Sinemada sansürü adıyla çağırmak

Sansürle mücadele, kanserle mücadeleye benzemez. Sağlıklı beslenmenin, bazı şeylerden kaçınmanın kanser riskini azaltması gibi, kendi çapında belli tedbirler almak sansürü önlemez. Sansürle ancak her sansür vakasına karşı direnerek, sansürleme çabasını boşa çıkararak yani göğüs göğüse savaşarak mücadele edilir.


NECATİ SÖNMEZ

İstibdat rejimine doğru yokuş aşağı giden Türkiye’nin fırtınalı gündeminde ‘sansür’ mevzusu tali bir mesele gibi görünebilir ama gerçekte bu gidişata eşlik eden asli öğelerden biri. Tarihten bildiğimiz gibi tüm baskıcı rejimler, aykırı sesleri susturmak ve belli hakikatleri gizlemek suretiyle karşısına çıkması muhtemel tepkileri susturmaya, her tür bilgi ve düşünceyi filtreden geçirmeye çalışır; bu amaçla sansür yöntemini kullanır.

Türkiye’de şu ara anayasal bir kılıfa sokulmaya çalışılan ama aslında yıllardır gayrı resmi biçimde ilmek ilmek örülen rejim değişikliğinin tüm aşamalarında, sansürün en gizlisinden en açığına kadar pek çok versiyonuna tanık olmamız bu yüzden. Sansür[1] zehri, son 15 yılda dozu adım adım arttırılarak toplumsal hayatımıza nasıl zerk edildi, önce onu hatırlamaya çalışalım kısaca.

Mevcut rejimin henüz ‘totaliterlik’, ‘diktatörlük’ gibi kavramlarla birlikte anılmadığı dönemde, medyaya pranga takarak bu yolun asfaltı döşenmeye başlanmıştı aslında. Vergilerimizle işleyen TRT[2], Anadolu Ajansı gibi kamu kurumlarının hızlı bir kadrolaşmayla iktidarın propaganda organları haline gelmiş olması bugün artık yadırganmıyor bile. Aynı şekilde medya gruplarına ya yüklü vergi cezalarıyla şantaj yapılması ya da devlet eliyle (kağıt üstünde “tasarruf sahiplerinin haklarını yolsuzluk ve usulsüzlüklerden korumak amacıyla kurulmuş devlet kurumu” olarak tanımlanan, sonradan Merkez Bankası’ndan alınıp Başbakanlığa bağlanan TMSF aracılığı ile) şaibeli gerekçelerle el konulması, ardından bunların birbiri ardına yandaş sermayeye peşkeş çekilmesi, derken ATV, Sabah, Star, Akşam benzeri yandaş organlarla devasa bir havuz medyasının oluşturulması, henüz el konulmamış kanal ve gazetelere manşetine, alt yazısına varana kadar müdahale edilmesi, mahkeme kararı olmaksızın internet erişimini engelleme yetkisinin iktidar organlarına teslim edilmesi vs… Türkiye’de gazeteciliği bir haber gizleme ve propaganda mesleğine dönüştüren bu girişimlerin hepsi de, medyayı iktidara tabi kılmanın ve sansürü kurumsallaştırmanın istikrarlı adımlarıydı.

Aykırı sesleri susturma çabasının, rejimin uzun erimli hedefleri açısından taşıdığı önemi kavramak için bu tarihçeyi akılda tutmakta fayda var. O zaman, sinemadaki sansürün sırf sinema yapanları hedeflemediği, toplum mühendislerinin nicedir üzerinde çalıştığı ‘proje’nin olağan bir uzantısı olduğu daha kolay anlaşılır. Medyayı ehlileştirme, ehlileşmeyeni bastırma operasyonunu, diğer ifade araçlarını kontrol altına alma çabaları izleyecekti doğal olarak. Çünkü Foucault’nun terimiyle söylersek, ‘normalleştirme toplumu’nu kendi meşrebine uygun bir formata sokmak isteyen bir iktidar var karşımızda.

