G. YÜKSEL İNCE
(Seyr-î Mesel Tiyatrosu oyuncusu)
Yıl 2016, kasım ayındayız. Yaklaşık 15 yıldır çalışmalarımızı sürdürdüğümüz her yerinde yüzlerce kişinin -seyircilerimizle birlikte milyonlarca kişinin- emeği olan mekanımız Seyr-î Mesel Sanat Atölyesi, ilk olarak İçişleri Bakanlığı’nın 11 Kasım tarihli açıklamasıyla üç ay süreyle faaliyetleri durdurulan dernekler arasında yer aldı ve kapısına mühür vuruldu. Ardından daha bunun şaşkınlığını üzerimizden atamamışken 22 Kasım tarihli Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile tamamen kapatıldı ve eşyalarına el konuldu. Dekor, kostüm, aksesuar, makyaj malzemeleri, ışık ve ses sistemlerimiz, masalarımız, sandalyelerimiz, kütüphanemiz, kısacası yılların emeğiyle topladığımız her şey böylelikle hiçbir mantıklı gerekçe gösterilmeden elimizden alındı. Hakkımızdaki tek suçlama ise 677 sayılı KHK’da yer alan “devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara aidiyeti, iltisakı veya bunlarla irtibatı olan” 550 dernek içinde adımızın geçiyor olmasıydı.
Hangi oyunumuzun, hangi etkinliğimizin devletin milli güvenliğine zarar verdiğini bilmiyoruz ama gerçeğin bu olmadığını, asıl nedenin bugüne kadar sahnelediğimiz oyunların dilinin Kürtçe olmasından kaynaklandığını çok iyi biliyoruz. Yıllardır yasaklı bir dilde sanat üretmenin ne kadar zor olduğunu bilen bir kuşağın bireyleriyiz sonuçta. Kürtçenin üzerindeki baskının azalmaya başladığı ve umutlarımızın yeşerdiği bir dönemden tekrar geçmişin karanlık günlerine döndüğümüzü büyük bir acıyla ve kaygıyla görüyor, hissediyor ve yaşıyoruz. Dilimizin, sanatımızın tekrar yasakların ardında görünmez, duyulmaz, hatta söylenmez kılınmaya çalışıldığının farkındayız.
Ne tuhaftır ki “sanatın önünde engel teşkil edebilecek tüm kalıplardan ve bağlardan uzak kendi sanatını üretebilmek” sözüyle çıktığımız yolun başlangıç tarihi de yine 14 yıl öncesinin kasım ayına denk geliyor. Bugün yine önümüze konulan engelleri, yasakları, kapatmaları bertaraf edebileceğimize, sanatın gücüyle tüm olumsuzluklara karşı direnebileceğimize inanıyoruz. Sahnelediğimiz masallarda olduğu gibi, kendi küllerinden doğan Anka kuşunun kanatlarında gün ışığına ulaşan masal karakterlerinin inancına ve inadına sahibiz.
Seyr-î Mesel’in başlangıcından bugüne uzanan sürecinden bahsetmek, tiyatromuzu bilmeyenler için bilgilendirici olacaktır.
Yıl 2002, kasım ayı… O zamanlar sınırlı sayıda bağımsız özel sahnenin bulunduğu Beyoğlu’nda bir sahne kurmak için mekan arayışına giren bir grup genç tiyatrocuyduk. Bir mekan bulana kadar Beyoğlu’nun çeşitli kafelerinde bir araya gelip şiire, söze, tiyatroya dair hasbihal ettik, umut ve inanç biriktirdik. Sonunda aranan mekan bulundu. Beyoğlu Nane sokaktaki bir binanın en üst katındaki izbe mekan- daha önce ayakkabı imalathanesi olarak kullanılmış-kiralandı. İçinde yılların çöpü, tozu birikmiş bir mekan, eski Rum ya da Ermeni mimarisinden kalan bir yapı, böylece yeni ev sahiplerine merhaba demiş oldu ve biz bu mekanı aylarca süren kolektif bir çalışmayla bir tiyatro ve sanat merkezine dönüştürdük. 2003 yılına, oturmak için sandalyesi dahi olmayan bu mekanda, yerlere oturarak içtiğimiz ucuz şarabın ekşi tadıyla ama umutla, şarkıyla, halayla, şiirle girdik. Sonrası yoğun çalışma, tartışma, isim arayışları ve Seyr-î Mesel’de karar kılış…
Seyr-î Mesel bir meselenin, bir öykünün, hikayenin seyri/seyredilmesi üzerinden oluşturulan ve birçok dilde ortak bir anlamı olan, dillerin, kültürlerin zenginliğini yansıtan bir isimdi. Yaşam bir meseleyse eğer ve biz tiyatrocular olarak bunu sahneleyeceksek seyredenlere, neden olmasındı? Sıfır bütçeyle çıktığımız yolda herkesin kendi gücüyle destek sunduğu, paylaşımın en güzelinin, en kutsalının yaşandığı o yıllarda çocuk ruhlarımızla ama aynı zamanda gözü kara deliliğimizle yaptığımız çalışmalar bir mucizeyle ya da bir büyüyle açıklanabilirdi ancak. Masalların, kadim zaman öykülerinin peşine düşüşümüz de işte böyle başladı. Kemero Bask (Geyiklerin Ahı), Şahmaran, Sêva Pêriyan (Perilerin Elması), Qal û Qir (Gırgır Şamata), Tebeşir Dairesi (MEB onaylı çocuk oyunumuz birçok ilköğretim okulunda oynandı) ilk üretimlerimiz oldu.
