ÖZGÜN ÖZÇER
“En iyi sansür, otosansürdür” denir. Ancak diyelim mevzubahis gazetecilikse otosansür için bile, öncesinde otosansür uygulanmasına değecek bir içeriğin veya bir bilginin yayımlanması söz konusu olmalıdır. Nihayetinde otosansüre uğraması gereken bir haber unsuru olmadığında, otosansüre de gerek kalmayabilir. Otosansür, bir konunun gündeme gelmesini önlemek için bilinçli bir amaç taşıyan bir eylemdir aslında. Bu süreçten amaç ve bilinci çıkardığınız zaman, sistem otosansüre dahi ihtiyaç duyulmadan olağan bir şekilde işler hale gelir.
Çiğdem Toker, Cumhuriyet gazetesinin özellikle kamu yararını ilgilendiren, devlet-özel sektör ilişkileri ve ihale haberciliği konularında açık kaynaklara dayanarak çarpıcı yazılar kaleme alıyor. Toker’e göre sansür ve otosansürün esas sebebi gazetecilik reflekslerinin yok olması. Bunların en başında da soru sormak, araştırmak ve gizli saklı olmayan veri ve bilgilerle anlamlı bir tablo oluşturabilmek geliyor.
İfade özgürlüğünün bu denli sınırlandırılmasının nedenini devletle iş yapan büyük sermayenin 90’lı yıllardan itibaren medya sahipliğine soyunması olarak gösteren Toker için medyanın siyasi baskılara karşı bu kadar kırılgan olması şaşırtıcı değil. Reçetesi ise çok basit: Kamu yararı adına iktidarları denetleyen ve hesap soran özünden mahrum bırakılmamış şekliyle gazetecilik. Aksi takdirde otosansür sistemin bir parçası haline geliyor ve bu anlamda belki de “en iyi” otosansür, soru dahi sor(a)mamak.
Açıklayıcı, titiz ve kaynağa dayalı haberleriyle gündemin yoğunluğunda kaybolmaya yüz tutan konuların üzerinde ısrarla durması nedeniyle otosansür hakkındaki söyleşi serimizin ilk konuğu Çiğdem Toker olsun istedik. Toker’le bugünkü sansür ve otosansür ortamının koşullarını, bu noktaya nasıl gelindiğini konuştuk.
Yönetici ve gazetecilerinin tutuklu olduğu, pek çok çalışanı hakkında davaların sürdüğü bir gazetenin yazarısınız. Siyaset ve medyadaki mevcut şartlar sizi otosansüre ne kadar zorluyor?
Hiçbir otosansür sorunu yaşamıyorum. Bunu büyük bir gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Bunun sebebi de Cumhuriyet’te yazıyor olmak. Haber trafiğiyle bir ilgim yok, yazılarımda habere yer vermeye çalıştığım için vurgulayayım. Bugüne dek gazetenin yazarı olarak otosansür denebilecek en küçük bir endişe emaresi hissetmedim. Kızdırmaktan, şimşeklerini üzerime çekmekten korktuğumuz ne bir politikacı ne de bir şirket var. Bunun çok kıymetli olduğunu düşünüyorum çünkü Cumhuriyet bunun bedelini ziyadesiyle ödemiş ve ödemekte olan bir gazete.
Dolayısıyla bedel ödendiği için bunu yapmaya devam etmek daha da büyük bir anlam kazanıyor, değil mi?
Hiç şüpheniz olmasın. Aslında bütün kavramlar o kadar birbirine girdi ki… Zaten biz gazetecilik yapıyoruz, başka bir şey yapmıyoruz.
Cumhuriyet’in yapısı malum ama herhangi bir merkez medya kuruluşunda çalışan bir gazeteciyi düşünürsek, baskılardan muaf olabilir mi?
Oradaki meslektaşlarımın bu baskıları çok ağır düzeyde yaşadığını ve hissettiğini biliyorum. Çünkü medya, iktidar ve sermayeden bağımsız değil. Aslına bakarsınız 90’lı yıllardan itibaren Türkiye’de bu üçlüden bahsetmemiz gerekiyor. Bir ana akım da kalmadı. Kadri Gürsel’in beğendiğim ve sıkça atıfta bulunduğum bir kavramı var: “Ana akım enkazı”. Eskiden ana akım olan kurum, gazete ve televizyonlarda bu baskı ve otosansür çok yoğun, hem şirketler hem de siyaset düzeyinde.
