“Savaş ve terörün kol gezdiği bir bölgede bienal nasıl gerçekleşebilir; gerçekleşseydi bunu deneyimleyecektik”

Yukarıdaki uzun başlık –seydi, -saydı eklerinden de anlaşılacağı gibi, gerçekleşmemiş bir etkinliğe atıfta bulunuyor. Baskılar sonucu iptal kararı alınan 5. Uluslararası Çanakkale Bienali’nin genel sanat yönetmeni Beral Madra yaşananları anlatıyor.


ÖZLEM ALTUNOK

Beral Madra’nın içinde bulunduğumuz atmosferi ve ruh halini tarifi çarpıcı. Önce gerekçelerini sıralıyor, sonrası net bir yenilmişlik hissi: “…içinde bulunduğumuz atmosfer benim gibi laik-demokratik-sosyal değerleri benimsemiş insanlar için yitirmenin yarattığı eziklik ve bunun sonucu olan bunalımdır. Kişisel olarak 35 yıldır demokratikleşme süreçlerine yararlı olduğunu düşündüğüm çağdaş sanat üretiminin toplumla karşılaşmasını öngören bir iş yaptığım için ben yine de şanslı sayılırım diye düşünüyorum.”

İçinde sanatın olmadığı gelişmelerin sanatın kendi pratiklerinin önüne geçtiği bu koşullarda, günün gerçekliğinin herkesi kırılganlaştıran atmosferinin de etkisiyle coşkumuzu ve motivasyonumuzu yitirmiş bulunuyoruz.
80’lerden bu yana Türkiye çağdaş sanatının var olmasında, sınırları aşarak uluslararası arenada sesini duyurmasında büyük emekleri olan bir isim Beral Madra. Bugüne kadar Türkiye’deki çağdaş sanat üretiminin görünürlüğüne hem ülke sınırları içinde düzenlediği sergilerle hem de ilk iki İstanbul bienali başta olmak üzere, Türkiye’nin katıldığı ilk Venedik bienalleri de dahil pek çok uluslararası sanat etkinliği aracılığıyla katkıda bulundu. Çeşitli sanat kurumları ve galerileri yönetti, yazılar yazdı, öğrenci yetiştirdi…

Bu yıl 24 Eylül-6 Kasım tarihleri arasında 5.si düzenlenmesi planlanan Uluslararası Çanakkale Bienali’nin de genel sanat yönetmeniydi. Ve fakat AKP Grup Başkan Vekili ve Çanakkale Milletvekili Av. Bülent Turan tarafından ‘darbe destekçisi’ olarak ilan edilince, olayların arkası çorap söküğü gibi geldi… 5. Uluslararası Çanakkale Bienali iptal edildi. Böylece yine, yeniden, ‘yeni bir tür sansür’ vakası gündeme geldi.

Çanakkale Bienali gerçekleşseydi, gözümüzün önünde yaşanan mülteci sorununu ‘anavatan’ kavramı çerçevesinde ele alan yerli ve yabancı 40 sanatçının çalışmaları vesilesiyle sorgulayacaktı bienalin izleyicileri. Oysa bienal ekibinin iptal kararını açıkladığı basın bülteninde son buldu tüm sorular. Bienal, vatansız kalmış tüm insanlara ithaf edildi…

Sizce son dönemde nasıl bir ortamda nefes alıyoruz? İçinde bulunduğumuz atmosferi nasıl tarif edersiniz?

