Kayyım yoksa tedbir verelim

SETA, şubat ayında Siyasi Bir Alan Olarak Türkiye’de Yayıncılık başlığını taşıyan bir rapor yayımladı. Raporun ortaya koyduğu manzara kendi başına yayıncılığa ilişkin değil. Devleti düzenleyici tedbirler almaya çağıran çoğulculuk kisvesi altındaki bu tekçi tavır, kültür alanında süregiden saldırıların bir parçası.


UTKU ÖZMAKAS

Türkiye’de özellikle son 15 yılda “stratejik düşünce kuruluşlarının” ya da daha genel bir adla “düşünce kuruluşları”nın (think tank) sayısında gözle görülür bir patlama yaşandı. Şu anda aktif olan 60 düşünce kuruluşunun yalnızca 10’u 2002’den önce kuruldu.[1] Bunlar genellikle belli coğrafi ya da politik alanlara odaklanmış olsa da, bazıları çok daha genel çaplı raporlar hazırlayabilecek olanaklara sahip. Söz konusu strateji kuruluşları arasında 2005 yılında kurulan Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı’nın (SETA) kendine has bir yeri var. Ankara, İstanbul, Washington ve Kahire ofisleri olan bu kuruluş enerjiden dış politikaya, sosyal politikalardan ekonomiye kadar pek çok alanda rapor hazırlıyor; halihazırda İngilizce (Insight Turkey) ve Arapça (Ru’ye) olmak üzere iki de dergi yayımlıyor. Ne var ki, SETA’nın asıl önemi raporlarındaki çeşitliliğinden, öngörülerinin gerçekleşmesinden ya da dergilerinin uluslararası itibarından değil, AKP’nin politikalarını belirlemede aktif olan isimlerin kadrolarında yer almasından ileri geliyor. Bu bakımdan SETA raporlarının, diğer düşünce kuruluşlarınınkine kıyasla daha dikkatli şekilde incelenmesi gerekiyor.

SETA, şubat ayında Siyasi Bir Alan Olarak Türkiye’de Yayıncılık başlığını taşıyan (192 sayı numaralı) bir rapor yayımladı.[2] Vakıf adına Mehmet Akif Memmi tarafından hazırlanan bu rapor temel olarak beş başlıktan oluşuyor: Türkiye’de Yayıncılığın Gelişimi, Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı ve Yayıncılar, Kitap Satış Zincirleri ve Yayıncılar, Kritik Dönemlerde Yayıncılık ve Sonuç ve Öneriler.

Özet kısmında kaleme alınma gerekçesini “Özellikle kritik dönemlerde kültür hayatına yön veren ve kamuoyunu şekillendirme konusunda pay sahibi olan sektördeki iktidar ilişkileri, üzerine düşünmeyi hak etmektedir”[3] diyerek açıklayan Memmi’nin raporu, bilhassa Kritik Dönemlerde Yayıncılık ile Sonuç ve Öneriler kısımları bakımından oldukça “sorunlu” ifadeler içeriyor.

“Siyasi bir alan olarak Türkiye’de yayıncılık”

SETA adına Mehmet Akif Memmi tarafından hazırlanan rapor, Türkiye’de yayıncılığın tarihine dair üstünkörü bir tarihçeyle başlıyor. 1925’ten 1980 Darbesi’ne kadar geçen süreci yalnızca iki paragrafla özetleyen Memmi, yayıncılığın bu zaman aralığında farklı iktidarlar tarafından nasıl baskı altına alındığına hiç değinmeksizin el çabukluğuyla 1980’den sonra “sol siyasette aktivizm ve yayıncılık[ın] iç içe”[4] geçtiğini söylüyor.

Kemalist modernleşmenin tek tipçiliğini işaret ederken, yayıncıların -yakın dönem de dahil olmak üzere- Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca maruz kaldığı baskılara, kitapların yasaklanmasına, yazarların hapse atılmasına bir satır bile değinmeden yazılan “Türkiye’de Yayıncılığın Gelişimi” kısmı, raporun daha en baştan “devletlu” bir ağızdan yazıldığını ortaya koyuyor.