Bu kurumlar mesela Norveç’te olsalar, çok daha farklı bir gazetecilik yapacaklarını söyleyebiliriz değil mi?
Biraz patolojik bir durumumuz var, onu söylemek lazım. Norveç’te herhalde siyaset bu kadar başat değil. Orada gazetecilik yapıyor olsaydık, ekoloji, eğitim, bilim tartışmaları daha geniş yer bulurdu. Türkiye’de gazeteciliğin koşulları öteden beri çok ağırdı, içinde bulunduğumuz durumla daha da ağırlaştı.
Peki, içinde bulunduğumuz koşulların özellikleri neler? Tarihsel sürece bakacak olursanız, bugünkü durumun ne tür benzerlikleri ve farklılıkları var?
Medya, iktidarın açık hedefi konumunda. Fakat bu, bugün başlayan bir şey değil. Bir geçmiş karşılaştırması yapmamız gerekiyorsa, medyanın bugünkü durumunun zemini 90’larda hazırlandı. Medya sahipliği kamu ihalelerine girerek, ihalelerden pay almaya çalışarak kendi ayağına kurşun sıktı. Medya sahipliğinin iktidarla ilişkisi, kendi dinamiklerini kırılgan, saldırıya açık hale getirdi. Bugün gelinen nokta 90’lı yıllardaki sahiplik yapısının tamahkârlığından kaynaklanıyor.
Yine de önemli bir fark var, haksızlık etmeyelim: O dönemlerde bir alan muhabiri, izlediği siyasetçiye, lidere, cumhurbaşkanına, başbakana, her kimse, o konuyla ilgili istediği soruyu sorabilirdi. Şimdi Ankara’da iktidarı yürüten liderler, basın toplantılarında sürpriz bir soruyla karşılaşmıyor. Çünkü sorulacak sorular önceden aşağı yukarı belirleniyor. Bu, biz kıdemli gazeteciler için akıl almaz bir şey. Mesleğe yeni başlayan genç meslektaşlarımızın diledikleri soruyu soramayışları büyük şanssızlık. Sadece onlar için değil, toplumun tamamı için. İstisnai çabaları dışarıda tutarsak, bugün yapılan, güç sahibi lideri dinlemek ve kayıt altına almaktan ibaret oluyor.
O zaman, kronik olan bir dizi sorunun, dönemsel sorunlarla birleşince daha da şiddetli hale geldiğini söyleyebiliriz – dönemsel sorunlar derken yıllardır iktidarda olan tek parti hükümetinden, kendine yakın sermayeyi medyaya yönlendirmesinden ve OHAL’le daha da sıkılaşan güvenlik ortamından bahsediyoruz.
Tabii ki, ifade özgürlüğünün kullanımı, hiç olmadığı kadar ağır bedellerle ve yaptırımlarla karşı karşıya. Bırakın yazılan bir yazıyı, yayımlanan bir haberi, gazetecilerin niyetlerinin okunarak bundan suç ve iddianame üretildiği ve soruşturmalar açıldığı bir dönemdeyiz. Tutuklama, gözaltı, para cezası, erişime engelleme, haberin sildirilmesi gibi bir yaptırımlar galerisi var artık.
“Medya paramiliterleşiyor”
Türkiye’de yapmak istedikleri bir haberi yapamayan, belirli kelimeleri ya da rakamları kullanmaktan kaçınan gazeteciler olduğunu düşünüyor musunuz?
Belirli sözcükleri, kavramları kullanmamak, bazı haberleri “görmemek”, güç sahiplerini kızdırmamak ya da yapılsa dahi haberin girmemesiyle ilgili realite uzun süredir var. Fakat başka bir gerçek daha var; o da bu durumun giderek zihinsel, mesleki bir tembelliğe yol açması. “Nasıl olsa girmez”, “nasıl olsa kullanmazlar”, “nasıl olsa kabul etmezler” diye birbirini negatif besleyen bir süreç olduğunu düşünüyorum.
Diyelim ki çevre tahribatına yol açacak bir maden ihalesini alan x şirket var ya da büyük bir havaalanı ihalesini kazanan bir y şirket var ki peş peşe kömür termik santrallerinin ihalelerini alıyor ve bunun nasıl olduğuna dair bir haber hazırlanmaya çalışılıyor. Bir gazetecinin en çok sorun yaşayacağı nokta nedir: Bilgilere ulaşmak? Bu haberi tüm bilgilerle yayımlamak? Yayımladıktan sonra baskıya maruz kalmak? Böyle bir haberi yayımlamayı akıllarından geçirmek mi?