Sadece kendi mekanımıza gelen izleyiciyle buluşmak yeterli olmayınca köklerimize, topraklarımıza uzanmak, daha fazla insanla buluşmak, tiyatronun hiç gitmediği yerlere oyun götürmek, sahnenin olmadığı yerlere sahne kurmak için yollara düştük. Bazen aylar süren turnelerde bizleri sevgiyle karşılayan insanların sofralarına ortak olup lokmalarını paylaştık. Yeni hikayelere tanık olup onlarca dost edindik. Tiyatronun sembolü “gülen ve ağlayan masklar” gibi biz de seyircilerimizle birlikte bazen güldük, bazen ağladık. Kimi zaman eşyalarımızı çaldırdığımız, kimi zaman gözaltına alındığımız, polis kontrolleri, izinlerle oynadığımız o zor dönemlerde her şeye rağmen coşkumuzu kaybetmedik. Karla kaplanan yollarda mahsur kalmamız (Şırnak yolu), elektrikler gittiğinde mum ışığında oynayışımız, bazen bir dağın tepesinde (Koğtepesi Festivali-Varto) oyunlarımızla güneşi karşılamamız, bazen bir nehir kıyısında (Dicle Nehri-Cizre) klamlarımızı (şarkılarımızı) ve çiroklarımızı (öykülerimizi) suyun sesine katmamız yaptığımızın, sanatın mucizevi yanlarıydı. Kimi zaman yaşamın kendi sesleri de eklendi oyunlarımıza. Örneğin açık havada oynadığımız “Qal û Qir” oyunumuzun, içinde eşek geçen sahnesine ilçe (Diyarbakır-Dicle) eşeklerinin seslerinin dahil olması…
Engellemelere, ötelemelere, iptal edilen etkinliklerimize rağmen uzun yol maceralarımız tiyatromuzun belleğinin vazgeçilmez anılarını oluşturdu. Anadolu’nun, Mezopotamya’nın kültürel belleğini taşıyan masalları, söylenceleri, mitleri tiyatronun olanaklarıyla sahneye taşırken, bir yandan da unutulmuş, unutturulmuş olanı tekrar sahipleriyle buluşturduk.
Bugüne kadar kendi sahnemizde ve onlarca şehir ve ilçede sahnelediğimiz oyunlarımız ise kısaca şöyle:
“Kemero Bask” (Geyiklerin Ahı): Dersim mitolojisine ait bir örnek olan “Kemero Bask”, bir köyün yüksek yamaçlarında bulunan iki taşın hikayesi. Bir ziyaret olarak kabul edilen bu taşlara dair anlatıla gelen hikaye, tiyatromuz tarafından ritüel tarzında ele alınarak sokak tiyatrosu şeklinde açık alanlarda oynandı.
“Qal û Qir” (Gırgır Şamata): Köy seyirlik oyunlarının bir araya getirilmesinden oluşmuş geleneksel halk tiyatrosu tarzında oynanan bir oyun. Kendinde gizli olanı, geçmişe ait olanı şimdiye getirmeyi sağlayan atölye çalışmalarıyla oluşturulmuştur.