Memmi, bilhassa 2000 sonrası yayıncılık kısmına geldiğinde siyasi ortamı bir anda görüş alanının dışına çıkararak istatistiki verilerle “sektör”ün ne kadar büyüdüğünden dem vuruyor. Bu büyümeyi (“ekonomik istikrar”a değil) “siyasi istikrar”a bağlarken toplatılan, yargılanan, çevirmenlerine dahi dava açılan kitaplara değinmiyor. Bu bölümün sonundan tek bir alıntı yapmak dahi raporun vahametini ortaya koyacaktır:

“Türkiye’de yayıncılık sektörü ekonomik büyüklük olarak bu boyutlara ulaşmışken sektöre hâkim olan ideoloji ve bu ideolojiden kaynaklanan baskılar yeteri kadar gündeme gelmemektedir. Özellikle Türkiye’de kültürel alan üzerinde henüz kırılamamış olan Batıcı seküler hegemonya yayıncılık sektörüne de olumsuz yönde etki etmekte ve sektördeki çeşitliliği ve dolayısıyla farklı fikirlerin ifade imkanını bastırmaktadır.”[5]

Yayıncılık sektöründe “baskının”, yalnızca “Batıcı seküler hegemonya”yla ilişkili olduğunu iddia etmek ve bu baskıları tek parti dönemine yapılan imalarla sınırlı tutmak, raporun esas amacını gözler önüne seriyor. 15 Temmuz sonrasında haklılığı gün gibi ortaya çıkan Ahmet Şık’ın FETÖ/PDY’ye ilişkin kitabını “kitap değil bomba” diyerek daha basılmadan yasaklayan “Batıcı seküler hegemonya” mıydı?

“İstikrar” sözcüğüne kendiliğinden olumlu bir anlam yükleyen Memmi’yi izlesek bile şu sorular halen yanıtını bekliyor: Siyasi istikrarın olduğu yerde farklı fikirlerin ifade edilmesinin önünde hiçbir engel olmadığı varsayılır. 2016 yılı itibariyle Türkiye, basın özgürlüğü sıralamasında 180 ülke arasında neden 151. sırada bulunuyor? Tarihi boyunca çeşitli dönemlerde defaten yayıncılığıyla ilgili baskı görmüş Belge Yayınları’nın kısa süre önce 2 bin küsur kitabına uydurma gerekçelerle el konması da siyasi istikrarın bir parçası olarak mı düşünülmeli?

Raporun ikinci alt başlığı olan Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı ve Yayıncılar kısmında “sağ” ve “İslami” görüşlü yayınevlerine İstanbul Kitap Fuarı’nda yeterince yer verilmediğini iddia eden Memmi’nin söz konusu fuarı hiç ziyaret etmediği, kendi tezine dayanak sağlamak için bu gerçekdışı örneği verdiği belli oluyor.

Memmi’nin yine İstanbul Kitap Fuarı’yla ilişkili olarak fuarın onur konuğu tartışmalarında bir ilke ya da ölçüt tartışması yürütmek yerine “katı bir laiklik anlayışına sahip olan isimlerin ağırlıkta olduğu ve Müslüman kimliği ön planda olan herhangi bir isme rastlanmadığı”nı[6] dile getirmesi, “yazarlık”tan ne anladığı konusunda soru işaretleri uyandırıyor. Bir kalemi güçlü kılan şeyin kimliği ya da inancı değil, yazdıkları olduğunu anlayamamış olan Memmi, “onur yazarı” seçimlerinin ideolojik olduğunu iddia etmekten çekinmezken kendi tabiriyle “muhafazakâr ya da dindar” kesimden neden çok sayıda güçlü yazar çıkmadığını sorgulamayı aklının ucundan bile geçirmiyor. Her türlü sorunun menşei olarak Kemalist jakobenliği gösterme kolaycılığının, aslında düşüncenin önünü tıkayan bir klişeye dönüştüğü bu raporda açık bir biçimde billurlaşıyor. İnsanın aklına ister istemez Adorno’nun şu sözleri düşüyor: “Düşünceyi sevmemek, çok geçmeden düşünmeyi becerememeye dönüşür.” Ayrıca raporun bu kısmındaki bir başka ilginç husus da, bu seçimlerin ideolojikliğini kanıtlmaya çalışırken -ilerleyen kısımlarda lanetlenen- FETÖ/PDY’nin “resmi gazetesi” olan Zaman’dan sık sık alıntı yapılması.