Bilgilere ulaşmak zor değil bir kere. Geleneksel medya araçlarının tekeli kırıldı. Yurttaş gazeteciliği dediğimiz bir kavram var, ellerimizden düşürmediğimiz cep telefonları komple bir medya seti. Sosyal medya gelişti, habere ulaşmak hiç olmadığı kadar kolay.
Mesele aslında çok basit. Birincisi gazetecilik yapmayı istemek, ikincisi üzerimize şelale gibi yağan açık kaynakların ve verilerin ışığında kör olmamak. Çok fazla bilgi var dolaşımda sanılanın aksine. Önemli olan seçici olabilmek ve aradığını bulabilmek. Kamuoyunu aydınlatmak istiyorsan ulaşırsın ve yazarsın. Ama bunun aktarılabileceği geleneksel gazetecilik mekanizmalarında sorun var.
Ve tabii sizin biraz önce değindiğiniz zihinsel tembellik gazetelerde bu kabiliyetin körelmesine yol açıyor. Bu deneyimi kazanmadıkça işaret ettiğiniz açık veri şelalesinde kayboluyorlar…
“Şu haber yazılırsa patronun falanca işi zarar görür” gibi engeller yüzünden neyin önemli olduğu ortadan kalkıyor. Haber süreci zayıflıyor. Çıkarların zarar görmesi endişesi çok belirleyici. Giderek de karmaşık hale geldi: Medya iktidarın açık hedefinde diyoruz. İktidar ne yapıyor? Medyayı yanına hiza alıyor. Medyayı araçsal kılmak istiyor. Ben zaman zaman paramiliterleştiriyor, “paramiliter medya” gibi bir tabir de kullanıyorum.
Bu tabirle tam olarak ne ifade ediyorsunuz?
Araçsallaştırmak. Gazeteciliğin varlık sebebi olan sorgulamak, eleştirel tutum almak bir yana; pohpohlamak, yetmeyince gerçeklerin çarpıtılması, bu da yetmeyince haber karartmak, bu da yetmeyince kötücül, hiçbir unsuru gerçek olmayan senaryolar üretmek. Paramiliterlik burada başlıyor işte: Hakaret, iftira, itibarsızlaştırmaya yönelik üretimler yapmak. Ne yazık ki son birkaç yıldır şiddeti artan durum bu.
“Resmî propaganda varken ilana gerek yok”
Devlet dışı baskılar da devreye giriyor değil mi? Reklama bağlılık, şirketlerle olan yakın ilişkiler. Pegasus uçağının pistten çıkmasının Hürriyet’te firmanın adıyla yer almaması gibi somut bir örnek yaşadık mesela. Sizce devlet dışı baskılar özellikle şirket ve ihale haberciliğini nasıl etkiliyor?
İlanlar gazetelerin önemli gelir kaynakları. OHAL rejiminin, tek parti iktidarının katılaştığı bir dönemde ilan-medya ilişkisi de payını alıyor. Mesela kamu sermayeli şirket ve kurumların iktidarı destekleyen gazetelere ve kanallara ilan vermesi isteniyor. Normal koşullarda tirajı hayli düşük, adı gazete ama parti bülteni gibi çıkan gazetelere baktığımızda büyük ilanlar görüyoruz. O ilanlar, hepimizin vergilerinden oluşmuş bütçeye dayanıyor aslında.
Burada, gazetecilik yapan basın yayın organları aleyhine muazzam bir haksız rekabet var. Parti bülteni gibi çıkan gazetelerin hiçbir zaman tiraj gibi bir dertleri yok. Zaten fonlanıyorlar. Tabii bugünkü sistem, bunun için dizayn edildi.
O kamu şirketlerinin ya da sizin de üzerinde çokça yazdığınız Akkuyu örneğini verelim. Akkuyu şirketinin nükleer enerjinin ülkeye sağlayacağı faydayla ilgili ilan verdiği bir gazetenin sizin yazılarınız gibi eleştirel bir içeriği yayımlaması mümkün müdür?
