Gerçekleri aktarmaya devam

Haber takibi yaparken gözaltına alınan, sonrasında tutuklanan gazeteci ve belgeselci Kazım Kızıl, üç ayın ardından tahliye oldu. Kızıl, süreci ve yaşadıklarını Susma’ya anlattı


Gazeteci ve belgeselci Kazım Kızıl, 17 Nisan’da İzmir Küçük Park’ta haber takibi yaparken gözaltına alındı. Dört gün gözaltında kalan Kızıl, neyle suçlandığını öğrenemeden tutuklandı ve Menemen F Tipi Cezaevi’ne gönderildi. Cezaevinde üç ay yattıktan sonra 10 Temmuz’da görülen ilk duruşmada tahliye edildi. Kızıl’ın yaşadıkları, OHAL’den sonra sıkça rastlamaya başladığımız davalara iyi bir örnek. Kazım Kızıl, gözaltına alınma sürecinden başlayarak hakkındaki suçlamaları ve cezaevleri günlerini Susma’ya anlattı.

‘KAZIM’I DA MI ALDIN?’

Gözaltına alınma olayım 17 Nisan’da gerçekleşti. Üniversite öğrencilerinin küçük parkta toplanıp şaibeli referandum sonuçlarına karşı bir protesto gerçekleştireceklerini sosyal medyada gördüm. Kameramı alıp protesto gösterisini kaydetmeye gittim. Yoğun bir şekilde sivil ve üniformalı polis vardı. Karşılarında 15-20 kişilik küçük bir grup vardı slogan atan, dövizler taşıyan. Zaten gösterinin yapıldığı park trafiğe kapalı, küçük bir alandı. Tamamen orantısız bir tabloydu. 15-20 kişilik bir gösterici topluluğu görünce hayal kırıklığı da yaşadım. Kameramı açıp görüntü almaya başladım. Zaten 5-6 dakika sürdü gösteri. Göstericiler slogan atarak dağılmaya başlamıştı. Herhangi bir yürüyüş, karşı koyma, hakaret tarzı bir şey yoktu. Bir anda polis gözaltına almaya başladı. Ben de gözaltıları kayda almaya başladım. O sırada bir polis döndü ve tamamen bana güdümlü bir şekilde geldi, elimde kamera varken kolumu büküp gözaltına almaya çalıştı. Boynumda basın kartım da vardı ama “Biz senin ne olduğunu biliyoruz” diyordu. Hala ara ara kendime soruyorum “Acaba beni nasıl biliyorlar?” diye.

Ardından başka bir polis memuru da sağ kolumu arkadan büküp beni o şekilde 200-300 metre sürüklercesine götürdüler. Ben bir yandan boynumdaki kameranın yere düşmemesi için çabalıyordum, bir yandan da eğilerek kolumu rahatlatmaya çalışıyordum. Üç, dört gün boyunca kolumun ağrısından uyuyamadım. Tüm bu süreçte kameram kayıttaydı. Ama ne yazık ki kamerama el konulduğu için o görüntüler polis tarafından silinmiş. Bir kadın polis, “Kazım’ı da mı gözaltına aldın?” diye sordu. Diğeri, “Görünce aldım” diye cevap verdi. Birini almak için onu görmeleri yetiyor herhalde.

Sonra sağlık kontrolüne götürüldük. Kolumla ilgili problemi ve nasıl gözaltına alındığımı anlattım. Kısaca gözaltına alınma olayım böyle gerçekleşti.

NEZARETTE DÖRT GÜN

Gözaltındayken normal prosedür uygulandı, çok fazla bir sorun yaşamadık. Ama OHAL’den dolayı dört günlük bir gözaltı süresi istendi. Pazartesi gününden cumaya kadar nezarette kaldık. Fiziki şartlar sıkıntılıydı ama nezaret ortamını az çok biliyoruz zaten. Onun dışında sistematik kötü bir şeye maruz kalmadık. Sadece beklemek ve belirsizlik yordu. Dört günün sonunda mahkemeye çıkarıldık. Mahkemede tutuklandık.

