FIRAT AYDINKAYA
Walter Benjamin, “Şiddetin Eleştirisi Üzerine” isimli çığır açıcı metninde modern bireyin dikkatini, hukukun şiddetle olan ilintisine çekerken “hukukun içinde çürüyen bir şey” olduğu tespitini yapar. Benjamin tam da bu çok önemli tespitiyle bizi bu kaçınılmaz çürümüşlük ile baş başa bırakır. Gerçekten de son yıllarda Türk hukuk sisteminin içinde çürüyen bir şeyler var. Ve bu çürümüşlük pandemisinin ilk kaynağında İlhan Çomak davası vardı. İlhan’ın davası kadar bu çürümüşlüğü pak ve pürüzsüz gösteren başkaca hiçbir dava olmadı. Ama ısrarla biz bu çürümeden de, İlhan’ın dosyasından da gözlerimizi kaçırdık.
1994 Temmuz ayından bu yana tam çeyrek yüzyıldır süren İlhan Çomak davasının her fragmanı, Türk hukuk sistemindeki adaletsizliği gün gün, ay ay, yıl yıl gösterdi bize. İlhan 20 yaşında genç bir üniversite öğrencisi olarak girdiği cezaevinde bugün 46 yaşına girmiş bulunuyor. Hukukun çürümüş hali ne yazık ki adliyelerle sınırlı kalmıyor, genç bir insanın ayağına dolanıp onu da benzersiz bir mahpus şiddetiyle baş başa bırakıyor.
İLHAN ÇOMAK NEYLE SUÇLANIYOR?
İlhan Çomak, “Devletin egemenliği altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmak” şeklinde Ceza Kanununun en ‘şeddit’ maddesini ihlal etmekle suçlanıyor(du). Devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmak başlığı altında kaleme alınan Türk Ceza Kanunu’nun en sert maddesi ise kelimesi kelimesine şöyledir:
“MADDE 302. – “(1) Devletin topraklarının tamamını veya bir kısmını yabancı bir devletin egemenliği altına koymak, Devletin birliğini bozmak, Devletin egemenliği altında bulunan topraklardan bir kısmını Devlet idaresinden ayırmak, Devletin bağımsızlığını zayıflatmak amacına yönelik elverişli bir fiil işleyen kimseye ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilir.
(2) Bu suçun işlenmesi sırasında başka suçların işlenmesi hâlinde, ayrıca bu suçlardan dolayı ilgili hükümlere göre cezaya hükmolunur.
(3) Bu maddede tanımlanan suçların işlenmesi dolayısıyla tüzel kişiler hakkında bunlara özgü güvenlik tedbirlerine hükmolunur.”
Bu maddenin değiştirilmeden önceki (eski TCK 125.m), yani ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının yasaya konulmadan önceki halinde “idam cezasının” olduğunu hatırladığımızda işin vehameti kendiliğinden anlaşılacaktır. Yani eğer eski Türk Ceza Kanunu hala yürürlükte olsaydı ve idam cezası tatbik edilseydi oradaki 125’inci Madde uyarınca İlhan, idam cezasına çarptırılıp infaz edilirdi.
Bu sebeple İlhan’ın maruz kaldığı şey aslında bir açıdan “ölüm koridoru” psikolojisi ve kesintisiz işkence sürecidir. Ki bu tanım ölüm cezasının infazını bekleyen mahkumların maruz bırakıldığı benzersiz bir psikolojik şiddet yani varoluşsal sendromdur. Peki, İlhan bu manada çeyrek yüzyıldır bitmek bilmeyen müebbetlik bir sendrom yaşarken hakkındaki iddialar ispatlandı mı? Çünkü bu tabloya bakıldığında; eline silah veya bomba alarak, bir seri katil gibi bir veya birden fazla kişiyi öldürdüğünün, her tür şüpheden uzak, kesin, inandırıcı, bilimsel delillerle kanıtlanması beklenir(di).
DEMİREL – ÇİLLER – GÜREŞ YILLARININ BAKİYESİ BİR DAVA
Ama, hayır! İlhan’ın, bırakalım herhangi bir kimseyi öldürmesini, eline silah aldığını bile dosyaya bakan onlarca hakim, savcı, yüzlerce polis ortaya koyup kanıtlayamadı. Farazi iddialar, kanıtlanmamış söylentiler, acemice burulmuş senaryolar ve nihayet Kafkaesk bir üslupla hazırlanmış yargısal metinler. Başka bir ülkede bir insanı 26 saat bile içerde tutamayacak olan bu “üretilmiş senaryo” İlhan’ı tam 26 yıldır mahpusta tutuyor.
