Dolaylı bir sansür mekanizması olarak kitle kültürü

Uğur Mumcu, Metin Göktepe ve Hrant Dink anısına düzenlenen “İfade Özgürlüğü” sempozyumu kapsamında, “Sanatta ve edebiyatta ifade özgürlüğü” başlığı altında gerçekleşen oturumda, son dönemde git gide artan sansür vakalarının gerisinde yatanlar masaya yatırıldı


 

ÖZLEM ALTUNOK 

Türk Ceza Hukuku Derneği’nin ne acıdır ki, üçü de ocak ayı içinde öldürülen gazeteciler; Uğur Mumcu, Metin Göktepe ve Hrant Dink anısına düzenlediği “İfade Özgürlüğü” sempozyumunun oturumlarından biri de “Sanatta ve edebiyatta ifade özgürlüğü” başlığı altında gerçekleşti. Moderatörlüğünü avukat Mehmet Oral’ın yaptığı oturuma konuşmacı olarak avukat Haluk İnanıcı’nın yanı sıra sanatçılar Füruzan, Ercan Kesal ve Semih Poroy katıldı.

“Sanatta ve edebiyatta ifade özgürlüğü katmerlenmiş bir özgürlük alanı” diyerek sözlerine başlayan avukat Mehmet Oral, anayasada bu alanın hem ifade özgürlüğü hem de bilimde ve sanatta ifade özgürlüğü başlığı altında tanımlandığını vurguladı. “Devletin, toplumun sanat eserlerine ulaşma hakkını sağlaması gerektiği bu göreve karşılık, bugün yaşadığımız problemlerden başlıcası devlet dışı aygıt ve aktörlerin sanat eserlerine yönelik saldırıları ve bu saldırıların cezasızlıkla sonuçlanma durumu. Üstelik bu yıllardan beri böyle” diyen Oral, Avrupa Komisyonu’nun Türkiye’ye dair 2015’teki izleme raporuna da değindi. Raporda, Türkiye’de bilimde ve sanatta ifade özgürlüğü alanında ciddi bir ihlal görüldüğü ve bu ihlallerin nasıl düzeleceği konusunda bir umut ışığı olmadığı saptamalarının yer aldığını belirten Oral, “Üstelik bu rapor yayımlandığında henüz OHAL ilan edilmemişti” diyerek durumun vahametine işaret etti.

Konuşmasına matbaanın icadıyla dolaşıma giren yayınların, mizah alanındaki ilk örneklerine değinerek başlayan karikatürist Semih Poroy, Batı’da 19. yüzyılın ortalarında başlayan mizah gazeteciliğinin 35-40 yıl sonra Osmanlı’da da karşımıza çıktığını belirterek Theodor Kasap’ın çıkardığı 1870 tarihli dergi Diyojen ve Hayal dergisini hatırlattı. O yıllarda hem Batı’da hem de Osmanlı’da ciddi karikatür yasaklamalarının yaşandığını belirten Poroy, Batı’nın yasaklayıcı yasalarla nasıl başa çıktığını da birkaç örnekle özetledi. Bizde ise mizaha karşı sansürün hala sürdüğünü ‘60’larda Ferruh Doğan’ın mahkemelik olan bir karikatüründen son yaşanan davalık vakalardan Musa Kart’ın dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ı resmettiği karikatüre uzanarak aktaran Poroy, bugünlere “demokrasi paketleriyle oyalanarak geldiğimizi” vurguladı.

 

Yoksulluk, uçurum ve sansür

İfade özgürlüğü başlıklı bir konuşmaya sansür temasıyla devam etmek durumunda olmanın bile başlı başına bir mesele olduğunu belirten yazar ve oyuncu Ercan Kesal, “Bir yerlerde ‘Tek suç vardır o da hırsızlıktır’ diye bir cümle okumuştum. ‘Çünkü birisini öldürmek birinin canını çalmaktır, zina eşinin güvenini çalmaktır…’ diye devam ediyor, her suçun bir tür hırsızlık olduğunu anlatıyordu. Ben de bu ifade özgürlüğü meselesi de dahil, başımıza gelen bütün bu şeylerin tek bir sebebi dolduğunu düşünüyorum; yoksulluk” dedi.

Bir hekim olarak mesleki sürecinde de dünyanın en ağır hastalığının yoksulluk olduğunu ve bunun unutturulan bir şey olduğunu belirten Kesal, “Dünyada milyonlarca insanın temiz sudan mahrum olması, yeterli beslenememesi bir hekim olarak sağlıkla ilgili yürümem gereken yolu da tarif ediyor. Çünkü dünyanın yüzde altısının tükettiği şeyleri dünyanın yarısı üretiyor ve çok azın refahı çoğunluğun talihsizliğiyle mümkün hale geliyor. Bu uçurum giderek açılıyor ve bu durumu korumak için uygulanan yöntemler de giderek vahşileşiyor” diyerek egemenlerin bunu sürdürmek için kurdukları baskı mekanizmalarını sansür olarak tanımladı.