Akkuyu Rusların kurduğu, Türk Ticaret Kanuna tabi özel bir şirket. İlana büyük ihtiyacı da yok. Zaten iktidar sahipleri yıllardır nükleer enerji güzellemesi yapıyor. Nükleer enerjinin ne kadar iyi bir şey olduğu, Türkiye’nin buna ne kadar ihtiyacı olduğuna ilişkin zaten bir resmî söylem ve propaganda varken böyle bir ilana bile ihtiyaç yok. Nükleer santralın radyoaktif madde içermesi ve halk sağlığının o çok bildiğimiz riskleriyle ilgili bile konuşulmuyor ama geleneksel olarak bu konu kurulmak istenen Akkuyu santralinin Türkiye ekonomisini uzun vadede ne kadar büyük bir ipotek altına alacağı meselesini de gölgeliyor.
Aslında ifade özgürlüğünün kısıtlanması derken somut olarak bunların kamuoyunda tartışılmasının önlenmesini kast ediyoruz…
Kimse çıkıp bunu söylemiyor. 12,35 sentten TETAŞ, bir devlet kurumu, alım garantisi vermiş. Türkiye Cumhuriyeti devlet olarak Rusya’ya 2010 yılında imzaladığı milletlerarası anlaşmayla bu taahhütte bulundu. Dileyen herkes Resmî Gazete’den bu anlaşmayı bulup okuyabilir. Biraz sıkılmayı göze alırsa, başımıza nelerin geleceğini de anlar. 12,35 sent kilovat saati çok yüksek bir satış rakamı. 49 yıllık bir anlaşmadan, dört reaktörden bahsediyoruz. Yani algoritmik olarak hesap makinesinin üzerindeki rakamlar bunu hesaplamaya yetmiyordur.
Anlattığınızdan şunu anlıyorum aslında: Biz sansür ve otosansürü konuşurken, burada yapılan aynı zamanda akıl karmaşası yaratmak, propagandayla konuların tartışılmasını bertaraf etmek ve dikkatleri başka yöne çekmek…
Bu dediğiniz olgusal olarak var zaten: Mesela Elektrik Üretim Anonim Şirketi’nin (EÜAŞ) internet sitesine baktığınızda Jersey Kanal adalarında kurulmuş bir iştirak olduğunu görüyorsunuz. Niye bir şirket Jersey Kanal adalarında kurulur? Vergiden kaçınmak için değil diyorlar ama bir sebebi de odur. Şimdi mesela ikidir bu soruyu soruyoruz, cevap yok. Akkuyu’nun ve Sinop’un finansmanı Jersey Kanal adalarından mı gelecek? Gelecekse nasıl gelecek?
Bu konuların tartışmaya bile açılmadığına bakılırsa sansüre ve otosansüre bile ihtiyaç duyulmadığı bir dönemden geçiyoruz.
İnanın yok. Bakın Çevre Bakanlığı’nın web sitesinde Sinop’ta 6 Şubat’ta üniversite kampüsünde toplantı yapılacağı ve bu toplantıyı EÜAŞ ICC’nin [EÜAŞ’ın iştiraki şirketi] yani Jersey’deki şirketin yapacağı bilgisi vardı. Orada öylece duruyordu.
TTB ve şehir hastaneleri meselesi
Son yazılarınızda şehir hastanelerini de işlediniz. Mesela Türk Tabipleri Birliği (TTB) de bu durumu mesele edinmişti. Gazeteler gibi mesleki örgütler de siyasi bir baskı altındayken kendi alanında ciddi bir sorun gördüğü zaman mücadelesini duyurabilir mi yoksa otosansür ağına takılır mı?
Türk Tabipleri Birliği bu konuyu işlevleri, görev alanı itibariyle zaten öteden beri mesele etmiş, halka anlatmak, farkındalık yaratmak için çabalamış ve hâlâ çaba gösteren bir örgüt. Sağlıkta dönüşüm politikası, Sağlık Bakanlığı tarafından gündeme getirildiğinde şehir hastaneleri bunun önemli bir ayağıydı ve TTB davalar açtı. Yazımda da vurguladım: TTB’nin merkez konseyi üyelerinin ve başkanının gözaltına alınması, haklarında soruşturma açılması sadece “savaş bir halk sağlığı sorunudur” açıklamasından dolayı değil, geriye dönük olarak şehir hastaneleri başta olmak üzere Sağlık Bakanlığınca mevcut hükümet tarafından uygulanan politikalara köklü eleştiriler getirmesiyle de bağlantılıdır.
