ONUR YILDIRIM
Savaş karşıtlarının ve toplumsal barışı savunanların “teröre destek vermek”, “terör örgütü propagandası” yapmak gerekçeleriyle suçlanarak cezalandırıldığı zamanlardan geçiyoruz.
Yazar Sevim Korkmaz Dinç de İzmir Barış Bloku’nun barış talebiyle yaptığı eylemden dolayı gözaltına alınan ve yargılaması hâlâ devam edenlerden sadece biri.
Edebiyat tutkunu, yazar, feminist, kadın hareketi aktivisti Sevim Korkmaz Dinç, aynı zamanda Kadın Yazarlar Derneği dönem sözcülüğü yapıyor. Sevim Korkmaz Dinç’le gözaltı sürecini, ardından yazdığı Bir Kadının Gözaltı Günleri adlı kitabının hikayesini, sansürün yol açtıklarını konuştuk.
Kadın Yazarlar Derneği’nin kurulduğu günden beri içindesiniz, şu anda da dönem sözcülüğünü yürütüyorsunuz. OHAL’le birlikte daha fazla hissedilir olan baskı ikliminden Kadın Yazarlar Derneği’nin çalışmaları nasıl etkilendi?
Önce kısaca derneğin kuruluşundan bahsedeyim isterseniz. Elbette öncesinde de ses çıkaran çok değerli kadın yazarlarımız vardı ama 80’den sonra, özellikle 90’lara gelindiğinde edebiyat, kadın mücadelesinin bir parçası oldu. Bu alanda kuramsal çalışmalar, yayınlar Türkiye’nin de gündemine girdi. Kadın Yazarlar Derneği de bu gelişmelerin ışığında, 2008 yılında kuruldu. Kadın hakları, insan hakları temelli ilkeler üzerine kurduk derneğimizi. Çalışmalarımıza okuma ve yazma atölyeleriyle başladık. Okuma atölyelerinde edebiyat ve kadın mücadelesi üzerine çok önemli eserler okuyup tartıştık. Birlikte belirlediğimiz bir konu üzerinden ilerleyerek yaklaşık bir yıllık süreçlerde kitap yayımlamayı hedefledik. İlk yıl Tanıklıklarla 12 Eylül kitabını yayımladık. Ardından gündelik dilde şiddet içeren sözcüklerin, aile denilen kurumla nasıl iç içe geçtiğini anlatan 41 öykülük Söz Kesmek, Kına Yakmak, Nikâh Kıymak adlı öykü kitabı, sonra da Konan Göçen Kadınlar-Göç Öyküleri kitabı geldi.
Ayrıca belediyelerle de ortak çalışmalar yapıyoruz. Birçok derneğin ve sivil hareketin yapmadığı bir şeyi daha yapıyoruz; kurulduğumuz günden itibaren yaptığımız her şeyi belgeliyoruz. Bizden sonraki kuşaklara bir miras kalsın istiyoruz. Bunun için de Kadın Eserleri Kütüphanesi ile bir anlaşma yaptık ve çalışmalarımızın bir kopyasını, muhafaza edilmesi için oraya gönderiyoruz.
İçinde bulunduğumuz dönemde artan baskılar, antidemokratik uygulamalar, insanların düşüncelerini özgürce dile getirememesi, hukuk sisteminin işlemez hale gelmesi ile toplumun genelinde bir geri çekilme gözlemliyorum. Sosyal medya hesaplarını kapatanlar var. Cumhurbaşkanına hakaret davalarını düşünün, ne kadar çoğaldı. Böyle bir ortamdan Kadın Yazarlar Derneği’nin etkinlikleri de etkileniyor ister istemez. Mümkün olduğu kadar eylem ve etkinliklerden uzak duruyor insanlar. Daha önce bütün arkadaşlarımız basın açıklamalarına ve çeşitli etkinliklerimize katılırlarken şimdi katılmamaya başladılar. En önemlisi de yazılarında ve öykülerinde birçok toplumsal olguyu rahatlıkla yazarken şimdi otosansür uygulamaya başlamış olmaları. Düşünce ve ifade özgürlüğüne taban tabana zıt olan bir eylem içerisine giriyorlar.