“Kritik” dönemler

Raporun belki de en “tehlikeli” kısmıysa Kritik Dönemlerde Yayıncılık başlığı altında yer verilen ifadeler ve hedef göstermeler. Memmi, “kritik dönem” ifadesiyle “Gezi Parkı Şiddet Eylemleri”ni, “17/25 Aralık Süreci”ni ve “15 Temmuz Darbe Girişimi”ni kast ediyor. Öncelikle Gezi Parkı Olayları’nın hiç tereddüt etmeden “şiddet eylemleri” diye tanımlanması, rapor boyunca sürekli “çoğulculuk” vurgusu yapan yazarın aslında “çoğunlukçuluk” yanlısı olduğunu açıkça gözler önüne seriyor. Türkiye’nin yakın tarihindeki en önemli toplumsal irade beyanlarından birini “Gezi Parkı Şiddet Eylemleri’nde kalabalıklar sokağa dökülerek bir kaos ortamı oluşturulmaya çalışıldı”[7] diyerek “dış güçler” imasıyla tarif etmek, en hafif tabirle sokağa çıkan insanların özgür iradesini çiğnemek manasına gelir. Milyonlarca insanın desteklediği bir toplumsal olayı, sırf içeriğini ya da biçimini beğenmediği için “dış güçler” ve “oyuna gelen vatandaşlar” gibi bir argümanla sosyolojik ya da politik hiçbir makul açıklama yapmadan geçiştirmek insan aklının geldiği noktayla dalga geçmektir. Sosyal bilimler alanında eğitim almış olmasına rağmen nesnellik kavramından bihaber olduğunu anladığımız yazarın, Gezi Parkı Olayları’nın yayıncılık alanındaki yansımalarına ilişkin “veciz saptamaları” esas amacını açık ediyor:

“Öte yandan 2015 yılının en çok satan on yayınevinin beşinin Gezi Parkı Şiddet Eylemleri’ni olumlayan bir pozisyonu savunan kitaplar çıkarmaları dikkat çekici bir duruma işaret etmektedir. Arka Kapak dergisinin verilerine göre 2015 yılının en çok satan yayınevi olan Can Yayınları, hemen 3 Haziran 2013’te bir açıklama yaparak eylemlere destek vermiştir. Dahası Can Yayınları’nın sahibi Can Öz The Guardian için bir makale kaleme almış ve Der Spiegel’e röportaj vermiştir. Can Öz eylemcileri savunan röportajında işini kaybetmeye hazır olduğunu, korkmadığını ve hükümetin yayınevini kapatacağından endişe eden arkadaşlarına aldırmadığını belirtmiştir. Can Öz eylemleri hararetle destekleyip cezaevine girmeye hazır durumdayken, Can Yayınları’nın 2015’in en çok kitap satan yayınevi olması ve yayınevinin yeni yatırımları bu korkuların ne kadar yersiz olduğunu göstermiştir.”[8]

Bu ifadeler, Memmi’nin devletlu bir ağızla konuşmakla kalmayıp Can Öz’ü hedef göstererek açık bir jurnalciliğe soyunduğunu gösteriyor. Gezi Parkı Olayları’nı “olumlayan bir pozisyonu” savunmak sanki suçmuş gibi davranan yazarın “çoğulculuk” talebinin neyi içerdiği bu satırlarda daha net bir şekilde ortaya çıkıyor: Memmi’nin çoğulculuğu “devletin müsaade ettiği kadar”dır. Dahası, eğer bir saniyeliğine olsun raportörün mantığını izlersek, okurların şiddet eylemlerine destek olan bir yayınevinin kitaplarını tercih etmesi bizatihi bu kitlenin çoğunluk olduğunu göstermez mi?

Memmi, bununla da sınırlı kalmayıp Gezi Parkı Olayları’yla ilgili kitap çıkaran yayınevlerinin isimlerini ve çıkardıkları kitapları sıralıyor. Bu listenin ne kadar eksik olduğu, aslında raporun ciddiyetsizliğini ve herhangi bir araştırma faaliyeti yürütülmeden tamamen başka bir amaçla yazıldığını gösterse de, asıl meselemiz bu olmadığı ve bu jurnalciliğe dolaylı olarak da ortak olmamak adına eksikleri göstermeyi bir kenara bırakıyoruz.

