ÖZLEM ALTUNOK
Bakur davası yangından mal kaçırır gibi, “terör örgütü propagandası” suçlamasıyla yargılanan Ertuğrul Mavioğlu ve Çayan Demirel son savunmalarını yapamadan, neredeyse en üst sınırdan verilen cezayla sonuçlandı 18 Temmuz Perşembe günü.
Yönetmenlerinin 4 yıl 6 ay hapisle cezalandırıldığı Bakur belgeseli başından beri, yani 2015 yılında ilk kez gösterileceği 34. İstanbul Film Festivali’nden bu yana, karşılaştığı türlü engel ve sansür vesilesiyle sanatsal ifade özgürlüğü alanında sembol vakalardan birine dönüşmüş durumda.
İstanbul Film Festivali’nde eser işletme belgesi verilmediği için gösterilemeyen filmin, Türkiye’de ve dünyada pek çok gösterim yapmasının, festivallere katılmasının ve ödüller almasının ardından, 2015’te Batman’da Yılmaz Güney Sineması’ndaki gösteriminden iki yıl sonra, Batman Savcılığı tarafından başlatılan soruşturmanın ardından 2017 yılında hazırlanan iddianame ve akabinde açılan davayla yeniden gündeme gelmesi sanatsal ifade özgürlüğü açısından neden sembolik bir dava olduğunu özetler nitelikte.
Elbette yine Batman Savcılığı tarafından aynı yıl, aynı mekanda gösterimi yapılan Nû Jîn belgeselinin afişinin “suç unsuru” olarak tanımlanıp yargılandığı davayla birlikte… Bilindiği üzere, geçtiğimiz şubat ayında Nû Jîn belgeselinin yönetmeni Veysi Altay’ın “örgüt propagandası” suçlamasıyla 2 yıl 6 ay hapis cezası aldığı davada, Yılmaz Güney Sinema Salonu’nun o dönemki müdürü Dicle Anter’e de aynı suçlamayla 2 yıl 1 ay hapis cezası verilmişti.
Kobanê’de IŞİD’e karşı verilen mücadelede yer alan üç kadının yaşamını anlatan Nû Jîn de, çözüm süreci devam ederken Türkiye sınırları içindeki PKK kamplarını görüntüleyerek örgütün Türkiye sınırlarının dışına çekilme sürecine tanıklık eden Bakur da “barış ihtimalinin kaydını tutup belleğimize not düşen” iki belgesel, iki sanat eseri. Bu filmlere verilen ceza, sanatsal ifade özgürlüğünü yok saydığı gibi, tüm sinemacılara, sanatçılara da tehdit, gözdağı niteliğinde. Hali hazırda pek çok sansür aygıtı ve yöntemi aracılığıyla sansüre uğrayan sanatçıların önünde çok daha net ve keskin bir caydırıcı unsur olarak duruyor bu cezalar.
18 Temmuz’daki duruşmadan çıkan ağır ve hukuksuz yaptırıma karşı Bakur Belgeseliyle Dayanışma Platformu ve davanın avukatlarının 20 Temmuz’da kamuoyuna seslendikleri basın açıklaması da bu sembolik temsiliyetin ne anlama geldiğini özetler nitelikteydi.