Sinemada sansürün hortlaması

Bu sistematik politikanın sinemadaki yansımalarını ve giderek görünür hale gelen sansürün yozlaştırıcı etkilerini de kademeli olarak yaşadık, yaşıyoruz. Türkiye’de sansürün uygulanmadığı kısa bir dönemin ardından, 2000’lerin başından itibaren tek tük vakalarla sansür hayaleti yeniden sinema üzerinde dolaşmaya başladı. Büyük Adam Küçük Aşk (2001), Dersim 38 (2006), Berivan (2010) gibi örneklerde olduğu gibi ‘milli güvenlik’ için tehlike arz ettiği savlanan filmler emniyet teşkilatı, MGK gibi resmi mercilerden gelen emirlerle engellendi. Ama bu müdahaleler, örneğin Büyük Adam Küçük Aşk’ın Oscar’da En İyi Yabancı Film dalında Türkiye’yi temsil etmesine engel olamadı.

Derken özellikle belgesel gösterimlerinde, yerel yöneticilerin kendini sansür makamı olarak gördüğü durumlar yaşanmaya başlandı; filmin ortasında gösterimi durdurmak, program iptal etmek, belediye bünyesinde düzenlenen film festivalinin içeriğine müdahale etmek gibi… 2014’ten sonra ise sansürün bizzat festival yöneticileri ve Kültür Bakanlığı tarafından uygulandığı yeni bir aşamaya gelindi.

Sinema ve festivaller cephesinde sansür nasıl hortladı, onu da detaya girmeden kısaca hatırlayalım: 2014 yılında yeni bir yönetimin devraldığı Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin Ulusal Belgesel Yarışması’na seçilen ve Gezi isyanını konu alan Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek… adlı film, festival yönetimi tarafından TCK’nın bazı maddelerine aykırı olduğu iddia edilerek programdan çıkarıldı. Olay, yarışmaya seçtiği filmin adını festival listesinde göremeyen ön jürinin durumu ifşa etmesiyle kamuya yansıdı ve büyük tepki çekti. Festival yetkilileri yaptıklarına farklı kılıflar uydurmaya, bunun ‘sansür’ olmadığına bizi ikna etmeye çalışsa da, filmleri yarışmaya seçilen diğer belgeselciler –iki fire dışında- festivali boykot ederek yarışmadan çekildi; kurmaca filmlerin sahipleri ise festivale katılmakla birlikte tepkilerini sahnede dile getirmeyi tercih etti. Özetle AKP’li belediyenin düzenlediği festival, işi göstermeyi göze alamadığı bir filmi ve yönetmenini, kendini yargının yerine koyarak hedef göstermeye kadar vardırmıştı.

Bu olaydan altı ay kadar sonra, 2015 Nisan’ında bu sefer 34. İstanbul Film Festivali programında yer alan bir başka belgeselin, PKK gerillalarının Türkiye sınırları dışına çekilişini anlatan Bakur’un gösterimi Kültür Bakanlığı’na bağlı Sinema Genel Müdürlüğü’nden gelen bir telefon üzerine iptal edildi. Bakanlık, normalde ticari gösterimler için aranan ‘eser işletme belgesi’ olmadan filmin gösterilemeyeceğini festivale deklare etti. Bakur’u belge şartı koymaksızın programına almış bulunan festival, bu şantaja boyun eğerek gösterimi iptal etti ve topu filmin yapımcılarına attı. Halbuki bir haftadır devam eden festivalde o ana kadar birçok film belgesiz gösterilmiş, ne hikmetse bakanlık onları sorun etmemişti. Burada sansürü işletmek için bakanlığın film yapanları direkt muhatap alması bile gerekmemişti; tozlanmış dosyalardan çıkardığı telif hakkını korumaya dönük eski bir yönetmelik maddesini, amacının tam tersine kullanabileceğini keşfetmesi ve devletle sürtüşmeyi göze alamayacak festivallere aba altından sopa göstermesi yeterliydi.