İlhan ne eline silah almıştır, ne de kimseyi öldürmüştür. Hele değil devletin egemenliğindeki toprakları devlet idaresinden ayırmak, çeyrek yüzyıldır yıldır ayağı mahpushanedeki toprağa bile değmemiştir. İlhan gibi şair ruhlu, şiir kuşanan bir insanın silahı ancak dizeleridir. İlhan imge ile, mısra ile, kelime mühendisliğiyle uğraşan bir edebiyatçıdır. Öyle ki işkencecilerine bile edebiyat ile mukabele etmeyi seçmiş bir seçkin karakterdir.
Evet, İlhan ülkenin en sert ceza maddesinden yargılanıyor. Ama dosyasında iddia olunan suçu işlediğine dair tek bir kanıt yok. Pardon var, eğer kanıt denebilirse tabii. İşkenceyle alınan ve sonradan bizzat ifade sahipleri tarafından geri alınan iki itirafçı beyanını kanıt sayacaksak… ’93 konsepti’ ya da nam-ı diğer Demirel-Çiller-Güreş triosunun işkenceyi olağan hukuk enstrümanı saydığı yılların bakiyesi bir dava bu. Yani bir yönüyle “kolluğun hukuk yarattığı” istisnai zamanların eseridir bu dava. AİHM’in baştan sona adaletsiz, hukuksuz bulduğu bir seremoniler dizisi yani.
DAVASININ GİTMEDİĞİ MAHKEME KALMADI
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHS) İlhan’ın askeri hakim tarafından sorgulanmasını, askeri hakim imzasıyla soruşturma evraklarının tanzim edilmesini, askeri hakim tarafından yargılanmasını AİHS 6’ıncı Madde bağlamında “tarafsız ve bağımsız yargılama hakkının” ihlali olarak görüp İlhan’ın adil yargılanmadığına hükmetmişti. Strasbourg mahkemesinin bu manada hükümetten istediği şey İlhan’ın yeniden ama adil bir şekilde yargılanmasıydı.
İlhan sırasıyla Devlet Güvenlik Mahkemesi, Yargıtay, Özel Yetkili Mahkeme, Yargıtay, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, bir kez daha Özel Yetkili Mahkeme, Yargıtay, Ağır Ceza Mahkemesi, Yargıtay, Yine Ağır Ceza Mahkemesi ve son olarak Anayasa Mahkemesi gördü. Berlin’deki hakimler dışında tüm hakimleri dolaştı davamız.
Davamızla neredeyse tamamen aynı olan ve kendisinden daha az süre yatan dosya arkadaşlarının önemli kısmı bile serbest kaldı. Ve dahası Hizbullah davalarında 20 yıl yatıp da içeride kalan hemen hemen kimse kalmadı ama İlhan 26 yıldır içerİde hala. Üstelik İlhan’la aynı hukuki statüde olup da bırakılanlar, İlhan’ın dosyasının açtığı hukuki yoldan yürüyen dosyalardı. Bir açıdan İlhan yolu açtı, bu yollardan yürüyenler şimdi dışarıda ama kendisi içerde kaldı. Bunun hukuki izah için, ayrımcılığın sebebini anlamak için yasa maddesine veya içtihatlara bakmaya gerek yok. Belki de Derrida’ya kulak vermeliyiz bu konuda: “hukuku aşan veya onunla çelişmekte beis görmeyen bir adalet” anlayışına ne denir ki!
AİHM YENİDEN YARGILANMASINA HÜKMETTİ
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, İlhan’a verilen “müebbet cezayı” yargılama esnasında “askeri hakim” bulunduğu gerekçesiyle adil yargılama ilkesinin ihlali sayarak verilen kararı yok saydı. Ve İlhan’ın yeniden adil olarak yargılanmasına hükmetti. İlhan’ın yeniden yargılanmasını isteyen AİHM kararına karşı mahkemeler tam 6 yıl direndi. Yaptığımız itiraz üzerine bir üst mahkeme İlhan’ın yeniden yargılanmasını kabul etmek zorunda kaldı. Mahkeme yeniden yargılamayı yasanın özüne uygun olarak yapacağı yerde, yani maddi gerçekliği yeniden tartışmaya açacak olan yeniden yargılama yerine, eski belgeleri duruşmada okuyarak “tekrar yargılama” yaptı. Yeniden yargılama kararı ile kapıların açılmasını beklerken değişen pek de bir şey olmadı. Bu kozmetik duruşmalar bitince de mahkeme heyeti aynı kararı bir kez daha verdi. Velhasıl İlhan neredeyse tarafsız ve bağımsız hakim göremeden 26 yılını içerde geçirdi.
Madem Benjamin’le başladık, onunla bitirelim. Eğer hukukta çürümüş bir şey varsa orada ilkin adalet bundan nasibini alır, sonra da insanlık. Evet İlhan’ın çeyrek yüzyıllık davası ve mağduriyeti İlhan dışında hepimizi çürüttü, çürümenin önüne hala geçebiliriz. Hala geç değil.