logoÜç çeyrek yüzyıldır bu ülkede yaşayan bir insan olarak son dönem – belki buna 2010’dan günümüze diyebiliriz – benim için geçmiş dönemlerin doğal ve normal bir sonucu. 1950’lerin başında, modernizmi özümsemekte zorluk çeken ve II. Dünya Savaşı sonrası iki kutuplu dünyada Batı uygarlığına eklemlenerek kaderini belirlemiş olan Türkiye’de, kökeni Kafkasya ve Kırımlı muhacir iki ailenin üçüncü kuşak fertlerinin çocuğu olarak Alman Lisesi’ne girdiğimde nasıl bir dünyada yaşayacak olduğumu Nazi Almanyası’nda yetişmiş Alman öğretmenlerimizden öğrendim. Demokrasi ve faşizm, komünizm-kapitalizm kutuplaşması, soğuk savaş-sıcak savaşlar, ideolojiler, büyük anlatılar Türkiye’de zaten ulus devlet, homojen kültür ideolojisi bağlamında vardı. 1960 askeri darbesinden başlayarak da okulda öğrendiğim bu süreçleri kapitalizm-komünizm, demokrasi-faşizm çatışkısını her 10 yılda bir yaşadık ve yaşamaya devam ediyoruz. Türkiye, 20. yüzyıl modernizminin aydınlık yüzünün insanlığa sunduğu olanakları ve değerleri, yüzyılın son yarısında yanlış siyasal ve ekonomik kararların ve yönlendirmelerin sonucunda benimseyemedi ve özümseyemedi; geçmişiyle hesaplaşmayı da bütün uyarılara karşın gerçekleştiremedi. 20.yüzyılın ve modernizmin karanlık yüzünün barındırdığı olumsuzluklara ve kötülüklere yönlendiren süreçleri içinde boğuldu. Modernizmin ikilemli yapısının üstesinden gelemedi ve post-modernleşmeyi de patolojik bir biçimde yaşıyor. Şimdi geldiğimiz noktada yitirilmiş bir zaman ve olanak söz konusu; içinde bulunduğumuz atmosfer benim gibi laik-demokratik-sosyal değerleri benimsemiş insanlar için yitirmenin yarattığı eziklik ve bunun sonucu olan bunalımdır. Kişisel olarak 35 yıldır demokratikleşme süreçlerine yararlı olduğunu düşündüğüm çağdaş sanat üretiminin toplumla karşılaşmasını öngören bir iş yaptığım için ben yine de şanslı sayılırım, diye düşünüyorum.

Çanakkale Bienali’nin iptalinden hemen önceki sürece dönersek… 15 Temmuz darbe girişimi olmuş, ardından yaşanan süreçte pek çok etkinlik iptal edilmiş, bazı olası etkinlikler de ortamın belirsizliğinden ve karmaşasından dolayı ileri tarihe ertelenmiş ya da askıya alınmıştı. Sizin o süreçte Çanakkale Bienali’ne dair aklınızdan neler geçiyordu? Yaklaşan bienal takviminde sanatçılar açısından ya da genel olarak organizasyon açısından bir aksama var mıydı? Yoksa hazırlıklarınız her şeye rağmen sürüyor ve siz de bienali hayata geçiriyor mu olacaktınız?

Açılışa üç hafta kalana kadar bienal çalışmalarımız – parasal güçlüklere karşın – kesintisiz ve düzenli sürdü; öyle ki mekanlarda gerekli teknik altyapı hazırdı, bienal için üretilmesi gereken yerleştirmeler kurulmuştu. Benim çalıştığım 3. ve 4. bienallerde toplumun ve sivil örgütlerin bienale bakışının olumlu ve istekli olduğunu izlemiştim; dolayısıyla bu bienalde de aynı etkiyi göreceğimizi düşünüyordum. Bienalin konusu “anavatan” hem yerelde hem de uluslararasında dikkat çekti; çünkü yaşanan iltica ve göç sürecinin temelindeki kavrama ve psikolojiye odaklanıyordu. Yazdığım metni web sayfamda okuyabilirsiniz. Kuşkusuz, metin aynı zamanda eleştirel bir bakış da içeriyor ve günümüzde “anavatan”ın anlamlarını sorguluyor. Tüm Türkiye’de olduğu gibi Çanakkale’de de Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti tarihine ilişkin hassas ve dokunulmaz büyük anlatılar var; ancak aynı zamanda bu anlatıların çok daha karmaşık anlatılarla değiştirilmesi süreci var! Bu çatışkılı malzemenin siyasal erkler tarafından kullanılması söz konusu. Bienal ekibi ve ben bu hassasiyetlere her zaman saygı gösterdik ama çağdaş sanatın özgür ifade olanaklarını kullanmaktan da vazgeçmedik. Çanakkale’de yaşamadığım için mevcut siyasal gündem içinde olası bir siyasal gerginliğin derecesini ölçecek durumda değildim kuşkusuz. Benim muhatap olarak gördüğüm kurum CABININ’di; kamusal paranın çağdaş sanat alanına olan uzaklığı dolayısıyla belediyenin verdiği desteğin de değerini ölçecek durumdayım. Umarım bienal için hazırladığımız kataloğu yayımlayabiliriz; o zaman ortaya koymak istediğimiz söylemi kanıtlamış olacağız.

