SANSÜR KORKUT HİKÂYELERİ-2
NECATİ SÖNMEZ
Harvard’lı bir tarihçinin 2013 yılında yayımladığı The Collaboration: Hollywood’s Pact with Hitler adlı kitap, 1930’lu yıllarda Hollywood ile Naziler arasındaki karanlık işbirliğini ifşa ediyor. Yazar Ben Urwand, arşivlerden ve özel yazışmalardan yararlanarak Nazilerin Hollywood’tan çıkan birçok filme, daha senaryo aşamasında müdahale ettiğini, bazı filmlerin yapımına hepten engel olduğunu, Almanya’nın önemli bir film pazarı olması dolayısıyla büyük şirketlerin bu sansüre boyun eğdiğini, filmlerde ‘Yahudi’ sözcüğünü bile kulanmaktan sakınacak hale geldiğini açığa çıkarıyor kitabında. Bu bilgiler ışığında 1940’lara kadar Hollywood’tan Nazi karşıtı herhangi bir film çıkmamış olması daha kolay anlaşılabilir.
Nazi sansürünün okyanus ötesine kadar uzanan eli bugün de birçok ülkeye ilham kaynağı olmaya devam ediyor: Çin, Kuzey Kore, Orta Asya’daki totaliter rejimler, İsrail gibi… (Sonuncusu ikili bir politika güdüyor: Bir yandan aleyhindeki her tür eleştiriyi anti-semitizmle yaftalayıp itibarsızlaştırmak -bkz. yakın zamanda Jeremy Corbyn ve Ken Loach’a yöneltilen ithamlar-, diğer yandan lehindeki propagandayı teşvik etmek, para desteği vs. ile ödüllendirmek -bakınız şu haber-) Sansür ihraç eden ülkeler bunlarla sınırlı değil elbette, özellikle belli konular söz konusu olduğunda Türkiye’yi de listeye katabiliriz rahatlıkla.
Hassas konuların en başında tahmin edilebileceği gibi 1915 Ermeni Soykırımı, ardından Kürtler (şu günlerde YPG), Atatürk kültü (son dönemde daha ziyade RTE) vb geliyor. Türkiye bu ‘hassasiyete’ uymayan bilimsel ve sanatsal üretimleri tespit edip çoğunlukla elçilik veya konsolosluk gibi diplomatik temcilikler aracılığıyla onlara yer veren etkinliklere baskı uygulamayı adeta diplomatik gelenek haline getirmiş durumda. Baskının hedefine ulaştığı da oluyor, ters teptiği de. Sanat alanındaki sansür diplomasisinin hedefleri ise TV kanallarından orkestralara, film festivallerinden sanat fuarlarına, kıyıda köşede kalmış sergilere kadar geniş bir skalaya yayılıyor. Türkiye’nin bu alandaki sicilini merak edenler için yakın döneme ait internetten ve hafızamdan derlediğim bazı vakaları -sadece sanatla sınırlı tutarak- sıralamakla yetineceğim.
Cumhuriyet tarihinin geçmişteki –Arabistanlı Lawrence vb. filmlerin yapımını engellemeye çalışmak gibi- müdahale birikimini bir kenara bırakarak, 1980’lerin sonlarından bir örnekle başlayalım. Yıl 1988, Türkiye’de sözde liberalizmin babası Turgut Özal’ın başbakanlığının 5. yılı. ABD’nin köklü TV kanallarından PBS, bazı yerel kanalların da ortaklığı ile Bir Ermeni Yolculuğu (An Armenian Journey) adlı belgeselin yapımını üstlenir. Filmde yönetmen Ted Bogosian, 10 yaşındayken soykırımdan kurtulmuş ve bir daha o topraklara dönmemiş yaşlı bir Ermeni kadının, 70 yıl sonra kızıyla birlikte Doğu Anadolu’ya yaptığı yolculuğa eşlik eder kamerasıyla. Filmin kahramanı, çocukluk anılarını ve soykırıma dair tanıklığını anlatır film boyunca.