Ülkenin genel atmosferine baktığımız zaman da tek sesli bir medya oluşturulduğunu görüyoruz. Muhalif medya organları kapatıldı, gazeteciler tutuklandı, muhalefetin sesini duyurabileceği pek bir alan kalmadı. Edebiyat da tamamen teslim alınmış durumda. Gerçekte olan biteni yazan arkadaşlarımızın her birinin onlarca davası var. Maalesef her şeye rağmen yazmaya devam eden, üretimden vazgeçmeyen az sayıda edebiyatçı, yazar var.
İzmir Barış Bloku sözcüsü olduğunuz dönemde, 2016’da gözaltına alınmıştınız. Gözaltı sürecinde ve sonrasında neler yaşadınız? Üyesi olduğunuz Kadın Yazarlar Derneği dışında yazar çevresinden bir destek görebildiniz mi, bir dayanışma gösterildi mi?
Savaş karşıtı bir bildiri okuyorsunuz, kadınların savaşta yaşadıkları, göç, tecavüz, ölüm gibi insanlık dışı durumları anlatıyorsunuz, cumhurbaşkanına hakaretle yargılanıyorsunuz. O da yetmiyor savaşa karşı insan zinciri oluşturduğunuz için Ağır Ceza’da yargılanıyorsunuz. Ben bir kadınım, Kadın Yazarlar Derneği kurucu üyesi ve dönem sözcüsüyüm, aynı zamanda da dernek olarak Barış Bloku’nun bileşeniyiz. Dünyanın neresinde bir savaş olsa, kadınlar zulüm görse, cinsel saldırıya uğrasa biz onların haklarını savunmak zorundayız. Herhangi bir taşkınlık, gerilim, şiddet olmaksızın yapılan her eylem insanların demokratik haklarını kullanmasından başka nasıl değerlendirilebilir. Ancak son yıllarda görüyoruz ki ifade özgürlüğü yok sayılıyor, düşünce suç oluyor. Trajikomik suçlamalarla karşı karşıya kalıyorsunuz. Barış Bloku’nda sözcülük yaptığım 3.5 aylık dönemde İzmir Gündoğdu Meydanı’nda el ele tutuşup beyaz tülbent ve bayraklarla barış zinciri eylemi yapmıştık. Bu eylemden dolayı evim basıldı, gözaltına alındım ve sorguda bana yöneltilen suçlama; “Beyaz bayrak ve beyaz tülbentle barış eylemi yapmışsınız.”
22 Aralık 2016’da alacakaranlık vakti, robocop giyimli özel tim polisleri ile siyasi şube polisleri tarafından evim basıldı. Ne olduğunu anlayamadan eve girdiler, avukatıma ve çocuklarıma haber vermeme izin vermediler. Neyse ki baskını duyan komşularımdan biri oğluma telefon etmiş, oğlum haberi alır almaz eve geldi. Evde arama yapmaya başladılar ve ne kadar dijital eşya varsa hepsini topladılar. Bir kadın polis, “Kendine bir poşet içine birkaç kıyafet ve gerekli şeylerini al emniyette birkaç gün kalabilirsin” dedi. “Neden aranıyorum, hakkımdaki suçlama nedir?” diye sordum. Bana bir evrak gösterdiler; Ocak 2015 yılından bir soruşturma sebebiyle savcılık tarafından verilen talimatla gözaltına alınması, kişisel elektronik eşyalara, telefona inceleme için el konulması gibi bir şeyler yazıyordu. Terörle mücadele şubesine götürdüklerinde avukatımı aramak istedim yine izin vermediler. Dosyanızda avukatla görüşme yasağınız var dediler.
Benim dışımda, daha önce tanımadığım, aynı ortamda bulunmadığım üç kadın daha gözaltına alınmıştı. Tutulduğumuz yerin koşulları çok kötüydü, ısıtma sistemi yoktu, her taraf toz toprak içindeydi, tuvaletler de sağlık açısından çok kötüydü. Koşullara tepki gösterdik, avukatlarımızla görüşme talebimizi tekrarladık. Oysa adresim belli, yaptığım iş belli, hep göz önünde olan biriyim. Evimi basmaları gerekmiyordu. İstedikleri zaman savcılığa ya da karakola çağırsalar gidip ifademi verebilirdim. Zaten iki ay önce savcılığa çağrılmış ve ifade vermiştim…
Dayanışma meselesine gelince… İzmir’de devrimci gelenekten gelen ve bunların oluşturduğu küçük gruplar var. Bu küçük grupların bir ikisinden ses yükseldi ama bunlar zaten küçük gruplar olduğu için çok görünür olamadı. Daha bilinen, sesi daha güçlü çıkabilecek “akil edebiyatçılar”dan ise kesinlikle böyle bir destek göremedim. Serbest bırakılınca birkaçı telefonla arayıp geçmiş olsun dedi, o kadar. Sanki ben yokmuşum, başıma bir iş gelmemiş gibi davranmayı, hiçbir şey olmamış gibi yaşamayı seçti insanlar. Konak Belediyesi’nin bir etkinliğinde adımı geçirmeye çekindiler. Birlikte çeşitli kültürel etkinliklerde konuştuğumuz yazar arkadaşların -dile getirmeseler de- benimle görülmekten bile bir korkularının ya da bir tedirginliklerinin olduğunun ispatıydı bu.