Mesele önümüze yaklaşıyor ve artık şehir hastaneleri açılmaya başladı – geçen sene dört tane açıldı, bu sene 5-6 tane açılacak – o zaman bunlarla daha net şekilde yüzleşiyoruz ve ne olduğunu anlıyoruz. Ama TTB çok daha önce açmıştı o davaları. Mesela maliyet hesabı açısından bir kapalılık var ve bunu ancak açılan davalarla elde edebildiklerini biliyoruz. Kamu Özel İşbirliği modelini sıkça gündeme taşımamızın yararı şu oldu- ki milletin cebinden beş kuruş çıkmayacak söylemi doğru değildir- artık Sağlık Bakanlığı’nın hazine arazisini bedava vereceğini, hastane yapıldıktan sonra ise x holdingin 25 yıl boyunca döviz üzerinden kiracısı olacağını daha çok insan biliyor.
Bu ve bu tür önemli konuları öğrenmek birilerinin kamu yararını kendi derdi sayıp ısrarlı, belki de takıntılı bir şekilde bunu gündeme getirip, yazıp, tartışmasıyla ancak mümkün olabiliyor. “Onu kızdırırız”, “şu ilan gelmez” gibi kaygılardan azade gerçek gazetecilik yapılsa bu farkındalık çok daha erken gelişirdi.
O dönem medya bu konuları tartışmaya açsaydı, belki TTB’yi şu anda yaşanan baskıdan da koruyabilirdi…
Elbette, TTB daha yüksek bir destek görebilirdi çünkü kamusal bir durumdan, milyonların sağlığa erişim hakkından bahsediyoruz. Neoliberal politikalar, kamu-özel işbirliği altındaki bu yap-kirala-devret modelli şehir hastaneleri sağlıkta erişimi sanıldığı kadar kolaylaştırmayacak. Yüksek maliyetler dolayısıyla orta vadede pahalı hale getirecek, göreceğiz.
“Muhalif medya yok, gazetecilik var”
Sansür, otosansür ve diğer baskılardan kaynaklı olarak gazetelerin bazı haberleri yapamaması, STK’ların, mesleki örgütlerin de direncini etkiliyor mu?
Buradaki mesele medya, sermaye, iktidar üçgenidir – gerçi dünyada da böyle bir trend var. Sadece gazete çıkaran gazete patronlarının olduğu bir medya düzeni nostaljik olarak anılıyor ama bu konunun başka bir çözümü yok.
Sansür ve otosansürsüz gazeteciliğin sermaye-siyaset ilişkisini denetlemekteki etkisi ne olur?
Bence bu sorular geçildi. Bu kadar kırılıp dökülürken, gazeteciler cezaevinde aylarca haksız yere tutuklu kalırken…
Cevabını aldık diyorsunuz…
Bu sorular artık arkaik. Her şeyin tekrar başa alınması lazım. Mesela Cumhuriyet’e muhalif medya diyorlar ya da muhalif gazeteci diyorlar. Böyle bir şey yok. Cumhuriyet de, biz de sadece gazetecilik yapıyoruz. Muhaliflik siyasi bir kavram. Biz siyasetçi değiliz. Muhalif denen siyasi bir aktör ve onun yanında hizalananlar. Ben politikacı değilim, aktivist ya da militan değilim. Gazeteci, gazeteciliğin evrensel kuralları çerçevesinde kim olursa olsun, siyasi yelpazenin neresinde yer alırsa alsın, bütün iktidarları sorularıyla denetleyen, soru soran kişidir. Çünkü iktidarlar bizim vergimizi kullanıyorlar.
Bu muazzam bir güçtür, meselenin özü de budur aslında. Her şey çok basit: Kaynak kullanımı ve dağıtımı yetkisini almak. O kaynak da halktan toplanan vergilerdir. Bunu soran, sorgulayan, haberinin, ihalesinin peşine düşen gazetecilere, kurumlara sırf doğal işlerini yaptıkları için muhalif denilmesini kabul etmiyorum. Bu kavram, siyasetçinin dilidir. Bu yanılgıya bizim meslektaşlarımız da düşüyor.
Oysa gazeteciliğin kendi kavramlarına geri dönmemiz lazım. Muhalif medya yok, gazetecilik var. Soru sorabilen, bir şeyi merak eden, kafaya takan, peşine düşen kişiler önce marjinalize sonra da kriminalize edildiler. Siyasi aktör ve muhalif olarak adlandırıldılar. Soru sormuyorsan gazeteci değilsin.