Soykırım kurbanlarını anma etkinlikleri çerçevesinde belgeselin yayın tarihi duyurulduğunda, Türkiye devletinin ABD’de kiraladığı birtakım aracılar, Hill & Knowlton adlı ünlü halkla ilişkiler şirketi de dahil, yayını engellemek için yoğun bir taarruza geçerler. Ancak kanal, bütün engelleme çabalarına rağmen geri adım atmaz ve film 24 Nisan’a yakın bir tarihte hem PBS’de hem de filme ortak olan diğer kanallarda yayınlanır. Sonradan, bu aracılardan biri olan Joseph Califano Jr.’ın yaptığı lobi işi karşılığında Türkiye’den tam 122,334.37 dolar ücret aldığı ortaya çıkar. (Bu bilgiyi, aracı şirketlerin Nazi propogandası yapmasının önüne geçmek için 1938’te çıkarılmış ve yabancı devletlere PR hizmeti veren şirketlerin, yaptığı işin detaylarını beyan etmesini zorunlu kılan bir kanun sayesinde öğreniyoruz) Böylece, yönetmenin dediği gibi, bu adamın kişisel ilişkilerini kullanmak suretiyle oturduğu yerde filmi sansürletmeye çalışarak kazandığı para, filmi yapanların kazandığından daha fazla olur.
Bu basit örnek, ‘liberal’ devletimizin 1915’e dair her şeyi (söz konusu filmi izlemediklerini tahmin etmek zor değil) sansürletmek için hiçbir masraftan kaçınmadığını gösteriyor. Paranın etkili olamayacağı yerde ise dost hatırını devreye sokabiliyor. Bundan sekiz yıl önce Eileen Khatchadourian adlı Lübnanlı bir rock şarkıcısı Uyan Çocuğum (Zartir Vortyag) adlı bir parça yaptığında, şarkıda Türkiye ya da Osmanlı’nın adı bile geçmediği halde, video klibinin 2010 Nisan’ında planlanan TV’deki yayını Türkiye’nin müdahalesiyle engellenir. Yasak kararını, Türkiye ile iyi ilişkilerini zedelemek istemeyen Lübnan hükümetinin “Türk elçisinin ricası üzerine” aldığı anlaşılır. (Bu rica-minnet formülü, geçtiğimiz günlerde ‘dost ve kardeş ülke’ Azerbaycan ile Türkiye arasında da uygulanmış, Karabağ’la ilgili Ermenistan-İran yapımı Yeva adlı filmin Filmmor’daki gösterimi yasaklanmıştı hatırlanacağı üzere.)
Yine 2010’da Londra’daki ünlü Tate Gallery, Arshile Gorky’nin eserlerinden oluşan bir retrospektif sergi açar. Türk hükümeti, diaspora Türkleri ile elele vererek sergiyle ilgili metinlerden “soykırım” sözcüğünün çıkartılması için galeriye yoğun baskı uygular ve sonunda Tate bu baskıya boyun eğer. 1904 Van doğumlu Gorky’nin ailesini soykırımda kaybettiğini, sonradan ABD’ye yerleşerek ülkenin en önemli ressamları arasına girdiğini ve eserlerinin hemen hepsinde soykırım temasını işlediğini hatırlatalım.
2013 yılında Madrid’te düzenlenen ve Türkiye’nin konuk ülke olduğu çağdaş sanat fuarı ARCOmadrid kapsamındaki Here Together Now başlıklı sergide İz Öztat’ın işine yine elçilik vasıtasıyla müdahale edilir, sadece ‘Ermeni soykırımı’ ifadesi değil, ‘1915’ tarihi de sergi kitapçığından çıkartılır.