Hakkınızdaki soruşturmalar hangi aşamaya geldi?
Aslında verdiğim ifadelerden sonra kovuşturmaya gerek olmayacağı yönünde karar verileceğini düşünüyordum. Fakat öyle olmadı, bize dava açan savcı FETÖ’den tutuklanmış. Onun yerine başka bir savcı seçilmiş ve bizim hazırlık aşamasındaki dosyayı doğrudan 16. Ağır Ceza Mahkemesi’ne göndermiş. Yanılmıyorsam 16 Ekim’de duruşmamız olacak. Aynı savcı bildiri içinden “Eril devletin, eril başkanı Erdoğan” diye bir cümleyi çekmiş, bu cümleden dolayı da cumhurbaşkanına hakaret soruşturması başlatmış. Bir bildiriden, iki ayrı suç çıkartmış. Denetimli serbestlik ile her salı günü imza vermek koşuluyla serbest bırakılmıştım, 1.5 yıldır bu böyle devam etti. Karara itiraz ettik, mahkeme hem denetimli serbestliği hem de yurtdışı çıkış yasağımı kaldırdı. Buna rağmen pasaportumun kesinlikle geri verilmeyeceğini öğrendim. Hakkımda hiçbir hukuki kısıtlama olmamasına rağmen pasaport çıkartamıyorum. Seyahat özgürlüğüm, kanuna aykırı şekilde OHAL’den dolayı engelleniyor.
12 Eylül sürecini yaşamış birisi olarak o dönem ile bugünü karşılaştırabilir misiniz, OHAL’in Türkiye’ye yansımalarını ve ülkenin içinde bulunduğu siyasi iklimde ifade özgürlüğünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
12 Eylül döneminde herkes bir yerlerde örgütlüydü. Kavramların içi bu kadar boş değildi. Bugüne baktığımızda bir sivil toplum kuruluşunda, demokratik kitle örgütünde, bir platformda çalışan insanlara “terör örgütü” suçu yapıştırılıyor. Terör örgütü kavramı içine istedikleri her şeyi koyabiliyorlar. Oysa insanlar yasal platformlarda, kamuoyunun gözü önünde demokratik haklarını kullanıyorlar.
İktidarların ayakta kalmasını sağlayan, onların işine gelen bir hukukla yargılıyorsunuz. Suç dedikleri şeylerin birçoğunu kendi düşüncelerine göre üretiyorlar. ”Sen suçlusun” demiyorlar, “Biz seni suçluyoruz, sen kendini savun” diyorlar. 12 Eylül’de bile böyle bir hukuk sistemi yoktu. İnsanlara uyduruk delillerle terör örgütü propagandası yapmak gerekçesiyle dava açıyorlar, oysaki hiçbir örgütle alakan yok demokratik hakkını, ifade özgürlüğünü kullanmışsın. Sonra gazeteci, yazar, sanatçı, aktivist her kimseniz suçsuz olduğunuzu, kurduğunuz cümlelerin, yaptığınız eylemlerin ifade özgürlüğü çerçevesinde olduğunu anlatıp, kendinizi aklamaya çalışıyorsunuz. OHAL uygulamasıyla muhalefete, demokratik tepkisini dile getireceği alan bırakmamayı amaçlıyorlar. İktidar, kendisini eleştiren her muhalif sesi suçlu olarak görüyor ve OHAL’den aldığı güçle baskı altına alıyor. 12 Eylül’de ülke cunta tarafından yönetiliyordu. O zaman da OHAL uygulanıyordu, sıkıyönetim vardı. Sıkıyönetim mahkemelerine rağmen kavga dövüş hakkınızı savunabiliyor, yasalardan doğan haklarınızı kullanabiliyordunuz. Başvuracağınız merciler yok olmamıştı. AKP hükümeti ile beraber adım adım gelinen bu noktaya baktığımızda itiraz mekanizmalarının da ortadan kalktığını görüyoruz. OHAL komisyonu diye bir şey var; yazdığın dilekçeyi, yaptığın itirazı çıkardıkları yasa maddelerini koyup ya yanıtsız bırakıyor ya da reddediyorlar.
