KÜLTİGİN KAĞAN AKBULUT
Şener Özmen, 8 Nisan’da Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’nin konuğu oldu. Çağdaş Sanat Konuşmaları başlığı altında gerçekleşen etkinlikte Özmen, içinden geçtiğimiz zamanlarda umut ve umutsuzluğa, ülkesiz kalmaya, yıkım sonrası siyasete değindi. Pilevneli Mecidiyeköy’de yer alan Yeni Bir Umutsuzluk, sanatçının Türkiye’deki en kapsamlı solo sergisi olarak 2 Mayıs tarihine kadar görülebilir.
Özmen konuşmasında, son dönemde edebiyat alanındaki üretim sorunlarından, farklı ülkelerde edindiği deneyimlerden ve yeni sergisinde kurduğu dilden bahsetti. Susma Platformu olarak konuşmanın ardından Özmen’le son dönemdeki sansür ve otosansür gündemini konuştuk.
Kürtçe edebiyat alanında yazar, yayıncı, çevirmen ve eleştirmen olarak çalışmalarınız oldu. Yakın zamanlı tarihe bakarsak Kürtçe edebiyatın sansürle ve otosansürle nasıl bir ilişkisi oldu? Yayıncılık alanında yoğun çalışmalarınızın olduğu dönem sansürle nasıl başa çıktınız?
Bu soruya biraz daha geriye, mesela Osmanlı’ya, müteakiben II. Abdülhamid Dönemi’ne ve öncülük ettiği İstibdat Rejimi’ne ve –ayrıntılara girmeden– uygulamalarına giderek yanıt vermeliyim. Şu yüzden; ilk Kürtçe gazete olan Kurdistan (Yayın tarihi: 22 Nisan 1898, Perşembe, El Hîlal Matbaası, Kahire), henüz ikinci sayısını hazırlamadan yasaklanmıştır. Gazetenin fikir babası, Mîr Bedirxan’nın oğlu Mîqdat Mîthad Bedirxan’ın bu yasaklama üzerine, bizzat Osmanlı padişahına yazdığı bir mektup da mevcuttur ve o mektupta Mîqdat şunları dile getirmiştir: “… Sultan Abdülhamid Han Hazretleri’ne. Umudum odur ki, gazetemizin yayınlanmasına izin verirsiniz ki ben de onu legal yollardan Kurdistan’a gönderebileyim. Ermeni ve Rumlar, Kürtlerin yarısı bile değillerken, kendi dillerinde neşriyat yapabiliyorlar, Kürtler ise dünya meselelerinden bihaber bırakılıyor.”
Mektubun üslubu son derece saygılıdır. Ne ki buna rağmen, gazete üzerindeki yasak kaldırılmaz. Sonrasında gazete, II. Abdülhamit’in baş düşmanlarıyla ilişkiler geliştirir. Bunun da sebebi, Mîqdat Mîthad Bedirxan’ın kardeşi Ebdurehman Bedirxan’ın İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi olmasıdır. Ebdurehman Bedirxan, İttihatçıların Avrupa’da yayımladıkları Osmanlı gazetesine de yazılar yazmış, 1902’de Paris’te gerçekleşen II. Abdülhamit muhalifleri kongresine de katılmıştır. Kürtçenin sansürle, yasakla başlayan tarihi, o günden bugüne pek çok badire atlatıp, müstakbeli açısından kısmi –kesinlikle yeterli olmayan– ilerlemeler kaydetmiş olsa da, anadil üzerindeki tehdit ortadan kalkmamış, görünen o ki ikiye, üçe, dörde katlanarak gitmiş. Yani anadilinde yazmak isteyen bir Kürt yazarının, başlamadan önce, geleneğe dair okuyacağı ilk nüshalar (roman çevirileri, anadilde şiir, anadilde öykü vs. değil de) resmi belgeler olacak, üstelik bu dünyanın hiçbir yerinde böyle olmayacak!
Yakın tarihin de bundan aşağı kalır yanı yok, çünkü bir de İstibdat Rejimi’nin basın anlayışının, göründüğü gibi olmadığını savunan tarihçi ve akademisyenler de var, dönemin sosyo-ekonomik gelişmeleri diye başlayan sayısız makale yazdılar, bütün telaş, bugünü korumak, geleneğe zeval gelmesini önlemek, kısacası ilim irfan yapmak. Söze, en çalkantılı dönemler olarak başladığınızda, iç ve dış mihraklar meselesi her zaman, her yerde karşınıza çıkıyor. Kürtçe de bunlardan biri, hatta en önemlisi olmuş. Tabii unutmamak lazım, kitaplar da yasaklanmış. Kürtçe-Arapça bir sözlük çalışması olan El-Hediyyet’ul-Hemîdiyye f’îl Luxati’l-Kurdiyye sözgelimi; 1892’de resmi yollardan basılan sözlük, 1906’da toplatılmış. Anadilde yazmak isteyen roman yazarı için ikinci büyük şok! Bu makus tarihe, Celadat Ali Bedirxan’ın Mustafa Kemal’e Mem û Zîn’in basımı için yazdığı, ancak sonuç almadığı mektubunu da ekleyelim. Uzun tutukluluklar, sürgünler, ölümler de cabası.