Festivalde geniş katılımlı bir boykota ve tüm yarışmaların iptal edilmesine yol açan bu vakadan sonra, onu izleyen diğer ulusal festivallerin hemen hepsi, programa aldıkları tüm filmlerden ‘eser işletme belgesi’ talep etmeye başladı, belgesi olmayanları ya programdan çıkardı veya belgesel-kısa film bölümlerini o sene toptan iptal etti. Aynı yıl adından Altın Portakal’ı çıkarma kararı alan Antalya Film Festivali ise bir yıl önce yönetimin başına dert açmış olan Ulusal Belgesel Yarışması’nı hepten lağvederek ‘meseleyi’ kökten halletme yolunu seçti. Bu uygulamalara karşı tek somut tepki, çoğu belgeselci 150 sinemacının Antalya Film Festivali’ni boykot etme kararı oldu.

2016 yılına girdiğimizde, ister kısa olsun ister belgesel, herhangi bir filmi göstermek için festivallerin ‘eser işletme belgesi’ talep etmesi artık olağan bir uygulamaya dönüştü. İki sene önce herkesin sansür olarak nitelendirdiği bu uygulama artık yasal bir prosedür muamelesi görmeye başladı. Ankara Film Festivali yöneticileri belge almadığı gerekçesiyle iki filmi yarışmadan çıkarırken, kendilerini ‘prosedür böyle’ diye savundu.

Makaslama devrine dönüş

Bu şekilde giderek normalleştirilen sansürün son uygulamasına geçtiğimiz şubat ayında !f İstanbul’da tanık olduk. Festivale seçilen Son Şnitzel adlı kısa filmin yönetmenleri, festivalin geçen yıldan itibaren talep etmeye başladığı ‘eser işletme belgesi’ için Kültür ve Turizm Bakanlığı’na başvurduğunda, bakanlık belge için bazı sahnelerin çıkarılması talebinde bulundu. Filmin sahipleri bunu kabul etmediği için Son Şnitzel festival programından çıkarıldı. Böylece söz konusu belgeyi temin etmenin iddia edildiği gibi basit bir bürokratik işlem olmadığı, bakanlığın elinde bir ‘sansür işletme belgesi’ niyetine kullanıldığı ayan beyan ortaya çıktı.

Filme müdahale girişimine dair çıkan haberlerin hepsinde, olay doğal olarak sansür olarak anıldı. Gelgelelim, ne festivalin konuyla ilgili açıklamasında ne de filmcilerin yayımladığı beyanda ‘sansür’ sözcüğü bir kez bile geçmiyordu. !f İstanbul yaşanan skandalı şöyle özetledi:

“(…) Türkiye yapımı filmleri sizinle paylaşırken Türkiye’deki sanatsal etkinlik yasalarını dikkate almak zorundayız. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın ‘Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılmasına İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik’inin 15. maddesi ‘Ülke içinde üretilen filmler kayıt ve tescil edilmiş olmak kaydıyla bu etkinliklere katılabilir’ diyor. !f 2017 programına aldığımız Son Şnitzel filminin yönetmen ve yapımcıları İsmet Kurtuluş ve Kaan Arıcı bu belgeyi alamadıkları için filmi festivalde gösteremeyeceklerini bize bildirdiler.”

Bu steril açıklamaya göre, -yukarıda ‘skandal’ dediğime bakmayın- olay basit bir evrak meselesinden ibaretmiş. Filmin gösterimini engelleyen –böylece onu Türkiye’de yasaklamış bulunan- somut bir özne zikredilmediği gibi, zaten filmi ‘festivalde gösteremeyecek’ olanlar da yönetmenlerin kendisiymiş. Yasalara –yasakçı ve meşruiyeti tartışmalı bile olsa- karşı sorumluluk önemseniyor, lakin sansüre tepki göstermek, en basitinden bunu dile getirmek festivalin sorumluluk alanına girmiyor anlaşılan.