Son dönemde sıkça karşılaştığımız sansür ve otosansür uygulamaları hakkında ne düşünüyorsunuz, Kadın Yazarlar Derneği dönem sözcüsü olarak bu süreçle ilgili mücadelede nasıl bir yöntem öneriyorsunuz?
Bir ülkede demokrasi olup olmadığı o ülkedeki sanatçılara, yazarlara baskı uygulanıp uygulanmadığına, eserlerinin sansürlenip sansürlenmediğine bakılarak ölçülebilir. Düşünce ve ifade özgürlüğünün önünde engeller varsa da o ülkenin demokrasisinden şüphe duyulur.
Geçmişte olduğu gibi, bugünde de politika ve sanat birbiriyle tamamen bağlantılı. Edebiyatı ve sanatı muhalif olmaktan, düşünce ve ifade özgürlüğünü savunmaktan öte düşünemeyiz. Ben bu yüzden örgütlülüğün gücüne inanıyorum. Türkiye Yazarlar Sendikası, PEN gibi kurumlar var. Bu kurumlar başta olmak üzere tüm sanat örgütlenmeleri bir araya gelmeli.
Son kitabınız Bir Kadının Gözaltı Günleri’nde gözaltında yaşadıklarınızı, tanık olduklarınızı anlatıyorsunuz. Kitapla ilgili nasıl tepkiler aldınız?
Bu kadar farklı kesimin ilgisini çeken bir kitabı iyi ki yazmışım diyorum. Avukatım bu kitabın yayımlanmasını istemedi. Beni, “Hakkında açılan davalar var bunları yazarsan yeniden bir şeyler çıkabilir ortaya” diye ikna etmeye çalıştı. O zaman aklıma şu gelmişti; avukat dediğimiz hukuk sistemindeki arkadaşlar da neredeyse kendilerini bir savunmaya almışlar, onlar da başlarının belaya sokulmasını pek istemiyorlar. Korku, toplumun her kesiminde var. Toplumun her kesimi sansür ve otosansürün bir parçası olmuş durumda.
Daha sonra kitabın basılması için üç yayıneviyle konuştum, yayımlamak istemediler. Sonunda dernek üzerinden bastık. Kitap çıktıktan sonra da Samsun, Bursa ve İzmir kitap fuarlarına katıldım. Hepsinde de sessiz ama çok değişik kesimlerden büyük ilgi vardı. Çünkü kitap aslında konuşulmayan bir şeyi dile getirdi. Samsun’da bir kadın okuyucuya “İşte bunlar da benim suçlarım” diye kitabı anlatırken hâkim olduğunu söyledi ve kitabımı aldı. Sonra bir genç bir çift geldi, kadın adliyede kâtipmiş, eşi ise gardiyan. “Biz de her gün böyle davaları yazıyoruz, arka planı hiç merak etmemiştim. Biz kimleri gönderiyoruz acaba, onlar ne yapıyorlar, kitabınızı okuyunca neye hizmet ettiğimizi kavramış oldum” dedi. Cemaatten bir yıl hapis yatmış ve tahliye olmuş biriyle de tanışma fırsatım oldu, “Kitabınızı okurken nasıl baktığınız benim için önemliydi, tarafsız ve objektif bir bakış açısıyla anlatmışsınız. Çok etkilendim yazdıklarınızdan” dedi. Özetle şunu demek istiyorum; bugün, 12 Eylül algısından çok farklı bir algı var ve insanlar gerçeklerden çok uzaklar, gerçekleri bilmiyorlar. Demek ki, gerçekleri, olan biteni anlatamıyoruz, politik söylemlerde bulunuyoruz ama o politik sözlerin arkasında bir yerlere dokunamıyoruz. Bu kitap vesilesiyle, bir kadının dört duvar arasında neler yaşadığını anladıklarını gördüm.