 Bienalin küratoryal ekibinden bienale zarar gelmemesi için ayrılma kararı aldığınızı açıkladınız? Bu kararı almanızda etkili olan neydi? Ayrıca sizin ardınızdan CABININ ekibi de iptali duyurdu. Kararlarını ‘kaygı ve saygıyla’ karşıladınız ama sonucun böyle olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Onlar neden devam edemedi? Başka türlü hareket edilebilir miydi?

Sürdürülen karalamanın anlık bir durum olmadığını hemen anladım; yaklaşık bir aydır tweet’lerim maalesef bir “çağdaş sanatçı” tarafından resmi kişilere ve trollere servis ediliyormuş. Bu tür dönemlerde “muhbirlik” bilinen bir durumdur. Ayrıca burada şunun altını çizelim: Siyasal görüşlerim yaklaşık 1980’den günümüze gerçekleştirdiğim sergilerde topluma açıkça ifade edilmiştir; bu görüşler “radikal” değildir, insan hakları, demokratik, ekonomik ve toplumsal çıkarlar, tarihsel ve geleneksel gerçekler üstüne kurulmuştur. Tam da bu nedenle bienalin yapılması gerektiğine inanıyordum, hem CABININ’i hem de Çanakkale Belediye Başkanı’nı – çünkü benim üstümden ona saldırı söz konusuydu – kararlarında rahat bırakmak istedim. Basın bülteninden öğrendiğime göre belediye, bienalin yapılmasını destekledi, ancak CABININ bu bienalin siyasal bir gerginliğin gölgesinde yapılmasını, siyasal gerginliğe malzeme olmasını doğru bulmadı. Yabancı sanatçıların bienal açılış günlerinde olası bir müdahale ile karşılaşabileceklerini, sergilerin yapıldığı resmi binaların kullanılmasında sorunlar çıkabileceğini de değerlendirdi.

Bienaller, dünya meselelerini de merkezine alan çok kültürlü ve çok uluslu özgürlükçü, yaratıcı ifade alanları. Çanakkale Bienali de güncel bir konuyu, dünyanın ve de özellikle Türkiye’nin tam ortasında olduğu göç sorununu merkezine koymuştu. Bienal gerçekleşseydi, neler olacaktı, yapılamaması nelere yol açtı? Bu anlamda bienallerin nasıl bir önemi, işlevi var? Çanakkale Bienali bu anlamda 10. yılında nasıl bir konumdaydı?

Bienale yerli ve yabancı 40 sanatçı davetliydi; yıllardır metinde sözü edilen kavramlar, durumlar ve olaylar üstüne yapıt üretmiş çok tanınmış sanatçılar gelecek ve Çanakkale’nin adı ve ünü bir kez daha katlanacaktı. Sergilenecek yapıtların son derece ilginç, etkileyici ve değerli olduğunu söyleyebilirim; çok yazık oldu, toplum çok yararlanacaktı. Savaş ve terörün kol gezdiği bir bölgede bir bienal nasıl gerçekleşebilir; gerçekleşseydi bunu deneyimleyecektik. Çanakkale Bienali tüketim diliyle söylersek “markalaşmıştı”. Bienaller haritasında parlak bir yere oturmuştu. Umarım Çanakkale için her yönden yararlı olan bu etkinlik sürdürülebilir.

Bienallerin yapıldıkları bölge, ülke ve kente göre değişen işlevleri var. Avrupa kıtasında yapılan çok sayıda bienal var; bunun işlevi kültür politikalarının geliştirilmesi, sanat piyasasının canlandırılması, sanatçı potansiyelinin değerlendirilmesi, toplumun bilgisini güncelleştirmek olarak özetlenebilir. Hasarlı demokrasisi olan, sorunlu kentleri olan ülkelerde ise bienallerin siyasal-ekonomik açıdan bir sorumluluk taşıdığı, mevcut düzeni eleştirme veya iyileştirme amacı güttüğü söylenebilir. Son dönemde bienallerin sanat piyasasının ve özel sektörün tekeline girdiği ileri sürülüyor; bunu da göz ardı edemeyiz. Küçük kentlerde gerçekleşen bienaller büyük piyasanın dışında kaldığı için bu tekelleşmeden kurtuluyor, daha özgür ve toplumsal işlevli oluyor.