Raportör ilerleyen satırlarda, “Bunun yanında 2015 yılında çok satan 10 yayınevi içerisinde bulunan diğer yayınevlerinin Gezi Parkı Şiddet Eylemleri’ni eleştiren bir yayınının olmaması da bahsedilen manzarayı netleştirmektedir” diyor.[9] Gezi Parkı Olayları’nı eleştirmeyi bir mecburiyetmiş gibi algılayan yazarın, bu yayınevlerinin “neden” böyle bir kitap basmadığını bir an için olsun düşünmemesinde şaşılacak hiçbir şey yok. Acaba sorun bu yayınevlerinde değil de, raportörün olaylara tek yanlı bakış açısında olabilir mi?

Kaldı ki, herhangi bir konuda bir kitap çıkarmak, bir yayınevinin başlı başına bütün yayın politikasını ya da ideolojik duruşunu göstermeye yetmez. Tek bir örnek yeterli olacaktır: Sahibi AKP eski milletvekili olan Everest Yayınları’nın −bizzat raportörün andığı üzere− Ayşe Kulin’in Gezi Olayları’na değinen Handan adlı kitabını yayımlaması raportörün bakış açısından nasıl değerlendirilmelidir? Yoksa, tutuklandığı zaman yazarı Aslı Erdoğan’ın arkasında durmayan Everest Yayınları da “şiddet eylemleri”ne destek mi veriyor?

Memmi’nin mesnetsiz ifadeleri bununla da sınırlı kalmıyor: “En çok satan 10 yayınevi arasında bulunan Sel Yayıncılık bu alanda kitap basmayı tercih etmezken, grup bünyesindeki Teorik Bakış dergisinin ikinci sayısını “Gezi Deneyimi: Yatay Direniş” başlığıyla yayımlamıştır. Bunun yanında Sel Yayıncılık Gezi Parkı’nda kütüphane kurulmasının da öncülüğünü yapmıştır.[10]

Sel Yayıncılık’ın açıkça hedef gösterdiği bu satırlar, pek çok yayınevinin katkısıyla oluşturulmuş kamusal bir kütüphanenin muktedirin gözünde nasıl tehlikeli addedildiğini gözler önüne seriyor. Yayıncıları açıkça hedef tahtasına oturtan ve müdahale edilmesini isteyen bu raporun arkasına sığındığı liberal çoğulculuk söyleminin hiçbir iler tutar yanı yok. Memmi’nin ideolojik hasımlık pratiği, birbirinden çok farklı çizgi ve tutumlara sahip olan pek çok yayınevini “Batıcı” veya “Kemalist” torbasına doldurmak gibi kof bir stratejiye dayanıyor.

Gezi döneminde yapılan uluslararası basın açıklamalarını “(…) hem Türkçe hem de İngilizce olarak yürüttüğü kamuoyu oluşturma çabaları bu kurumların yayıncılık çerçevesindeki faaliyetlerin çok ötesinde hareket ettiklerini göstermektedir”[11] diyen raportörün “gayrimeşru” ilan ettiği bu açıklamalar “ifade özgürlüğü”nden ne anladığını gösteriyor. Dahası, “dış mihrak” ezberinden doğan “çok ötesinde” ifadesiyle yayıncılığın sınırlarını belirleme hakkını yalnızca kendine tanıyan bir efendi söylemi içerisinden konuşuyor.

Memmi, 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin yayıncılığa yansımasını değerlendirirken şöyle diyor: “Bunun yanında FETÖ tehlikesinin 17-25 Aralık 2013’te ve daha erken bir tarih olan 7 Şubat 2012 MİT krizinde anlaşılmış olmasına rağmen yayın dünyasında bu konuyla ilgili hâlâ yeterli ve kapsamlı çalışmalar yoktur.”[12] Bu satırların yazarına, hükümet içindeki güç klikleri arasındaki çatlağın ilk ifadesi olan 7 Şubat’tan önce bu örgütün devleti ele geçirmeye çalıştığını dile getirenlere neler yapıldığını anımsatmak gerekiyor. Yazarın “Batıcı seküler hegemonya” adı altında homojenleştirdiği pek çok yayıncı, bu örgütün nasıl bir tehlike arz ettiğini çok daha önce dile getirdiğinde mahkemelere sürüklenmişti.

