyor şair bu konuda: “Şiir gerçek hayatın yerini alamaz! Özellikle içeride olmamdan hareketle, zorunlu bir paslaşmayla hayatı değil şiiri öncelediğim, hayatın yerine şiiri ikame ettiğim gibi iyi niyetli bir saflıkla yaşananı idealize eden tutumlar görüyorum…. Oysa ne kadar idealize edilirse edilsin hayatın şiir ve düşündüklerimizle pek ilgilendiği yok. O, hükmünü kurmakla meşguldür” (sf.96). Bu sözler o kadar önemlidir ki! Kurtlar sofrasında birbirini yemekle, kuyusunu kazmakla meşgul şair camiasındaki her şair tarafından tekrar tekrar okunmalıdır. (Bunu bir genelleme olarak söylemiyorum.) O bu tespitleri bu camianın içinde olmadan yapmıştır. Şiiri hayatın, toplumun, dünyanın gerçekliğinden koparan bu anlayıştaki samimiyetsiz bir şiir bugün sadece yazar şairler arasında kabul görüp onun dışında okunmaz olmuştur. Bu yüzden İlhan Sami Çomak’ın kitabında bahsettiği şu sözlere katılmıyorum. “Dolayısıyla benim, normal şartlarda yaşamadığım için ‘normal’ bir şiirim de olmadı!” Bunu dışarıda olan şairlerin şiir anlayışlarından örneklerle de ispatlayabiliriz. Mesela Gülseli İnal’ın şiiri ya da Ece Ayhan’ın şiiri, ne kadar ayrıksı dursa da -normal dışı- dursa da özgündür, önemlidir, yer edinmiştir. Bunu başka isimlerle de çoğaltabiliriz. Yani demek istediğim bu bağlamda İlhan’ın şiiri, dışarda olan bazı şairlerden onun deyimiyle daha “normal” olabilir, gözükebilir. İlhan’a “Cezaevinde Şair Olmak” kısmını bu kitaba eklediği için minnettarım çünkü böylece herkes onun şiiri hakkında ipuçlarına ve şiirine adım atma imkânına böylece kavuşmuş oluyor. Demem o ki, şair içerde öyle saf, temiz kalmıştır ki dışarıdaki hayat onu kirletememiştir; bizleri kirlettiği gibi. Bu yüzden belki de şu sözlerinde haklı: “Yalnızdır benim şiirim!”

İlhan Sami Çomak bir başka bakışla toplumumuzdaki samimiyetsizliğin, hoşgörüsüzlüğünün, popülist aydın duyarsızlığının, iç çekişmelerin ve kavgaların ortasında yalnız bırakılmış bir gerçek hayat dersidir. Bunun bizzat yaşararak tanığı oldum ama ona samimiyetle, çıkar beklemeden, insanca yardım edenler elbette oldu. Bu noktada, o dönemde Türk edebiyatında önemli bir yeri olan; bugünse ölümünden sonra devam etmeyen Enver Ercan’ın Komşu Yayınları, Yasakmeyve serisinden İlhan Sami Çomak’ın şiir kitapları yayımlanarak ilk kez ciddi anlamda edebiyat çevreleriyle buluşma fırsatını ona sağladı. Hatta hapisteyken şairlerin bir araya gelip onun kitaplarını imzaladığı bir imza gününü de Komşu Yayınları düzenlemiştir. Fakat şair sonra uzun bir dönem unutulmuş. Bireysel olarak sadece duyarlı bazı yazarlar ve şairler onun kitapları üzerine yazı yazmış ve röportajlar yapmışlardır. Bu bağlamda kitlesel bir sahiplenme, bu haksızlığa karşı kitlesel bir duruş maalesef yazar örgütlerimiz tarafından yapılmamıştır. Özellikle kendisi Türkiye PEN üyesi olmasına rağmen göz ardı edilmiştir. Ne özgürlüğü için ne de şiirinin tanıtılması için örgütsel bir çaba sarf edilmiştir. Ta ki kişisel çabalarla İlhan’ın yurtdışında, Norveç PEN öncülüğünde tanıtılmaya ve sesinin duyurulmaya başlamasının ardından Sennur Sezer Şiir ödülünü alması, onu bir nebze olsun Türkiye’de gündeme taşımıştır. Bunun ardından da yazar örgütleri onunla daha çok ilgilenmeye başlamışlardır. Bunu, Türkiye’deki popülist aydın kimliğine ve örgütlerdeki lider sürü ilişkilerine ve iç çekişmelere ve gruplaşmalara bağlamak mümkündür. Bu süreçlerin içine girip bizzat yaşamış biri olarak bunu önyargısız, deneyimlerimden yola çıkarak söylüyorum. Kavramların çok sık klişe olarak söylenildiği, içinin boşaltılıp bir kandırma kültürünün topluma ezberletildiği ama gerçekte hiç yaşanmadığı bir toplumdan geliyoruz. Her şeyi bıçak kemiğe dayandığında, olayları bütün süreçlerinden değil de kötü ya da iyi sonuçları ortaya çıktığında sahiplenen bir anlayışı samimi bulmak mümkün değildir. Bunu sadece İlhan Sami Çomak ile sınırlandırmak da doğru olmaz. Türkiye’deki her sosyal yarada bunu görüyoruz. Kürt meselesinde de, kadın sorununda da, demokrasi sorununda da. Edebiyattaki kirlenmede de…

KEKE’NİN VE SAMİ’NİN DE KİTABIDIR BU..