Eğer Çanakkale’de bir siyasal sorun ya da gerginlik olmasaydı, ne bienal ne de benim gibi Türkiye gündeminde sonuncu sırada olan “çağdaş sanat” işiyle uğraşan birisi hedefe girerdi.

Görevinizden istifanız hedef gösterilmenizle, üstelik bir milletvekili tarafından darbe destekçisi olarak yaftalanmanızla gündeme geldi. Gerekçe de sosyal medyada paylaştığınız birkaç yorumdu. Ve aslında bu noktada bir durup içinde ‘suç’ barındırmayan bu yorumlarınızı konuşabiliriz. Ya da ‘yorum’ yapmanın neden hedef gösterilme gerekçesi olduğunu, bu tahammülsüzlüğü… Özgür ifade ve eleştiri hakkınızı kullandığınız paylaşımlarınız üzerinden bir suçlu, darbe destekçisi olarak itham edilerek itibarsızlaştırma girişimine maruz kaldınız, böyle bir algı oluşturulması ve bu algının meşrulaştırılması söz konusu. Tüm bu olan biteni siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şöyle değerlendiriyorum: Zygmunt Baumann’ın El Pais’te çıkan söyleşisinde şöyle diyor: “… Ne ki, çoğu insan sosyal medyayı birleşmek için, geniş ufuk açmak için değil, tam tersine işittikleri tek sesin kendi sesinin yansıması, gördükleri tek şeyin kendi yüzünün yansıması olan rahat bir sınır çizmek için kullanıyor. Sosyal medya yararlıdır, zevk verir, ama bir tuzaktır.” Türkiye’de de durum böyle, sosyal medya haberleşme, bilgi paylaşma açısından çok yararlı ama aynı zamanda tam bir tuzak kurma aracına da dönüştü. Yaşadığımız dönemde sosyal medya her amaç için kullanılabilir; ahlaki değerlerin bu alanda tümüyle yıprandığını izliyoruz. Eğer Çanakkale’de bir siyasal sorun ya da gerginlik olmasaydı, ne bienal ne de benim gibi Türkiye gündeminde sonuncu sırada olan “çağdaş sanat” işiyle uğraşan birisi hedefe girerdi. Beni tarif eden özellikler de aslında benim hiç tanınmadığımı, dolayısıyla güncel gidişat içinde önemsiz olduğumu, yani sadece bambaşka bir amaç için kullanıldığımı ispatlıyor.

Sanatın siyasete bulaşmaması imkansız ama siyasetin sanata karışması ifade özgürlüğünü ortadan kaldıran bir hak ihlali. Ve biz bunu son dönemde sıkça yaşıyoruz. Ya kamuoyunun hassasiyeti ya içinde bulunduğumuz hassas koşullar ya da toplumsal baskı, sansür/otosansür vakalarını dolaylı olarak gündeme getirdi. Sonuç olarak sanat sadece devletin denetimine değil, Tophane gibi mahalle örgütlenmelerinin ya da sanat kurumlarının müdahalesine de maruz kalıyor. Özge Ersoy’un Siyah Bant için hazırladığı ve geçen temmuz ayında yayımlanan Türkiye’de Sanatsal İfade Özgürlüğü Bağlamında Sanatçı, Küratör ve Kurum İlişkileri Raporu”nda da belirttiği gibi Bu alandaki sansür tartışmaları vakalara sıkışıyor ve yapısal analizler yapılamıyor.” Bu vakaların ortaklaştığı yer, karşısında buluşmamız gereken nokta neresi sizce? Neden konu sürekli dağılıyor, zemin kayıyor?