Doğum, ölüm, üreme, evlilik, kız kaçırma, köy kavgaları gibi temalar üzerine şekillenen oyun güldürü amaçlıdır. Otantik şarkıları-klamları, halk oyunlarını, meseleleri müzikal bir şekilde bir araya getiren ve bazı sahnelerini seyirciyle birlikte sahnede yeniden kuran bir oyundur.
“Sayê Moru” (Şahmaran): Ölüm-yaşam, karanlık-aydınlık, ihanet-bağlılık gibi dualiteleri Zazacanın-Kırmanckinin şiirsel diliyle ve Metin-Kemal Kahraman’ın müziğiyle buluşturan oyun, Lokman Hekim’in ölümsüzlük arayışının oğlu Camısan’la devam etmesi, Şahmaran, Belqiya, Anka Kuşu gibi mitolojik söylemlerin, karakterlerin içi içe harmanlandığı bir masalın sahnede vücut bulmuş halidir.
“Sêva Pêriyan” (Perilerin Elması): Zümrüdü Anka masalının Elbistan versiyonun Kurmanci anlatımı olan oyun, ilk olarak çok bileşenli bir proje olan “Masalların Düğünü”nde sunuldu. Her derde deva olan elmanın peşinden giden ve yolculuğu sırasında bir peri kızına aşık olan masal kahramanının, sürüklendiği karanlık dünyadan Zümrüdü Anka ile gün yüzüne çıkışını anlatır.
Stanislavski’nin “Henüz yazılmamış bir oyun dahi oynanabilir” sözlerini ispatlarcasına çıkardığımız “Mesela Ne Kadar Ozağ”, “Xewn û Xeyal” ( Düş ve Hayal), “Lewhayên Bêmane” (Anlamsız Levhalar), “7 Ruh 9 Huy” oyunları ise doğaçlamalardan yola çıkıp episodlar halinde oynanarak sahnede yazılmış, metinsiz tiyatro örnekleri.
“Mesela Ne Kadar Ozağ”, popüler kültürün toplum üzerindeki etkilerini ve yarattığı depresif durumları TV kültürüne ayna tutarak ele alan Kürtçe ve Türkçe bir oyun.
Xewn û Xeyal (Düş ve Hayal), Birbirinden bağımsız oyunların kolajlanarak bir araya getirilip sahnelendiği oyunda iyilik-kötülük, güzellik-çirkinlik, savaş-barış, toprak-sürgünlük, acı-mutluluk gibi kavramlar ele alındı. “Lewhayên Bemane” (Anlamsız Levhalar), yaradılış mitolojisi ile evrim teorisini karşı karşıya getiren komedi ağırlıklı bir oyun. Bir yandan da günümüz dünyasını belirleyen konuları bazen ti’ye alarak bazen de trajik bir şekilde sahnelendi.
“Hizmetçiler”, “Öç”, “Tebeşir Dairesi” (çocuk oyunu), “Arkadaş Arıyorum” (çocuk oyunu), “Kayo Mixenet”, “Liza Uyuyor” (çeviri) ve “Ay Carmela” (çeviri) ise sahnelediğimiz diğer oyunlarımız…
Son oyunlarımızdan biri olan ve iki sezon boyunca sergilenen “Ay Carmela”, aslında günümüze ve yaşadıklarımıza dair en iyi sözü de söylemekte. İktidara, baskıya, itaate, savaşa karşı sanatçının durması gereken noktayı sorgulayan Jose Sanchis Sinisterra’nın bu oyunu, İspanya İç Savaşı’nda cephede Cumhuriyetçileri eğlendiren ve üç kişiden oluşan gezici bir oyuncu kumpanyasının başından geçenleri anlatır. Hikayenin kahramanları Paulino ve Carmela bir sabah kendilerini yanlışlıkla Franco’ya bağlı milliyetçi güçlerin tam ortasında bulurlar ve tutsak alınırlar. Sanat aşığı İtalyan faşist komutan, kendi askerlerine bir gösterim yapmaları şartıyla hayatta kalabileceklerini söylediğinde, çatışma da başlar. Paulino’nun kurtulma umuduyla gösterdiği çabalara, itaat etme durumuna Carmela uyum göstermeyi başaramaz ve doğru bildiklerini söylemeye devam eder.
Bu yüzden son sözü hepimizin adına Carmela’ya vermek yerinde olacaktır.
“Dikkat edin o kocaman çizmelerinizle onu ezmeyin…Yani sanatı kastediyorum…”