Peki filmlerin sansürlenmesine karşı mıyız? Bu olaya ‘sansür’ diyemeyeceksek, ne diyeceğiz? Programındaki bir filme Kültür Bakanlığı yetkilileri tarafından müdahale edilmesi, filmden sahnelerin çıkartılmaya zorlanması, çıkartılmayınca da filmin gösterim hakkının elinden alınması gibi bir durumla festivalin herhangi bir derdi yok mudur? Yukarıdaki açıklamaya bakılırsa hayır; dert edinilen şey filmin ‘belgesiz’ olması.

Tıpkı festival gibi, uygulamayı adıyla anıp ‘sansür’ü telaffuz etmekten nedense imtina neden yönetmenler, yaptıkları açıklamaya şöyle bir cümle ekleme ihtiyacı duymuş: “Herhangi bir siyasi aidiyetimiz olmadığını, sadece özgür düşünceyle hikaye anlatmaya çalışan sinemacılar olduğumuzu buradan bütün açık yürekliliğimizle ifade ediyoruz.” Belli siyasi görüşleri savunanlara sansür uygulanmasının meşru olabileceğini ima eden son derece tehlikeli ve talihsiz bir yaklaşım.

Eski karikatürlerde elinde makas tutmuş sansürcü tiplemesini hatırlatan, yakın dönemin bu en bariz sansür vakasına sinema çevrelerinden de hiç tepki gelmedi. Söz konusu filmin kısa, yönetmenlerin tanınmamış olması, ayrıca hem festivalin hem de filmcilerin olayı büyütmek istemiyor gibi görünen tavrı buna yol açmış olabilir. Fakat insan sormadan edemiyor: Benzer bir müdahale, mesela bir Zeki Demirkubuz veya Reha Erdem filmine yapılsaydı acaba sektör yine kayıtsız kalır mıydı? Peki festivaller, sahne kesmeyi reddettiği için belge alamayan bir Demirkubuz veya Erdem filmine sahip çıkar mıydı, yoksa kısa bir açıklamayla onu programdan atıverir miydi? Spekülasyon olsun diye değil, sansür karşısında durduğumuz yeri tespit etmek için kendimize sormamız gereken sorular bunlar.

Kısa bir bilim kurgu filminden sahne çıkarttırmaya çalışan anlayışa bakarak şu kadarını iddia etmek abartılı olmaz sanırım: Yılmaz Güney Yol’u bugün yapsaydı, hiç kuşkusuz bu Kültür Bakanlığı’ndan ‘eser işletme belgesi’ alamazdı, almak için 1980’lerde olduğu gibi birçok sahneyi kesmeye zorlanırdı. İşin acı tarafı, şu anki mevcut festivaller içinde filmini olduğu gibi gösterecek birini de bulamazdı kolay kolay. Sinema ve sansür mevzusunda böylesine geri bir noktaya sürüklenmiş durumdayız, ne yazık ki.

Son aşama: Otosansür

Denebilir ki, tanınmış yönetmenlerin filmine müdahale etmeye cüret edemezler. Ortada böyle bir yönetmelik ve onu sansür aracı olarak kullanan bir kültür politikası oldukça, resmi söylemle çelişen hiçbir filmin güvencede olduğu söylenemez. Doğrudan sansürlemeye çekinseler bile, ‘demokrasilerde çareler tükenmez’; bu işi daha incelikli yapmanın yollarını bulurlar.