Zihniyetin değiştiğini görmek, yazardan çok yayıncıları umutlandırdı galiba, legal Kürt yayıncılığının gümüş çağları diyebileceğimiz zamanları oldu, başka hiçbir iktidarda görmediğimiz, tanık olmadığımız gelişmeler yaşandı, sadece yayıncılık alanında değil, kültür ve sanatın diğer alanlarında da benzer rahatlamalar, açılmalar gördük.
Kendi adıma söylemeliyim, açıkçası ben de umut edenlerin tarafındaydım, sansür ve yasaklar kalksa veyahut nispeten hafifletilse bile, altından kalkamayacak kadar sorunlu bir Kürt –yenilerde Türkiyeli– siyaseti vardı, toplumun kaldıramayacağı pratikler sergilendi, hâlâ öyle. Kürtçenin okuru, muktedirlerin delirdiği en korkunç zamanlarda bile arayı kapatmak için çaba sarf ediyor, bir değil, bin bir işi birlikte yürütmeye çalışıyor, iyi bir öykü yazarı olacakken, kapak tasarlıyor, sayfa diziyor; eleştirel pratiğini sürdürecekken çeviriye de el atıyor, kitap dağıtıyor veyahut okuma grupları toparlamaya çalışıyor.
Sorunuza dönersek, açıkçası bu konuda derinlemesine bir araştırmam yok, 2004 yılından bu yana Lîs Yayınları’yla birlikteyim, emektarıyım, ancak son birkaç yıldır, pek çok şeyden koptuğum gibi, bu alandan da uzaklaştım, kendimi bir yayıncı olarak tanımlamam, bu alanda ter dökenlere saygısızlık olacak ki, bunu katiyen istemiyorum. Konuya, ancak kendi deneyimlerim, kendi yazınsal meselem ve anadilin karşılaştığı sorunlar silsilesi üzerinden –tabii onları aşarsam– yanıt verebilirim. Sansür, Kürt yayıncılığının olmazsa olmaz bir parçası gibi işlemiş, mesela terörle ilişkilendirilerek Avesta Yayınları’nın 9 kitabı yasaklandı ve bunların büyük bir bölümü, tez çalışmalarıydı. Bu kitaplardan en ilginci, İsveç’teki Kürt gençlerinin aidiyet sorunlarını merkeze alan, Barzoo Eliassi’nin Ülkemde Bir Yabancı (2010) kitabıydı. Sokaktaki Türk’e sormak lazım belki de, “Siz bir Türk olarak, 21. yüzyılda kitap yasaklayan bir Türkiye ister misiniz” diye. Ancak bu sorunun içine ‘Kürtçe kitap’ diye bir ekleme yaparsanız, oranın Kürt komşu istemeyen orana yaklaşacağını düşünüyorum.
Otosansür ise başlı başına ele alınması gereken bir alan, 90’lı yıllar Kürt şair ve edebiyatçılarının kitaplarını mahlas kullanarak yayımlamaları, sadece verili olanı reddiye ve köklere dönüşle açıklanamaz. Muhtemelen iki tarafı da gözetleyerek yayımlanmış yapıtlar olmuştur ve bunlar, sağlam bir yazınsal bir araştırmayla ortaya çıkacaktır.
İşlerinizde ses ve sessizlik, konuşmaları duyulmayanlar, sesi çıkmayanlar, konuşturulmayanlar aktör olarak yer alıyor. Bu konuşamama / sesini duyuramama durumunun Kürtçe’ye getirilen yasaklarla ve sansürlerle nasıl bir ilişkisi var sizce?
Teknik olarak ortaya çıkan bir sorunun, ileride, yani birkaç video sonrası bir tür sessizlik yeminine dönüşeceğini bilemezdim. Bu durum, anadilde yazamayan romancının girdiği çıkmaza benzemiyor. Kaldı ki, 90’lı yılların ikinci çeyreğinden itibaren anadil meselesi, güncel sanat çalışmalarına belirli –kesinlikle böyle– düzeylerde girdi, ancak ne kadar ‘güncel’, sıra dışı ve muhalif bir dil kullanıyor olsalar da, galericiler, editörler ve küratörler, Kürtçenin kullanımıyla alakalı sakınımlı –ve gözetimci– pozisyonlarını terk etmediler, bunu coğrafik tanımlamalarda, 2000’lerin sanat yazınında görmeniz olası. Diğer bir husus da, Kürtçe yazına ve Kürtçeye dair hiçbir şey bilmemeleri! Evet, sesle bir sorunum olduğu apaçık, Tate Modern Yolu’nda (2003) Don Quixote bir ara Türkçe konuşur, kendisi de şaşkındır bu ani geçişten dolayı. Derken, yine Kürtçeye döner. Oğlum Robîn, Canlı Bir Güvercine Barışı Anlatmak videosunda, Türkçe konuşmaya zorlanır, Fotoğraf adlı videomda ben Türkçe konuşuyorum, son olarak Pilevneli Mecidiyeköy’deki Yeni Bir Umutsuzluk adlı solo sergimin yeni videolarından biri olan Savaş Bitti mi?’de, yine Türkçeyi işitiriz. Tamamı sorunlu bu çalışmaların, bu durumu çift dillilik üzerinden açıklamak pek mümkün görünmüyor.
