Sanatçılardan açık mektup: Kültür-sanat alanına ayrımcılığa karşı eyleme geçme çağrısı

“Kültür-sanat alanına; Türkiye’deki yapısal ayrımcılıkla yüzleşme ve ayrımcılıkla mücadeleyi merkeze alma çağrısında bulunuyoruz.”


Bir grup sanatçı yayınladıkları açık mektupla ile kültür sanat alanında ayrımcılığa karşı eyleme geçmeye çağrısında bulunarak açık mektup yayınladı:

“Kültür-sanat alanında süregelen eleştiri ikliminde, ne yazık ki hâlâ Türkiye’de ayrımcılığa uğrayan toplulukların nesneleştirildiklerini ve deneyimlerinin ikinci plana atıldığını görüyoruz. Geçtiğimiz ayların güncel sanat gündemini Feshane saldırıları, OMM’daki bir grup sergisine yönelik “LGBT propagandası” yapıldığı gerekçesiyle soruşturma açılması ve serginin bir açıklama yapılmadan erken kapatılması, ve 18. İstanbul Bienali’nin küratörünü seçen danışma kurulunun kararının reddedilerek, aynı kurulun parçası olan lwona Blazwick’in İKSV tarafından bienale küratör olarak “atanması” vakaları oluşturdu.

Yakın zamanda gerçekleşen bu üç olaya verilen tepkileri, kültür-sanat alanında süregiden kültürel hegemonya, sanatla aklama ve hesap verebilirlik tartışmalarının bir devamı olarak değerlendiriyoruz. Ancak artan baskı ve saldırıların hedefleri bu denli açıkken, Türkiye’deki kültür-sanat alanında güç eşitsizlikleri, inkâr mekanizmaları ve şiddet biçimleri hâlâ açıkça konuşulabilmekten bir o kadar uzak.

Bu açık mektupla; üzerine uzunca bir süre daha konuşmamız gereken devlet baskısı, faşist saldırılar ve sansürün birincil hedefi ve ana akım siyasetin “azınlık” addettiği özneler olarak, kültür-sanat alanında (yeniden) üretilen inkâr ve şiddete dikkat çekmek istiyoruz.

Nesneleştirme

İKSV’ye yönelik, 18. İstanbul Bienali’nin küratörünün seçilme sürecine dair ve ötesinde eleştirilerin hayati ve hatta gecikmiş olduğunu düşünüyoruz. Öte yandan, son dönemde yayımlanan eleştiri yazılarının birçoğunda, 2015 yılında Venedik Bienali Türkiye Pavyonu’nda uygulanan sansürden nasıl ve ne amaçla bahsedildiğini de irdelemek gerekiyor.

2015’ten bu yana, 100. yıldönümünde Ermeni Soykırımı’nın inkârını tasdikleyen bu sansürün failleri ve biçimi dahi daha tam olarak tarif edilememişken (ve hatta bazı kişiler ve yayınlar daha “soykırım” kelimesini bile kullanamazken), mağdurların isimlerinin bu kadar kolay telaffuz edilebiliyor olması, onları hem yalnızlaştırıyor hem de tekrar hedef hâline getiriyor. Bu durum, sansüre ve inkâra karşı alanda hâlâ anlamlı bir pozisyon üretilememiş olduğunu gösteriyor. 2015’teki sansürün yeniden gündeme getirilmesinin önemli olduğunu düşünmekle birlikte, bu vakanın ve bilhassa mağdurlarının güncel tartışmaların yalnızca birer nesnesi veya aracına indirgenmesini doğru bulmuyoruz.

Pek çoğumuz sansürü ve inkârı birinci elden tecrübe ettik, ediyoruz. Henüz açıkça konuşulamamış sayısız vakanın alanın normalini tesis ettiğinin farkındayız. Kültür-sanat alanında parçası olduğumuz kurumsal projelerde; sistematik şiddete maruz kaldığımız, hedef gösterildiğimiz, hakkımızda soruşturma veya dava açılan süreçlerde kurumsal bir duruş sergilenemediğini görüyoruz. Bu durumlarda, yaşananların kurumlar tarafından çoğunlukla inkâr edilmesi ve hedef alınan kişi ya da grupların kurumdan ayrıştırılarak yalnızlaştırılması ise sansür ve şiddetin gizli araçlarına örnek teşkil ediyor. Sansür karşıtlığınınım yalnızca dönemsel veya söylemse ölçekte kalmaması gerektiğine inanıyor ve bu şiddeti görünür kılmak için sarf edilen emeğin yine sistematik olarak güçsüzleştirilmiş kişi ve gruplara kalmasının, sansürün ve şiddetin kendisi kadar sorunlu olduğunun altını çiziyoruz. Tam da bu yüzden, kûltür-sanat alanındaki aktörleri bu konuda daha sürekli, ilkeli ve yapısal bir pozisyon almaya ve üretmeye davet ediyoruz.

Vazgeçilebilirdik

Seçim süreci sırasında yürütülen nefret kampanyalarının ağırlıklı olarak hedef gösterdiği Kürtler, LGBTİ+’lar ve göçmenlerin yaşamları ve siyasete katılımları üzerindeki baskı her geçen gün daha da artıyor.

Seçimlerin ardından, özellikle Türkiye’nin batısındaki kültür-sanat kurumlarının hâlihazırda kısıtlı ve koşullu olarak “alan açtıkları” gruplarla çalışmaktan örtük bir biçimden imtina edecekleri korkusu büyüyor. İKSV krizi ise bu korkuyu derinleştirmekle beraber, kurumlara yönelik eleştiri ve taleplerin daha fazla yankı kazanması ihtimalinin önünü açıyor.