Mesela Kültür ve Turizm Bakanlığı, filmcilere dağıtmakla yükümlü olduğu yapım desteğini bir kontrol mekanizması olarak kullanabilir pekâlâ. Sınıflandırma Kurulu’ndan +18 yaş sınırı alan filmlerden desteği geri alma tehdidinde bulunabilir, hepimizi ‘aile filmi’ çekmeye teşvik edebilir. En son Tereddüt filminin başına geldiği gibi…

16 Aralık 2016 tarihli gazetelerde, “Ustaoğlu’nun filmi ‘Tereddüt’ sansürlendi” başlıklı şöyle bir haber okuduk: “Yönetmen Yeşim Ustaoğlu, Kültür Bakanlığı desteğiyle çekilen filmini Sınıflandırma Kurulu’nda sevişme sahneleri yüzünden +18 almamak için festivallerde gösterilen orijinal halindeki bazı sahnelerini farklı kurgulayarak vizyona girdi. Ustaoğlu’nun filmi sevişme sahneleri yüzünden +18 yaş sınırı alsaydı bu durumda bakanlık verdiği desteği geri alabilme hakkına sahip olacaktı. Tereddüt’ün sansürlü bir şekilde vizyona girdiğini filmin oyuncularından Funda Eryiğit sosyal medya hesabından duyurdu. Eryiğit mesajında ‘Tereddüt yarından itibaren gösterimde. Fakat ne yazık ki çektiğimiz haliyle değil, sansürlü haliyle izleyebileceksiniz’ dedi.”[3]

İşin enteresan tarafı ve bence en az bakanlığın yönetmelik şantajı kadar vahim olanı, filmin sahibinin bunu sansür veya otosansür olarak nitelemekten ısrarla kaçınması. Öyle ki, oyuncusu böyle bir tweet atmasaydı büyük ihtimalle bu olaydan bihaber kalacaktık.

Ustaoğlu “Filmden hiç sahne çıkarmadık” başlığıyla yayımlanan bir röportajında şunları söylüyor: “Vizyona girmeden önce eser işletme belgesi alımı sırasında +18 yaş sınırı alan film, aynı zamanda Kültür Bakanlığı’ndan yapım desteği almışsa, destek olarak aldığı bütçeyi -ki çoktan filme harcanmış, geri ödenmesi imkânsız bir bütçeden bahsediyoruz- geri ödemekle yükümlü. Bunun üzerine bir kez daha başvuruda bulunduk ve ince bir kısaltma yaptık. Bunu çok dikkatli konuşmamız gerekir; bir sahne çıkarmak gibi bir davranışa asla gitmedik. Bir iki plan içinde çok incelikli kısaltmayla, içeriği koruyarak yaş klasifikasyonunu bir nebze aşağıya indirebilecek bir yol izledik.”[4]

Bu arada ticari bir aksiyon filminden değil, mahremiyet temasını işleyen bir sanat filminden bahsediyoruz. Öte yandan filmin sansürlü haliyle gösterileceğini duyuran oyuncusu için “Tabii ki kendine, rolüne sahip çıkma olarak okuyorum bunu ve çok da cesur buluyorum” diyor Ustaoğlu. Tüm bu sözlerde, durumu açıklamaktan ziyade kafadaki soruları çoğaltan bir izah edememe hali seziliyor.

Filmden hiç sahne çıkarılmadıysa, “Ne yazık ki sansürlü izleyeceksiniz” diyen oyuncu neyin üzüntüsünü taşıyor, neden rolüne sahip çıkma ihtiyacı duyuyor? Film bittikten ve festivallerde gösterildikten sonra ‘ince bir kısaltma’ için kurgu odasına girmek, o filme makas atmak anlamına gelmiyor mu? Bakanlıktan alınan desteğin geri ödenemeyecek meblağda olması, bunu meşrulaştırabilir mi? Makasın incesi kalını nedir, kaç kareden sonrası sansüre girer? Söz gelimi Yol’un Türkiye’de gösterilebilmesi için tek bir karesinin (Kürdistan yazılı tabela görüntüsünün) çıkarılmış olması, sansür değil miydi? Ona sansür dediysek, korkarım buna da otosansür demek durumundayız.