Düzenleyici tedbirler

Raporun asıl skandal kısmı, yine çoğulculuk vurgusuyla başlayan ancak sonuna kadar okunduğunda perde arkasında nasıl monist bir aklın işbaşında olduğunu gösteren Sonuç ve Öneriler kısmı. Memmi’nin “önerileri”ndeki şu ifadelere odaklanmak bile raporun gerçek niyetini gözler önüne seriyor:

“Yayıncılık sektöründe bugünkü manzara büyük ölçüde devletin tercihlerinin sonucu ortaya çıkmıştır. Bu noktada devlet düzenleyici tedbirler almaktan çekinmemelidir.”

“Yayıncılık piyasasında tekellerin oluşması önlenmelidir. Bir kurumun bütün kitap üretim zincirine sahip olması engellenmelidir. Kültür Bakanlığı bu konuda düzenleyici rol oynayabilir.”

“Yayıncılık alanındaki tekeli ve tek sesliliği bozacak yayıncılar başta Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü ve üniversite kütüphaneleri tarafından desteklenmelidir.”

Belediyeler ve diğer kurumlara bağlı kültür merkezlerinde popüler olmayan kitap ve yazarlar için çeşitli etkinlikler düzenlenebilir ve yazarlar davet edilebilir.”

“Farklı fikirlerdeki büyük sermaye grupları yayıncılık sektörüne girmelidir. Zira İş Bankası ve Yapı Kredi gibi bankaların yayıncılık sektöründeki faaliyetlerinin hem sektörü çeşitlendirdiği hem de kaliteyi artırdığı her zaman dile getirilen bir husustur. Bu noktada muhafazakâr ve dindar sermayedarlara önemli görevler düşmektedir.”[13]

Bu rapor, bilhassa bu “öneriler” bakımından tam anlamıyla bir skandal. Raporun her satırında çoğulculuk vurgusu yapan Memmi’nin “çeşitlendirme” derken İstos ya da Aras gibi yayınevlerini aklının ucundan bile geçirmeden muhafazakâr ve dindar sermayedarları göreve çağırması liberal bir söylemin arkasında maskelenen tekçi yaklaşımı faş ediyor. Memmi, Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü’nün her yıl kütüphaneler için hangi yayınevlerinden, ne kadar kitap aldığını bile isteye araştırmamışa benziyor. Ayrıca Memmi, “düzenleyici tedbir” olarak öne sürdüğü kütüphane alımlarında Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü’nün her bir yayınevi için hazırladığı listesine baksa böyle bir öneride bulunur muydu bilinmez.

Sözlerimizi nihayetlendirmeden önce değinmemiz gereken bir başka husus da şu: Raporda sözleri alıntılanan Mehmet Varış’ın ifadesiyle “malum cemaat”in kurduğu yayınevleri belediyelerin kontrolündeki vapur seferlerinde televizyon ekranlarından ücretsiz olarak tanıtılırken, malum gazetelerde başka hiçbir yayınevine sağlanmayan olanaklarla ilan verirken, belediyelerin kültür sanat etkinliklerini düzenlemeleri için fonlar aktarılırken SETA’nın çıtı çıkmıyordu. Ayrıca bu durum sadece “malum cemaat”in yayınları için geçerli değil.

İçindeki veciz ifadelerle tek yanlılığı geçip jurnalcilik mertebesine ulaşmayı “başaran” bu rapor, süregiden duruma dair hiçbir gerçekçi belirleme barındırmadığı gibi, hakikatin üzerini örtmeye çalışıyor.

Yayıncılık alanında hükümetin doğrudan ya da dolaylı desteğine mazhar olan pek çok yayınevi bulunuyor. Memmi’nin ifadesiyle “muhafazakâr ve dindar sermayedarlar”[14] bu konuda hiç de yalnız bırakılmadı. Örneğin 2006 yılında T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yayımladığı 20. Yüzyıl Türk Şiiri kitabı, 2010 yılında TCDD’nin yayımladığı Demiryolu Sevdalısı Atatürk kitabı ve pek çok başka kitap, daha önce AKP’nin bültenlerini de yayıma hazırlamış olan Büyükharf Yayıncılık’ın elinden çıkmıştı. Aynı yayınevinin Ciner Grubu sponsorluğundaki Yoksulluk ve Sanat Eserleri Müzayedesi’ni düzenlediği de biliniyor. Bu konuda Büyükharf Yayıncılık yalnız değil. 2010 yılında Avrupa Kültür Başkenti İstanbul kapsamında yapılan etkinliklerin ve yayıncılık faaliyetlerinin incelenmesi dahi kâfi.[15]