Davanın avukatlarından Meral Hanbayat’ın basın toplantısında, “Bakur davası, sansürün ne denli katı uygulanabileceğinin belgesi oldu” diyerek duyurduğu bir başka sansür vakasını da böylece belgelemiş olduk. Beyoğlu Sineması Fuayesi’nde gerçekleşmesi planlanan ve kamuoyuna bu şekilde duyurulan basın toplantısı, polisin baskısı ve engellemesiyle son anda başka bir mekana taşınmak zorunda kalmıştı. Buna rağmen Meral Hanbayat’ın da vurguladığı gibi, davanın diğer avukatı Rozerin Seda Kip, filmin yönetmenleri Çayan Demirel ve Ertuğrul Mavioğlu ile yapımcısı Ayşe Çetinbaş’ın hazır bulunduğu basın toplantısına, sinemacılardan Cumartesi Anneleri’ne, milletvekillerinden sivil toplum kuruluşlarının temsilcilerine, barış akademisyenlerine farklı alanlarda benzer meselelerle uğraşan geniş bir kesimden katılım vardı. Nur Sürer’in kaleme alınan basın açıklamasını okumasının ardından sansürün tek koldan, tek kaynaktan yayılmadığını yıllardır bizzat tecrübe eden Ertuğrul Mavioğlu, biraz da bu sebeple konuşmasına “Hakikatin, gerçeğin peşinde koşan herkese” teşekkür ederek başladı ve “Sadece 4 yıl 6 aylık ceza almadık, Selahattin Demirtaş’ın bir siyasi kimlik olarak haksız yere hapiste tutulması, binlerce öğrecinin sudan gerekçelerle içerde olması bu Türkiye coğrafyasının bir gerçekliği. Bu gerçeklikle sadece mücadele edilir, susulmaz. İfade özgürlüğü insanı insan yapan esas gerçekliktir. Bizleri Bakur filminden ceza almış kişiler değil, hakikatin peşinde koştukları için başkalarına da ibret olsun diye ağır cezaya çarptırılmış insanlar olarak görüyorum” sözleriyle de bugün yaşanan kitlesel ifade özgürlüğü ihlallerine dikkat çekti.
“Cezalandırılmak için değil, kendimizi ifade etmek için mahkemeye çıktık” diyen Rozerin Seda Kip ise dava sürecine ve davadaki pek çok hukuki eksikliğe değindi: “Mesela bu dava neden Batman’da açıldı? Sorun gösterimse neden gösterimden dolayı yönetmenler yargılanıyor? Bu gibi itirazlar dinlenmedi. Mahkemede ifade özgürlüğünü, dayandığı kanunları anlatan uzman görüşleri sunduk, incelenmedi. Yönetmenler hakkında hükmün açıklanmasının geri bırakılması müessesinden yararlanıp yararlanmama konusuna hiç değinilmedi. Bunlar teknik aksaklıklardı, mahkemenin derhal iddianamenin aynısını mütalaa olarak karşımıza çıkarmasıyla o mütalaanın da şu anda karar olduğunu düşünüyoruz.”
Belgeselcilerin toplumun vicdanı ve belleği olduğunu vurgulayan Ayşe Çetinbaş ise davanın hem hukuki rezalet boyutu hem de Çayan Demirel’e özgü başka bir boyutu olduğunu da anımsattı: Bakur filmini bitirdiklerinin ertesi günü Çayan Demirel’in kalbinin durduğunu ve 15 dakika çalışmadığını, tesadüfen yoldan geçen bir ambulansla hastaneye kaldırıldığını ve mucize eseri hayatta kaldığını hatırlatan Çetinbaş’ın bu sözleri Çayan Demirel’in “Yüzde 99 Sürekli Engelli Raporu”nu dikkate almayan mahkemenin “yeniden suç işlemeyecekleri yönünde olumlu kanaat oluşmaması, infazdan kaçma ihtimali” gibi gerekçelerle her iki yönetmene koyduğu yurtdışı yasağı da basın toplantısı boyunca avukatların dile getirdiği “düşman ceza hukuku kararı”nın bir uzantısı olarak dikkat çekiciydi.
Mavioğlu’nun, Tezer Özlü’nün “Burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi” sözlerini hatırlatarak sarfettiği cümleleri sona saklamak ise hepimize düşen sorumluluğu hatırlatmak için: “Her zaman, hepimizi bir şekilde suçlu ilan etmeye hazır olan bu ülke, bizim ülkemiz değil. Bu ülke bizi öldürmek ya da yok etmek isteyenlerin ülkesi. Bunu ortadan kaldırmamız gerekiyor öncelikle. İyi ki haksız bir ceza bu. Bu haksızlığı ortadan kaldıracak bir iradaye, mücadeleye, güce ihtiyacımız var. Esas yapmamız gereken şey, kendimizi sahte umutlardan uzaklaştırıp bu salonda olduğu gibi omuz omuza, yan yana, birbirimizin sıcağını hissederek bir mücadele hattı örmek.”