Bu da bizi başka sorulara sürüklüyor. Tepemizde sallanan bir sansür belası varsa ve bu bela Yeşim Ustaoğlu düzeyindeki uluslararası yönetmenleri bile tehdit ediyorsa, ortada mücadele edilmesi gereken ciddi bir baskı var demektir. Ustaoğlu gibi bir yönetmen kendi filmi için bunu göze alamazsa, hele bunu dillendirmekten bile kaçınırsa, bu mücadeleyi kimler verecek peki? Bu iş bir avuç belgeselcinin boynuna mı kalacak? Sansüre maruz kalan yönetmenler, festivaller bunu dert edinmezse kimler dert edinecek?…

Ustaoğlu’nun aynı röportajda dediği gibi “Bu yönetmelik maddeleri herkesi başından itibaren zaten kıskacı altına alıyor, otosansür uygulamaya itekliyor. Düşünceye daha yapım aşamasında ket vurmaya neden oluyor.” O halde işe bunun adını koymakla başlamalı, karşımıza çıktığında ıslık çalmak yerine sansürü adıyla çağırmalıyız öncelikle. Yoksa otosansürün içselleştirilmesi, normalleşmesi kaçınılmaz.

Bir kez daha altını çizmekte fayda var: Sansürle mücadele, kanserle mücadeleye benzemez. Sağlıklı beslenmenin, bazı şeylerden kaçınmanın kanser riskini azaltması gibi, kendi çapında belli tedbirler almak sansürü önlemez. Sansürle ancak her sansür vakasına karşı direnerek, sansürleme çabasını boşa çıkararak yani göğüs göğüse savaşarak mücadele edilir. Sansür zihniyetini ve uygulayıcılarını her fırsatta teşhir etmek, o yasaklı filmleri inadına göstermek şunu sağlayabilir en azından: Bir iktidar organı veya festival, gelecekte bir filmin gösterimini engellemeye niyetlendiğinde, bunu yapmadan önce iki kere düşünür, bunun hem bir demokrasi ayıbı hem de nafile bir çaba olacağını bilir.

Kendinin polisi olmak

Çağımızın baskıcı iktidarlarının en büyük başarısı, baskı mekanizmalarını otomatik (kendi kendine işler) hale getirmesidir. Ne demişti Bertolt Brecht:

“Babanın oğula söylediği, tutuklanmamak için söylediği şeydir; Papaz İncil’ini tutuklanmadan söyleyeceği cümleler bulmak için karıştırıyor. Öğretmen, Büyük Karl’ın herhangi bir tedbiri için, tutuklanmadan öğretebileceği bir neden arıyor. Ölüm belgesini imzalayan doktor, tutuklanmasını doğurmayacak bir ölüm nedeni seçiyor. Şair, tutuklanmasını engelleyecek bir beyit bulmak için kafa patlatıyor. Ve köylü tutuklanmaktan kaçınmak adına, domuzuna yem vermemeyi kararlaştırıyor.”[5]

Türkiye’de kültürel alanı hedef alan baskı ve sindirmeler, hedefine ulaşmış gibi görünüyor. Artık herkesin kendi kendinin polisi olduğu bir aşamaya giriyoruz, korkarım.

Buyrun size son iki yılda yaşanmış birkaç vaka örneği: Düşünün ki, yeni biten filminizi henüz genel seyirciye sunmadan önce özel bir gecede davetlilere göstermek istiyorsunuz. Ne bir ticari gösterim ne de festival gösterimi, basit bir gala için belli bir kira karşılığında bağımsız bir sinema salonuyla görüşüyorsunuz. Salon sahibi üstüne vazife olmadığı halde sizden ‘eser işletme belgesi’ talep ediyor! Bunun kapalı bir gösterim olacağını, konukların e-posta üzerinden davet edileceğini bilmesine rağmen… Elbette bu vakada filmciler söz konusu talebi geri çevirince gala gerçekleşemiyor.

Yine başka bir salon, başka bir filmin gösterimi için ayarlanıyor, kira ücreti de ödeniyor. Gösterim arifesinde, iddiaya göre bizzat salon işletmecisi emniyeti arayıp filmi ihbar ediyor ve davetiyeleri dağıtılmış olan gala gecesi, polisin baskısıyla (yine o meşhur ‘eser işletme belgesi yok’ bahanesiyle) iptal ediliyor. Evet, bu olay OHAL öncesinde yaşanıyor üstelik.