BAŞKA BİR ŞEY BULMALARI GEREKİYORDU

Açıkçası tutuklanmayı beklemiyordum. Normal şartlarda, yani hukukun üstün olduğu, adaletin sağlandığı, insan haklarına riayet edildiği bir ülkede yaptıklarımın tutuklanmaya neden olacak faaliyetler olduğunu düşünmedim. Ama ne yazık ki hukukun, adaletin, insan haklarının dikkate alınmadığı bir ülkede, her an herkes tutuklanma tehdidiyle karşı karşıya. Bunun tutuklanmanın kendisinden de daha büyük bir etkisi var. Tutuklanma tehdidi, gözaltı tehdidi, soruşturma tehdidi tarzında. Ben gazetecilik faaliyetinde bulunuyorum, belgeseller çekiyorum, röportajlar yapıyorum, fotoğraflar çekiyorum. Yaptığım çalışmalar, kullandığım üslup belli. Bunların hiçbirinde tutuklanmaya sebep olacak bir faktör yok. Ama içeride tutuklu bulunan onlarca gazeteci, binlerce insandan biri oldum.

Gözaltına alındığımda, 2911’den, yani toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanununa muhalefetten ifadem alındı, bununla ilgili sorular soruldu. Yasa dışı gösteriye katılma, slogan atma, uyarıya rağmen dağılmama… Bir an bunun doğru olduğunu kabul etsek bile, bunların hiçbiri tutuklanmayı gerektirecek suçlar değil. Başka bir şey bulmaları gerekiyordu. Ne oldu? Dördüncü günün sonunda savcılık beni tutuklama talebiyle mahkemeye gönderdi. Mahkemenin tutuklama gerekçesi cumhurbaşkanına hakaret oldu. Ama emniyette bana böyle bir soru sorulmamıştı. Bu suç bana daha sonra isnat edildi. Yeni bir suç isnat edilmesine rağmen savcının ifademi almaması başka bir fiyasko zaten. Savcıyı geçtim, mahkeme de bana bu konuda soru sormadı. Ne zaman öğreniyorum cumhurbaşkanına hakaret ettiğimi? Tutuklandığımın 65. günü… İddianame elime ulaşıyor bir bakıyorum ki tweetler var. 65 gün boyunca o tweetleri hiç görmemişim, bu konuda bana hiçbir soru sorulmamış. Bu bariz bir şekilde adil yargılanma ve savunma hakkımın kısıtlanması değil resmen ortadan kaldırılması. Önce cezayı veriyor, sonra suçu buluyor bir nevi. Bu yüzden benim tutuklanmam bir hukuk tiyatrosu gibiydi.

HAPİSHANE DAYANIŞMASI

Hapishaneye cuma gecesi gittik. Menemen F Tipi Kapalı Cezaevi’ne. İki gün boyunca beraber gözaltına alındığım üç arkadaşla tecrit koğuşunda kaldık. Tecrit süresi çok sıkıntılıydı çünkü ortada bir belirsizlik vardı. Ertesi günü bizi hangi koğuşa götürecekler, beraber mi kalacağız, ayrı koğuşa mı koyacaklar, belirsiz. Dışarıdan hiçbir haber alamıyoruz. Bütün bu belirsizlikler müthiş bir moralsizlik yarattı hepimizde. Pazartesi günü götürüldüğümüz koğuşta, iyi bir koğuşa düştüğümüzü anladık. Bize çok yardımcı oldular, hem maddi hem manevi. Çünkü 10 gündür temiz sudan, duştan, yiyecekten, sigaradan, çaydan uzaktık. Gittiğimizde de yanımızda hiçbir şey yoktu eşya olarak. Giyecekler koğuştakiler tarafından karşılandı. Biri jiletini verdi traş olmamız için, biri sabununu verdi, biri sigara, bir öteki muhabbetini verdi. Bir dayanışma örülmeye başladı yeni gelenlere karşı.