Benzer müdahale çabalarını elçiliklerin yüzüne gözüne bulaştırdığı örneklerden biri ise 2016’da İsveç’te yaşandı. TV4 adlı televizyon kanalı Süryani Soykırımı ile ilgili Seyfo 1915 – Süryani Soykırımı adlı belgeseli yayın programına koyunca, Türkiye’nin Stockholm Elçiliği filmin yayından kaldırılmasını talep etti. 1915’te soykırım içinde soykırım diyeceğimiz ve kısaca Seyfo olarak anılan Süryani Soykırımı’ında 275 bin kişinin öldürüldüğü tahmin ediliyor. Yapımı İsveç Süryani Federasyonu tarafından gerçekleştirilen belgesel, tanıklıklar ve belgeler aracılığıyla bu kıyımı anlatıyor. TV4 filmi programa alınca, Stokholm Elçiliği’nin basın sorumlusu takdir edilesi bir medeni cesaretle kanala mail atmış ve yayının iptalini istemişti. TV4 yetkililerinin tepkisi, gelen maili olduğu gibi web sitelerine koyarak bu talebe sert tepki göstermek ve elbette planlandığı üzere filmi yayınlamak oldu.
Aynı sene içinde bir müdahale haberi de Almanya’dan geldi. Soykırımın 101. yıldönümü için Dresden Senfoni Orkestrası’nın hazırladığı anma konserini hedefine koyan Türkiye, bu sefer AB’deki delegasyonu aracılığıyla konsere verilen 200 bin euro’luk desteğin geri çekilmesi için bastırmış, başarılı olamasa da etkinliğe dair tanıtım metninin desteği veren AB kurumunun web sitesinden çıkarılmasını sağlamıştı. Orkestra, Aghet (Ağıt) başlıklı bu konserini aynı yılın sonlarına doğru İstanbul’a taşımak istemiş, konsere Cumhurbaşkanı Erdoğan da davet edilmişti; fakat Türk tarafı olayı krize dönüştürünce konser iptal edilmişti. Türkiye’nin Yaratıcı Avrupa Programı’ndan (Creative Europe) çekilmesinin gerekçesi olarak da, AB’nin söz konusu konsere sponsor olması gösterilmişti.
Sansür diplomasisini en çok meşgul eden konu 1915 olmakla birlikte, sınır ötesi kültürel operasyonlar bununla sınırlı değil. Vaktiyle şiir okumaktan hapis yatan Erdoğan’ın, okuduğu şiir nedeniyle Alman komedyen Jan Böhmermann hakkında suç duyurusunda bulunması ve savcılığın takipsizlik kararı vermesi hâlâ belleklerde. Yine hatırlatmak gerekirse: 2008’de Hüseyin Karabey’in Gitmek adlı filmi İsviçre’de bir festivalden, 2010’da ise Kazım Öz’ün Fotoğraf’ı Polonya’daki festival programından T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın etkinliklere verdiği desteği geri çekme tehdidi üzerine çıkarılmıştı.
Daha taze bir örnek: 2017 Mayıs’ında Slovenya’nın Maribor kentinde düzenlenen ve Suriye’deki Kürtler’i konu alan bir sergi, Rakka’da IŞİD’e karşı savaşan YPG militanlarının fotoğraflarına yer verdiği için Türkiye elçiliğinin müdahalesi sonucu kapatılmıştı.
Yurtiçinde Wikipedia’yı, Twitter’ı, Youtube’u ve bilumum paylaşım platformunu terbiye etmeye çalışan T.C devleti, dışarıda da sanatçıları terbiye etme çabasından vazgeçmiyor kısacası. Ve bunu kendi çıkarları açısından dahi sonuçlarını hesaplamadan, gerektiğinde kesenin ağzını açarak takıntılı bir şekilde yaptığı anlaşılıyor. Federico Fellini bir keresinde “Sansür, parası devlet tarafından ödenen reklamdır” demişti. Türkiye devleti bunun farkına varıp dünyaya sansür ihraç etmekten vazgeçtiğinde, sadece demokrasisi değil ekonomisi de bu işten kazançlı çıkacak.