Kuşkusuz belgeselciler ile kısa filmciler sansürün en savunmasız hedefleri durumunda. Peki daha ticari alanlarda, mesela televizyon sektöründe çalışanların durumu daha mı iç açıcı? TRT kaynaklarının yandaş projelerle hortumlanması, kamusal fonların hükümete yakın isimlere peşkeş çekilmesi yetmezmiş gibi, örneğin dizi sektöründe yapımcılara sunulan projelerin öncelikle ‘listede barış imzacısı var mı’ gözüyle incelendiği düşünülürse pek de parlak sayılmaz.

Ya sansüre en uzak olması beklenen ticari sinema piyasasında durum nedir? Diyelim gişeye dönük büyük prodüksiyonlu bir film yaptınız, eser işletme belgenizi de aldınız ve filminizi memleketin muhtelif kentlerinde gösterime soktunuz. Heyhat, bu da sansürden yırttınız anlamına gelmiyor!

Yapım-yönetmenliğini Mahsun Kırmızıgül’ün üstlendiği Vezir Parmağı’nın Mersin ve Kayseri’de başına gelenleri hatırlayalım. Kayseri’de Develi İlçesi’nin AKP’li Belediye Başkanı ile Mersin’de Anamur İlçesi’nin MHP’li  Belediye Başkanı, yasal hiçbir engel olmadığı halde filmin kendi ilçelerindeki gösterimini yasaklamaktan çekinmediler. İlki filmin ‘ecdadımızla dalga geçmesi’ni gerekçe gösterirken, diğeri kararını ‘PKK terör örgütüne sempati ile bakan’ Kırmızıgül gibi sanatçılara tepki olarak açıkladı.

Emekli yüzbaşı olduğu belirtilen MHP’li başkan Mehmet Türe, sansürcülüğü bir adım daha ileri götürerek şunları söyledi hatta: “Eğer bir film yapacaksa PKK terör örgütü ile mücadele eden asker ve polisin oynayacağı, senaryosunun buna göre ayarlanacağı bir film yapsın. Biz de destekleyelim. Eğer senaryoda bir sıkıntı çekiyorsa, onun senaryosunu da ben yazarım. Çünkü biz eski bir askeriz.”[6]Anlayacağınız, sansürde ‘Şurayı kes, burayı çıkar’ aşamasından ‘Ver hele şu senaryonu, biz yazalım’a kadar geldik. Bundan ötesini hayal etmek zor…

Deli gömleğine direnmek

Siyasetten doğaya, kentleşmeden medyaya, akademiden ilköğretime hemen her sahada ülkeye giydirilen deli gömleğinin, eninde sonunda kültür endüstrisini ve sinemayı da kapsaması kaçınılmazdı. Bu nedenle birkaç sene önce kolay cüret edemeyecekleri uygulamaların bugün vaka-i adliyeden olmasına belki şaşırmamak lazım. Barış bildirisine imza atan sinemacıların kriminalleştirilmesi, kara listelere alınması, Kültür Bakanlığı’nın ambargosuna maruz kalması, bu konuda MİT’le ortak çalışması gibi sansürün yeni ve korkutucu tezahürleriyle tanışıyoruz şimdi de.

Kürt illerinde emniyet güçlerince keyfi biçimde gösterimi engellenen, yönetmenleri tehdit edilen filmlere, şimdilerde kayyum tarafından kapatılan ve hemen arkasından yakılan sinema salonlarına, tüm mekân ve olanakları ellerinden alınan festivallere, Kürt sinemacıların Kültür Bakanlığı’nın kara listesine çok daha önce alınmış olmasına hiç girmedik bile bu yazıda. Ne de olsa, kendi gündem ve sorunlarımız ile ‘ora’nın gündem ve sancıları arasında ciddi bir senkron farkı var.