Şu durumu bir kez daha irdeleyelim: Türkiye’de çağdaş/güncel/görsel sanat, müzik, tiyatro, mimari, edebiyat, sinema alanındaki yaratıcı insanlar arasında üretim, etkileşim, lojistik açısından nasıl bir iletişim ve işbirliği vardır? Ya da var mıdır? Modernizmin sonunda Post-modern kırılmanın en önemli özelliklerinden birisi tam da bu işbirliği ve iletişimin gerçekleşmesiydi; yaratıcılık alanlarının arasındaki kesişmeler, etkileşimler ve ortak projeler… Türkiye’de bu kırılma ve çok-yönlü verimliliği olan bir üretim sürecine geçiş yeterince gerçekleşmediği gibi, resmi ve özel kültür politikalarının olumsuz etkileri karşısında bir bütün olarak davranmak ve hakları savunmak da yeterince gerçekleşmedi. Disiplinler ayrı ayrı üretim yapıyor, davranıyor ve savunma kuruyor. Ben sergilerimde bu etkileşimi gerçekleştirmeye çalıştım; örneğin 1993’de “Somut Öngörüler” sergisine felsefeci, şair, yazar Oruç Aruoba’yı ve mimar Nevzat Sayın’ı; 2001’de Venedik Bienali Türkiye Pavyonu için yaptığım “In Limbo” başlıklı sergiye Nuri Bilge Ceylan’ı, 2003’te Borusan Sanat Galeri’sinde yaptığım “Kendi Portresi” sergisine Aslı Erdoğan’ı davet ettim. Her disiplinin kendi STK’sı var; bu STK’ların birleşip, sizin sözünü ettiğiniz bütün o sorunlara karşı tümel bir strateji oluşturması, ortak bir duruş, direniş ve çözüm sağlaması gerekmez mi? Sosyal medyada bile bu bölünmüşlüğü izliyoruz; tiyatro sanatçıları tiyatro sanatçılarını, sinemacılar sinemacıları, görsel sanatçılar görsel sanatçıları paylaşıyor, destekliyor. Açık oturumlar, konferanslar, seminerler hep disiplin-içi gerçekleşiyor! Örneğin geçen gün gerçekleştirilen ve zamanlaması çok doğru olan “Demokrasi İçin Birlik” toplantısına, yıllardır demokratikleşmeye yapıtları ve sergileri ve de uluslararası ilişkileri ile büyük katkıda bulunan görsel sanatçılar, sanat eleştirmenleri, küratörler davet edildi mi? Örneğin kasım ayı başında Berlin’de “Soul for Europe” konferansı yapılacak; davetli listesi bütün disiplinleri kapsıyor; özellikle siyasetçiler ve özel sektörü sanat ve kültür toplumları ile ilişkiye zorluyor. Buradaki sorun 20.yüzyılın modernist kültür ve toplumsal ilişki alışkanlıklarını sürdürüyor olmak.

Sansür ve otosansür konusu Türkiye’nin gündeminden ne zaman düştü ki? Siyah Bant sitesindeki uzun liste bu işin ne denli sorunlu ve çözümü zor olduğunu gösteriyor. Ancak Osmanlı’dan günümüze üretilen sanat yapıtlarının siyasal ve ideolojik amaçlarla yönlendirilmeye direndiği çok açık; diğer İslam ülkelerine göre Türkiye’deki modern ve post-modern sanat üretimi özgürlüğünü ve bağımsızlığını kanıtlamıştır.

Günümüzdeki engelleyici ve saldırgan gelişmelerin iki boyutu var: Birincisi İslamcı kültür anlayışının derinlerde bir yerde yatmakta olan “suret yasağı”nı canlandırması ve üretimi hat, tezyini sanatlara yönlendirmeye çalışması, nitekim ilçe belediyelerinin kültür merkezlerinde sürekli bu tür sergiler açılmakta. Çağdaş sanat üretiminin “yatırım aracı” olarak girdiği petrol zengini İslam ülkelerinde siyasal içerikli, muhalif, protestocu yapıtlar rağbet görmüyor; koleksiyonlar ve sergiler “hoş”, “cazip”, “süsleyici” özellikte işler içeriyor. İran’da Farah Diba’nın kurduğu ve ABD sanatçılarının yapıtlarını içeren zengin koleksiyon depolarda bekliyordu ve ancak son dönemde kısmen açıldı; o koleksiyon büyük ölçüde soyut sanat yapıtları içeriyor. Suriye, Irak, Lübnan, Mısır gibi heterojen demografisi olan İslam ülkeleri 20.yüzyıl modernist kültürü benimsemiştir; ancak 1990’lara kadar üretilen resim ve heykeller genellikle soyut estetiği yansıtır. Yüzde 99’u Müslüman olan Türkiye’nin bu kültürel bağlamda nasıl bir istisna olduğunu görüyoruz.