Videolarımda, romanlarımda olduğu kadar özgür olmadığımı, bir şeylerin beni olmak istemediğim bir noktaya itiverdiğini hissediyorum. Adı geçen çalışmalar ‘başarılı’ kategorisinde yer alsa da, bu katatoni geçmiyor, ne yaparsam yapayım geçmiyor. Üstelik bu mesele, dil tercihleriyle de sınırlı kalmıyor, Kürtçe karşıtı agresyon, sizi ölüme terk edecek kadar sıyırmış vaziyette. Gelenek, bir başka ulusun mensuplarına nefret üzerinden yeniden yaratılıyor. Belki de bu tepkiyi, çağdaş sanatta değil, Kürtçe yazına el atarak, daha az insanın ulaşacağını bildiğim bir alanda, Şener Özmen ismine dokunmadan nötralize etmeye çalışıyorum, emin de olamıyorum hani. Benim için yazmak, Kürtçe yazmak her halûkârda daha iyi, konuşmak da öyle. Mevcut haliyle Türkçe, bende sadece bana karşı kullanılan depresif bir dil gibi geliyor, ister şiirden gelsin, ister romandan veyahut sanat yazınından, bu metinlerle beni besleyecek bir ilişki kuramıyorum. Türkçe, bir entelektüel için güvenli bir alan yaratmak peşinde değil, şiddete bulanmış, şiddetle yaşıyor, hele de Kürt edebiyatçıları için, Kürt sanatçıları için. Biliyorum, bahsettiğiniz videolardaki doğanın bile konuşmasını istemiyorum, rüzgârın, kuş cıvıltılarının, taşın, suyun, gökyüzünün ve bulut öbeklerinin, bunlar konuşmuyorlar mı sözgelimi başka bir dilde? Tabii ki konuşuyorlar, tabii ki seslerini duyuruyorlar… Soruyorum şimdi, bir ilişki kurabilecek neyim kaldı ki? Mehmet Said Aydın’ın Lokman Kasidesi’nde şu dize var; ‘bizi senin gidişine yazdılar / biz hiç susmadık biz hep sustuk’.
Susma Platformu olarak son iki senedir Türkiye’de Sansür ve otosansüre dair yıllık raporlar ve araştırmalar hazırlıyoruz. Güncel duruma baktığımızda sizce nasıl bir sansür mekanizması var artık? Son dönemde karşımıza çıkan bir diğer olgu da otosansürün gittikçe kabullenilmesi. Sizce bunun sebepleri nelerdir?
Güncel duruma, Türkiye’deki güncel sanat sergileri üzerinden bakmanızı öneriyorum. Özellikle son bir kaç yıldır açılan sergilere ve söylemsel katlarına. Sürekli geriye kaçan bir suskunluk, hiçbir şey söylememe hali, dokunmama meselesi ve tüm bunlar, sanatın politik-olan’la muhasebesi üzerinden okunuyor, ne acı verici bir deneyim! Sanatı ehlileştirmeyi de geçtim, ben asıl buradaki çıkar ilişkilerine bakıyorum, bilinmeyenden duyulan korku da değil, ne olduğu biliniyor ve deneyimleniyor. Peki, 90’ların sanat sosyolojisinden ne haber? Konformist sanat yazımı, bahsettiğiniz olgulardan biri değil mi? Sanat üretimini, sadece ve sadece iktidar karşıtlığına indirgeyen tuhaf, mesnetsiz bir dil gelişti son zamanlarda. Sanat eleştirisi zaten öldü, çok bel bağladığı sosyolojiyle birlikte! Çoğunluk kaçtı, geride kalanlar ise susmayı tercih ettiler, hepsi bu! Ancak her susma hali, ardından büyük bir gürültünün çıkacağı varsayımına bağlanmamalı, mevcut durumu kabullenen bir sanat ortamı var ve bu ortam, ulusalcı da olsa –bu da başlı başına bir çıkmaz–, hazzetmediğim beyaz bir iktidar, dilini yeniden üretiyor.