Fakat değişik düzeylerde de olsa her iki taraftaki baskılar, demokrasinin işleyiş mekanizmalarını teker teker tasfiye eden baskıcı bir devletin kültür cephesini zapturapt altına almak için başvurduğu tipik uygulamalar. Asıl şaşırmamız gereken, bunlara kolayca alışmamız ve sessizce ayak uydurmamız; sinemada sansür kıskacı giderek daralırken 2015’te gösterilen dayanışma ve direnişin küçük tavizlerle böylesine kolay sönümlenmiş olması.

Nihayetinde sinemacıların önünde iki seçenek var: Ya bu gömleği giyeceğiz veya direneceğiz. Bakur’un İstanbul Film Festivali programından çıkarılması üzerine alevlenen sansür tartışmaları vesilesiyle, bir söyleşide dile getirdiğim sözleri burada tekrar etmek isterim:

Sansür sadece belirli bir filmi, kitabı vs. hedef almakla kalmaz; o eserin yaratıcıları ve potansiyel alıcılarını cezalandırmakla da yetinmez. Sansür hayal gücümüze sınırlar çizer, ifade özgürlüğümüze kırmızı çizgiler çeker, bundan böyle ne yapmamak gerektiğini dikte eder. İnsanları belli konuları tartışmaktan, filmcileri o konuda film çekmekten, gazetecileri haber yapmaktan, yazarları o konuya değinmekten alıkoymayı amaçlar.

Sansürle esas hedeflenen şey, bir süre sonra herkesin gönüllü sansürcü haline gelmesidir. Ki gerek Yeşilçam Türkiye’sinde gerekse McCarthy döneminin Hollywood’u başta olmak üzere faşizmi tatmış birçok ülkenin sinema sektöründe bu hedefe bir süreliğine ulaşılmıştır. Ama sonuçta hiçbir baskı iktidar için dikensiz gül bahçesi yaratmaya yetmemiştir; ona karşı mücadele edenler kazanmış, McCarthy’cilik ve sansürcülük bir demokrasi ayıbı olarak tarih önünde mahkum edilmiştir.

1950’lerde veya 70’lerde devletin sinemacılara reva gördüğü akla ziyan muameleye bugün nasıl acı acı gülüyorsak, şimdiki uygulamalar da ileride böyle anılacaktır hiç kuşkusuz. Yılmaz Güney o şartlarda bile baskılara meydan okuyup filmlerini nasıl yapabildiyse, şimdi aynı iradeyi göstermek ona bir tür borcumuz olsun.

——— 

 

[1] Demokrasi terbiyesi olan ülkelerde ‘sansür’ kavramı, şiddet, kan, müstehcenlik, kürtaj, nefret söylemi gibi toplumun ahlaki hassasiyetlerini rencide eden veya ettiği varsayılan konularla birlikte anılır. Bizim gibi ülkelerde ise bu konularda hiç bir sıkıntı yoktur; dilediğiniz kadar şiddet görüntüsü kullanabilir, nefret söylemi tavan yapabilir, çocukları teşhir edebilir, cinselliği gani gani sömürebilirsiniz. Türkiye bu açıdan bir serbestlik cennetidir; yeter ki devlet teröründen bahsetmeye, resmi Kürt veya Ermeni tezlerine meydan okumaya kalkmayın.

[2] TRT 2016 yılında 147 milyon TL zarar etmiş:
http://t24.com.tr/haber/trtnin-bir-yillik-zarari-belli-oldu,384027

[3] https://www.evrensel.net/haber/299890/ustaoglunun-filmi-tereddut-sansurlendi

[4] http://www.milliyet.com.tr/-filmden-hic-sahne-cikarmadik–gundem-2367355

[5] Bertolt Brecht, “Faşizm Üzerine Yazılar 1933–1939” (1979), çev.: Ali Sait, Ortam Yayınları, s.84

[6] http://www.milliyet.com.tr/mhp-li-belediye-baskanindan-vezir-magazin-2388002