SAYIMLARI ÖĞRENİYORSUN

İlk günler ağırlıklı olarak sohbet etmekle ve onlara kendimizi tanıtmakla geçti daha çok. Belli bir süre sonra bazı küçük sorunlar da yaşadık. Hiçbirimiz daha önce cezaevi tecrübesi yaşamamışız. Küçücük bir ortamda, birçok hakkımızdan yoksun bırakılarak orada tutuluyoruz. Ama yavaş yavaş içerdeki işleyişi, rutini öğrendik. Sayımları öğreniyorsun, bir talep varsa dilekçe vermek gerektiğini öğreniyorsun. Bir yandan diğer kişilerle iletişimi sağlıklı ve iyi tutabilmek için nasıl bir üslup takınman gerektiğini, bir yandan koğuş hiyerarşisi içinde nasıl davranmak gerektiğini öğreniyorsun.

KİTAPLAR VE SELAMLARIN VERDİĞİ MORAL

Biraz zaman mefhumunu yitirdiğim için tam söyleyemiyorum. Gönderilen mektuplara erişim konusunda sıkıntı yaşadık. Çünkü bize içerde en iyi gelen şey, sadece mektup değil, dışarıdan gelen her şeydi, bir selam, bir haber… Ailelerimizin iyi olduğunu bilmek, iyi olduğumuzu haber vermek. Mektuplar geldikten sonra, günlerimi gelen mektupları okumak ve cevaplamakla geçirdim. Küçük notlar aldım, deneme tarzında yazılar yazdım, öykü tarzında bir şeyler karaladım. Okumak ve yazmakla geçiyordu zaman. İngilizcemi de geliştirdim. Bağlama istemiştim. Sazım gelince koğuş mümessilimiz Yılmaz abiye eşlik etmeye başladım.

‘BEN DE SENİ ÇEKİYORUM’ MESAJI

Kamera ve fotoğraf makinamın yokluğunu çok hissettim. Çünkü bir belgeselci gözüyle cezaevine bakınca kaydedilmesi gereken o kadar çok şey vardı ki. İnsanların mimikleri, mekana dair kadrajlar… Bir yandan bunları görüyorsun, kafanda çekiyorsun, beynine kaydediyorsun ama başkasına gösterecek bir aracın yok. Onu bir üretime dönüştüremiyorsun. Bir ara iki, üç gardiyan geldi, ellerinde fotoğraf makinası vardı. Dilekçe yazılmış anı olarak fotoğraf çektirmek için… Ellerindeki kameraya baktım, inceledim, sonra ellerimle ‘sinema karesi’ yaptığım pozu verdim, onu çekmesini istedim. Başka bir şeyi vurgulamak için yaptım bunu; ben de seni çekiyorum, burada da çekmeye devam ediyorum manasında.  

Azer vardı orada boncuktan yılanlar, kuşlar, çiçekler yapan. Ona söyledim bana boncuktan kamera yapabilir misin diye. Yaparız abi, dedi. Nasıl bir şey istediğimi rengine kadar tarif ettim. Azer bana çakmak kılıfı şeklinde bir kamera yaptı. Onunla ara sıra çekimler yapıyordum.