Raportörün ve SETA’nın bu “bilinçli körlüğü”, kültür savaşlarında muhafazakâr cenahın istediğinden çok daha azını elde ettiğini; yayıncılık alanında yalnızca ekonomik açıdan pastadan pay almakla kalmayıp burada tekelleşmenin yollarını aradığını gösteriyor. Bunu da halihazırda elinde olan kadro ve imkânlarla gerçekleştiremeyeceği için hemen her alanda “serbest piyasa”yı şiar edinmiş bir hükümeti devletin imkânlarıyla müdahaleye çağırarak yapıyor.

Ayrıca, Memmi’nin sıkça vurgu yaptığı “çoğulculuk”un aslında liberal bir söylemin arkasına sığınmış son derece sığ bir “sağ savunusu” olduğu son derece açık. Liberal ifadesinin ilk anlamının dahi hakkını veremeyen bu yaklaşım, yıllardır azınlıklara, ezilen kesimlere, Kürtlere, Ermenilere, LGBTİ’lere dair yayıncılık yapanların başına neler geldiğini konuşmaya “gönül indirmiyor”. Yayımladıkları edebi eserler yüzünden defalarca mahkemeye çıkan Sel Yayıncılık’ın maruz kaldığı baskıları, Belge Yayınları’nın maruz kaldığı kovuşturmaları, kısa süre önce Evrensel Yayınları’nın kapatılmasını bir soru işareti olarak bile aklından geçirmiyor. Türkiye tarihindeki bütün sorunları Kemalist rejimle bir tutma ve böylelikle kendini temize çekme eğiliminin yayıncılık alanındaki yansıması olan bu rapor, yarattığı hayali düşmanı alt etmek için devletin imkânlarının seferber edilmesini talep ederken, tam da karşısında durduğunu iddia ettiği tek tip modernleşme projesini yeniden üretmek istiyor; ama bu sefer kendi kodlarıyla. Kısacası, amaç sözüm ona yayıncılık piyasasını ele geçirmiş Batılı seküler hegemonyayı eleştirmek değil, aksine raporda anılan yayınevlerini hedef tahtasına oturtarak verili imkânlarla kültürel iktidarı ele geçirmek.

Bu raporun ortaya koyduğu manzara kendi başına yayıncılığa ilişkin değil. Çoğulculuk kisvesi altındaki bu tekçi tavrı, kültür alanında süregiden saldırıların bir parçası olarak görmek gerek. FETÖ/PDY ile hiçbir ilgisi olmadığı halde KHK’larla sorgusuz sualsiz ihraç edilen muhalif akademisyenler, yayınevi baskınları ve kayyum atamaları, kapatılan dergiler, kültür sanat alanında etkili olanlara yönelik sosyal medyadan başlayıp fiili alanlara kadar uzanan saldırılar, eleştirel akla ve düşünceye yönelik topyekûn bir sindirme operasyonunun parçası.

[1] https://tr.wikipedia.org/wiki/Türkiye%27deki_düşünce_kuruluşları_listesi
[2] https://www.setav.org/siyasi-bir-alan-olarak-turkiyede-yayincilik
[3] Siyasi Bir Alan Olarak Türkiye’de Yayıncılık, Haz. Mehmet Akif Memmi, İstanbul: SETA, s. 7.
[4] s. 8.
[5] s. 10.
[6] s. 12.
[7] s. 15.
[8] s. 16.
[9] s. 16.
[10] s. 16.
[11] s. 17.
[12] s. 18.
[13] s. 19 (Vurgular bana ait –U.Ö.).
[14] s. 19.
[15] Daha fazla uzatmamak adına T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yürüttüğü Edebiyat Eserlerini Destekleme Projesi’nden kimlerin faydalandığı ya da bütün yayın sektörünün sözleşme bilgilerini tek elde toplayarak rekabeti açıkça ihlal eden YAYFED gibi önemli kurumlarda “Batıcı seküler hegemonya”nın temsilcilerinin mi yoksa başkalarının mı görev aldığı gibi konulara değinmiyoruz bile.