İlhan hep hayata mucizelerle tutunmuş biri. Hayatta tesadüfün oynadığı rolün de bilincine varmış ve anlamlandırmış biri. Bu anlamda yaşam onu hep ölümle sınamış. “Ben hep olağandışı şartlarda yaşadım. Olağandışı şartlarda ve mekânlarda. Kendi iradem dışında zorluklarla sınandım” diyor. Kendisinin bir araba kazasında ölümden dönmesinden, kardeşinin ölümüne, işkence altında ölümden kurtulmasına kadar ölümle sınanan bu yaşam onun hafızasında acıya karşı bilinci yeşertmiştir. Buna acının bilinci ve aydınlanması da diyebiliriz. Şiir onu kötülüğe karşı dokunulmaz yaptı. O ise şimdi tutunduğu bu mucizelerden yola çıkarak bizi, hepimizi yaşamın ta kendisi ile sınıyor. Bizi insanlıkla, sevgiyle, barışla, özgürlükle, adaletle sınıyor. Bize de kanımca bu mucizeye ortak olmak, ona bir nebze olsun omuz vermek, onu anlamak ve destek olmak düşüyor. Bunu onun sesini daha çok duyulmasını sağlayarak yapabiliriz! Bakın ne diyor İlhan Sami Çomak: “Ben hala masal anlatılan o kış gecelerine ve çocukluğumun sisli mutluluğuna sinmiş, sonradan nereye savrulup kaybolduğunu anlamadığım huzuru arıyorum….  Elimde kalan tek şey şiir ve hayal gücü. Masallara ve masallardaki güzel sonlara inanan o çocuğu çok özlüyor ve seviyorum. Bunun için şiir yazıyorum!”

Kitaptaki o plastik pabuç hikâyesiyle içimizi acıtan ama sımsıcak bir kardeşliğin kucaklaştığı “Keke”’nin, “Sami”nin de kitabıdır bu kitap bence. Bu kitap “Keke”nin anlatıldığı bölümler olmasa ne kadar anlamsız ve eksik kalırdı, bir düşünün! Onda kardeş sevgisi ölümsüzleşmiştir. Ölümünü kabul edemese de bir türlü, bu sevgiyi ilahi, Tanrısal ve ölümsüz kılmak isteğiyle yazının ve şiirin gücünü kullanarak yapmıştır İlhan Sami Çomak ve acılarını doğaya bırakmıştır. ”Keke’yi çok özlüyorum” diyor ya şair; biz de o içinizde yaşayan, Nazım’ın dillendirdiği ama hiçbir zaman gerçek olamayacak ama sizin gibi güzel insanların içinde yaşayan “Büyük İnsanlığı” çok özlüyoruz, dışarıda pek çok şeye hapisken.

“Abi yavaş itsene”

İttim, dünyayı inciterek (sf.141)

Seni seviyorum İlhan Sami Çomak; kardeşim, Keke! Ama seni bir türlü sevemiyorum insanlık! Neredeysen artık? Bir mucize iklimidir bu kitapta yeniden yaratılıp dönüştürülen ve ortaya çıkarılan: İçinde insanlığın, kardeşliğin, sevginin everildiği, özgürlüğün umut edildiği, insan varlığının gizlerine, mucizelerine ulaşmak isteğidir.

Peki ya İlhan Sami Çomak sizden ne istiyor? Sizden onu çaldığınız kendisini geri istiyor! Çaldığınız hayatını ve özgürlüğünü… Çok mu şey istiyor sizden? Her insanın hakkı olan evrensel bir şeyi istiyor O! O mu suç işliyor yoksa bizler mi?

Unutmayalım; çok bildiğiniz popüler bir tanımla bu “Gerçek Bir Başarı Hikâyesi” ama asla bir daha bir başkasına nasip olmayacak ve olmamasını isteyeceğimiz.

Uzun uzun çocukluğunu oynuyor İlhan Sami Çomak.

Zamanın ağzından öpünce de mevsimler devriliyor bir bir.

Ama hep ateşler gibi sabretmesini biliyor.

Şimdi atına atlamış geliyor işte.

Bize yağmurlar getirmek için.*

Erkut Tokman. 7-8.06.2021 – Osmanağa – Kadıköy

*Yağmur Dersleri – Yasakmeyve Şiir Serisi – Şubat 2017 – Arka kapak yazısı.