İkincisi de çağdaş sanatın yarattığı toplumsal yaşam tarzının engellenmesi ve kültür sanayisinin yarattığı kentsel gayrı menkul değerinin ele geçirilmesi. İstanbul haritasında 1980’den günümüze galerilerin nereden nereye kaydığı incelenirse bu açıkça görülüyor; Beyoğlu, Şişli ve Beşiktaş ilçelerinde sokaktan sokağa kayarak gerçekleşmiş.

Yaşadığımız sorunlar bağlamında sanat ortamı kaygılı ve tedirgin; ancak yapılması gerekenlerin bir bölümü yapılıyor, üretim ve etkinlikler, uluslararası ilişkiler sürdürülüyor. Olumsuzluklar şiddetle protesto ediliyor. Buna karşın mevcut iki uluslararası bağlantılı örgüt Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği (UPSD) ve Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği (AICA) Türkiye şubesi yeterince etkin değil; gücünü kullanamıyor. Bu örgütlerin üyelerinin bu dönemde aktifleşmelerini öneririm. Bir önerim de şu: Eğer Türkiye’de özel sektörün mevcut kültür sanayisini, çağdaş sanat üretimini, birikimini ve etkinliğini korumaya niyeti varsa, şunu yapmalıdır: Yatırım, saygınlık vb. çıkarlarını bir süre için bir kenara koyup, bu alanda çalışan tüm bireyleri ve kişisel kurumları parasal açıdan, burslar, proje fonları oluşturarak doğrudan desteklemek!

 

Siz tüm bu olan bitenden sonra şimdi ne yapıyorsunuz? Öte yandan Kuad Galeri’den de ayrıldığınızı biliyoruz. Galerideki on ayrılmanızda da son dönem genel/kültür politikaları, ekonomik gidişatın istikrarsızlığı etkiliydi. Yeni projeleriniz, kafa yorduğunuz meseleler var mı?

Kuad Galeri’de ayrılmadım; üçlü bir ortaklıktı; sanat piyasasında sürmekte olan durgunluk ve istikrarsızlığın bizi her yönden- ekonomik açıdan olduğu kadar motivasyon açısından da- olumsuz etkilediğini görerek galeriyi kapatma kararı aldık. Galericilik bu dönemde büyük sermayenin görünürlük ve saygınlık kazanma isteğini karşılayan bir yapıya; dahası örneğin inşaat şirketlerinin reklam giderlerine eklemlenen bir etkinliğe dönüştü. Bu yeni durumda kazanan bu şirketler olur, sanatçılar fazla bir şey – parasal kazançtan söz etmiyorum – kazanmaz; çünkü uluslararası sanat kanallarında geçerli olan kriterleri belirleyen küratörler, sanat eleştirmenleri, kurum uzmanları ve de sanat piyasası uzmanları karşılarında güçlü sanat ideolojileri üreten özel kurumlar ve profesyonel muhatap isterler; yani sanatçılar bu tür şirket galerileri ile istedikleri uluslararası düzleme çıkmakta zorlanırlar.

İkinci sorunuza gelelim: 35 yıllık bir çalışmayı geride bırakmış çalışkan bir kişi olarak, çalışmadan nasıl durabilirim? Başlangıçtan bugüne kendi işimi kendim yarattığım için, bundan sonra da bir iş yaratırım herhalde! Kaldı ki, şu anda sanat ve akademik alanda işsizlik sorunu var; kimsenin kişisel nedenlerle şikayet edecek durumu yok! Şaka bir yana, 35 yıllık arşivimi düzenlemeyi ve kullanıma açmayı düşünüyorum; artık sakin ve sessiz bir çalışma düzenini tercih etme zamanım geldi. Birikimimi ve deneyimimi bu meslekte ilerlemek isteyenlere aktarmak da benim için sevindirici ve umutlandırıcı bir çalışma.