Ne yazık ki son haftalarda yazılanlardan, sansür ve baskının bedelinin ayrımcılığa uğrayan topluluklar tarafından ödenmesinin beklendiği anlaşılıyor. Bu metinlere yorumları ve deneyimleriyle katkıda bulunan kişilerin bazılarının sansürü yer yer normalleştiren açıklamaları, ayrımcılığa uğrayan toplulukların yaşamları ve sanatsal ifadelerinin devlet baskısı arttığı takdirde vazgeçilebilir olduğu kanısını arttırıyor. Kültür-sanat alanına; Kürtlere karşı yürütülen sömürgeci savaş politikaları, Sünnî Müslüman olmayan topluluklara yöneltilen inkâr ve nefret söylemi, LGBTİ+’ların yaşamlarını tehlikeye atan ayrımcı şiddet, ve göçmenlerin en temel haklarını ihlâl eden ırkçı söylem ve işkenceci uygulamalar karşısında sessiz kalmanın da bu suçlara ortak olmak anlamına geldiğini hatırlatmak istiyoruz.

Siyasetsizleştirme

Feshane’deki Ortadan Başlamak sergisinin, geçtiğimiz aylarda ülkücü ve İslamcı gruplar tarafından defalarca saldırıya uğraması ve hakkında suç duyurusunda bulunulmasına karşılık, kültür-sanat alanından gelen destek mesajları ve açıklamaların çoğunda bu krizin, sanat ve “çağdaşlık” karşıtlığı, ifade özgürlüğü ve 2024 yerel seçimleri çerçevesinde tartışıldığını görüyoruz.

Aynı anda sayısız ülkede yükselişte olan sağ hareketler, ana akım siyasette LGBTİ+ ve göçmen karşıtlığını normalleşmesi için çalışırken, Türkiye’de “LGBTİ+ propagandası yaptığı ve müslüman değerlere hakaret ettiği” gerekçesiyle hedef gösterilen bu serginin açıkça anti-faşist bir dille savunulamaması bize Türkiye’deki kültür-sanat alanı hakkında ne söylüyor? Ne yazık ki yayımlanan açıklama ve yazılardan, kültür-sanat alanının bu faşist hamleyi temelde kendisine ve İBB’ye yönelik bir saldırı olarak yorumladığı ve bu endişe verici vakayı yıllardır süregiden LGBTİ+ karşıtı siyaset bağlamında konuşmaktan çekindiği anlaşılıyor.

Kültür-sanat alanının, ana akım kültürel hegemonya tartışmalarının dayattığı kampları sahiplenmesinden ve kendini düzen partilerinin “ana muhalefet” bloğuyla bu denli özdeşleştirmesinden endişe duyuyoruz. Faşizmle mücadelenin, kriz anlarında alınan pozisyonlarla sürdürülemeyeceğinin altını çiziyor ve hepimizin ihtiyacı olan anti-faşist pozisyonun ancak mücadelenin birincil öznesi olan topluluklarla ittifak kurarak üretilebileceğini savunuyoruz.

İnkâr

Mevcut koşullarda, kültür-sanat alanında faaliyet gösteren “azınlık”lar olarak, maruz kaldığımız şiddeti tarif etmeye çalışıyor ancak dinlenmiyor, küçümseniyor, baskılanıyor veya gaslight ediliyoruz. Birçoğumuz bu inkâr rejimi karşısında deneyimlerimizi kamusallaştırmamayı seçiyor, birbirimizi uyarıyor ve güvenli alan ve kişilerin kimler olabileceğini saptamaya uğraşıyoruz.

Türkiye’de inkârın temelini oluşturan ve hâlâ yüzleşilmeyen yapısal ayrımcılık; kültür-sanat alanında imtiyazlarını Türklük, Sünnilik, erkeklik ve cisheteronormativiteye yakınlıklarına borçlu aktörler tarafından da bir silah hâline getirilmiş durumda. Alandaki kurumlar ve imtiyazlı kişiler; kimliklerimizi, tarihimizi, kültürel mirasımızı ve mücadelelerimizi birer kültürel sermaye nesnesine çevirirken, kendilerine yönelttiğimiz eleştirileri küçümsüyor, deneyimlerimizi tekil vakalar olarak görmekte ısrar ediyor, failleri aklıyor ve yapısal ayrımcılığı inkâr ediyor.

Kültür-sanat alanında genişlemesini temenni ettiğimiz eleştirel alan, ve sanatla aklama, hesap verebilirlik ve kültürel hegemonya tartışmalarının; Türkiye’deki yapısal ayrımcılıkla yüzleşilmediği takdirde sorduğu sorulara aradığı cevapları bulamayacağına inanıyoruz. Bu tartışmalarda; ırkçılık, sömürgecilik ve kapitalizm karşıtı, feminist ve queer çerçevelerin eksikliğini derinden hissediyoruz. Alandaki şiddeti, eşitsizlikleri ve çelişkileri tarif edebilmek için yeni dil ve mekanizmalar teşkil etmenin acil ve elzem olduğunu düşünüyoruz.

Kültür-sanat alanına; Türkiye’deki yapısal ayrımcılıkla yüzleşme ve ayrımcılıkla mücadeleyi merkeze alma çağrısında bulunuyoruz.”