DAYANIŞMANIN SÜREKLİLİĞİ

Tecrit koğuşundaki boğuntudan, buhrandan çıkmamı borçlu olduğum şey, gösterilen dayanışma oldu. Tecritteki ikinci günümde dışarıdaki dayanışmayı anlattılar, mesajları, sevgileri, selamları ilettiler. Onları duydukça bana bir güç geldi. Daha sonrasında da ailemden daha ayrıntılı dayanışma mesajları aldım. Ardından mektuplar, kitaplar gelmeye başladı. En önemlisi de bunlar artarak devam etti. Gazetede bizimle ilgili bir haber çıktığında, CHP milletvekilleri ya da hiç tanımadığım avukatlar gelip desteklerini sunduğunda mekana, fiziksel ve psikolojik şartlara dayanma gücümüz arttı. Mesela Soma’dan bir çocuk mektup gönderdi bana, bir şiir yazmış. Bunun bendeki etkisini sayfalarca yazarak, saatlerce konuşarak anlatabilirim. Gazi Mahallesi’nden bir çocuk da belgeselimi izlemiş ve “umarım gelirsin buraya, seni görmek istiyorum” diye yazmış. Alsancak’ta oturup sohbet ettiğim bir Suriyeli sokak çocuğu, arkadaşlarıma ‘Kıvırcık saçlı nerede’ diye beni sormuş. Tutuklandığımı duyunca çok üzülmüş ve bana selam göndermiş. O selamın bendeki etkisini nasıl anlatabilirim? Amerika’dan, İrlanda’dan, Fransa’dan, Almanya’dan tanımadığım insanlar bana mektup gönderdi. Ailemin çabasını anlatmaya da yetmez sözcükler. Buradan sizin aracılığınızla, mektup yazan, kitap gönderen, destek sunan, düşünen, kalbinde hisseden herkese çok çok teşekkürler sunuyorum. Bugün dışarıdaysam, bunun büyük bir nedeni de dayanışmadır.

GERÇEK, İNSANLARI HAREKETE GEÇİRİYOR

Gerçeğe erişim hiçbir zaman iktidarın istediği bir şey olmadı. Gerçeği gizlemeye çalıştılar. Çünkü gerçek insanları harekete geçiriyor. Çünkü insan hakları ihlal ediliyor. Hukuksuz tutuklamalar, gözaltılar, soruşturmalar, KHK’lar, bir yanda çevre katliamları, bir yanda kadın cinayetleri, bir yanda mültecilerin yaşadığı sorunlar, bir yanda işçilerin, çocukların yaşadığı sorunlar, tacizler, tecavüzler, bu ülkenin gerçeğini oluşturuyor. Ve bu gerçekleri yazıp çizenler, gerçek duvarların arasında kalmasın diye uğraşan bu ülkenin gerçek gazetecileri kimisi içerde, kimisi soruşturmalar geçiriyor, kimisi tutuklu, kimisi tehditlere maruz kalıyor, kimisi de sürgünde. Buna karşı geliştirilen bir direnç de var.

ÜÇ AYIN ÖĞRETTİKLERİ

Tutuklu bulunan 150 gazetecinin az çok neler yaşadığını, mikro ölçekte de olsa bu üç aylık dönemde tecrübe etme ‘şansı’nı yakaladım. Haksızlığın hukuksuzluğun ne derece ileri boyutlarda olduğunu görmem, iliklerimde hissetmem için yetti de arttı bile. Gerçekler her zaman iktidarlar tarafından gizlenmeye çalışılmıştır. Ama her zaman özgür basın da, bağımsız gazeteciler de bu gerçeği ortaya çıkarmak için çalışmaya, çalışırken de karşılaştıkları zorluklara dayanışmayla, hukukun kırıntılarıyla karşı durmaya çalışıyorlar. Bundan sonra yapacağım çalışmalarda bu karşı duruş ve dayanışma çok önemli bir yer tutacak. Çünkü halihazırda buna maruz kalmış bir kişi olarak daha fazla şey yapmak istiyorum.

‘YAPABİLDİĞİM EN İYİ İŞİ YAPACAĞIM’

Elbette bundan sonra da çalışmaya devam edeceğim. Haberler takip edeceğim, belgeseller, fotoğraflar çekeceğim. Çünkü yapabildiğim en iyi şey bu. Yarım kalmış belgesel projelerim var. Onları tamamlamak istiyorum. Ayrıca cezaevleri ve tutuklu gazetecilerle ilgili bir şeyler yapmak istiyorum.