Sansürü doğrudan ve dolaylı sansür olarak ikiye ayıran Kesal, içinde bulunduğumuz durumu şu sözlerle özetledi: “Doğrudan sansür üzerine verilecek örnek çok: Kitapların, gazetelerin yasaklanması, yazarların sürgün edilmesi, cezaevine gönderilmesi, gazetecilerin tutuklanması… Benim altını çizmek istediğim nokta dolaylı sansür meselesi. Galeano şöyle bir metaforla açıklıyor bunu: ‘Denizde su olmadığı için geminin yüzdürülememesi’. Biz sanatçılar da bir azınlıktan geliyoruz ama galiba artık bir azınlığa da yazıyoruz. İçinde bulunulan gerçeklik, oyunun kurallarını koyanlar tarafından artık bizim gerçekliğimizin bloke edilmiş hali. Sanatın duyguları harekete geçirmesi, ruhu değiştirmesi öylesine güçlü bir şey ki, zaten tehlikeli olan da, bu. İnsanın yeryüzünü sahiplenme cesaretini açığa çıkarıyor.”

Nazi dönemindeki işkence yöntemlerinin ya da 12 Eylül darbesinde uygulanan işkencenin, ağzından bilgi almaktan ziyade insanın bu dünyaya dair taşıdığı umudu, cesareti ve güven duygusunu yok etmek olduğunu vurgulayan Kesal, “Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi’nde en ağır işkencelerden geçip canını kurtarabilmiş arkadaşlarımız kendilerine yapılanlara dair hemen hemen hiçbir şey söylemezler. O suskunluğun arkasında o ince sınırda kalmış olmanın getirdiği bir anksiyete olduğunu düşünüyorum. Dünyaya, insanlara umudunu kaybetmek…” sözleriyle de dolaylı sansürün bu anlamda çok daha tehlikeli bir yöntem olduğunu ifade etti.

“Dolaylı sansür diye nitelendirdiğim şey aslında kitle kültürü. Bilinçleri manipüle eden, gerçekliği gizleyen, yaratıcı hayal gücümüzü ezen, kitlesel dolaşıma sahip, indirgenmiş bir sanat anlayışı. Kimliği sindirip değersiz hala getirmenin bir aracı olan kitle kültürüyle yoksullara zenginlik illüzyonu satılıyor, yenilenlere zafer düşleri ikram ediliyor, güçsüzlere iktidar vaat ediliyor. TV, radyo ve sinema dünyanın eşitsiz örgütlenmesini haklı göstermek için var gücüyle çalışıyor” diyen Kesal, yürürlükteki sistemin kalıcı olmasını istemiyorsak, birbirimize bizi ezenlerin gözüyle bakmamayı öğrenmemiz gerektiğini vurguladı.

Kesal, “Halkın evcilleştirilmesini hedefleyen bu yöntemi, yani sansürün bu halini açık etmeliyiz. Çünkü üzerinde yaşadığımız bu coğrafyanın bir süre sonra söylediklerine kıymet verilmeyen, kendi kendine konuştuğumuz, kendi uyuzumuzu kaşıdığımız bir yere, alana dönüşme ihtimali var. Asıl tehlike burada” dedi.

 

İfade özgürlüğünü etkisizleştirme araçları

Yazar Füruzan oturum boyunca Aziz Nesin’i düşündüğünü, “Yaşasaydı kaç yüzyıllık bir tutukluluk yaşardı?” sorusunu aklından geçirdiğini belirterek uzun zamandır faşizm, gericilik ve aptallığın kol kola gezdiğini söyledi. Son dönemlerde yaşanan baskı sürecine değinen yazar “Bize aktarılan haberlerin ne kadarı açık ve ne kadarına müdahale ediliyor bilmiyoruz. Bunu akıl ile anlarız. Akıl tüm gerçekliği bütün çıplaklığı ile görmektir çünkü” diyerek programlanmış bir yaşam biçimine zorlandığını vurguladı.

Avukat Haluk İnanıcı ise sözlerine “İfade özgürlüğü talebi imkânsızı istemek midir” sorusunu sorarak başladı. Hayatı kavramak için felsefi, bilimsel ve sanatsal bilgiden faydalandığımızı belirten İnanıcı, kendine özgü kavramlar inşa eden bu bilgi kaynaklarından sanatın bizi anlamlı, düşünsel, imgelemsel bir dünyada koşturduğunu vurgulayarak politika ve hukukla ilişkisine değindi.

Kavramsal dünyamızın, hayatı anlama çabamızın kaç beden olacağını politik mücadelenin belirlediğini belirten İnanıcı, “Bu mücadelede de yönetenler ve yönetilenler var. Yönetenler bu mücadeleye bilginin nasıl kullanılacağını kontrol altına almak, yönetilenler ise iktidarı sınırlamak, yönetime katılma kapasitesini artırmak açısından bakar. Sansür de bu noktada ortaya çıkar” diyerek modern toplumlarda iktidarların ideolojiler aracılığıyla rıza yöntemiyle süreklilik sağladığını vurguladı. Antidemokratik toplumlarda bilginin dikte edildiğini belirten İnanıcı, bu yüzden bilgi kaynaklarına, doğru bilgiye, sanatsal bilgiye erişme ihtiyacının hayati önemi olduğuna değindi.

Sanatta ifade özgürlüğünü boğma, etkisizleştirme araçlarının devlet bünyesinde geliştirildiğini söyleyen İnanıcı, tüketim toplumu olma durumuna işaret ederek “Modern toplumlar değer üzerine kurulmuş toplumlardır ama her şeyin değersizleştiği, sadece tüketimin egemen olduğu bir dünyada sanatta ifade özgürlüğü de değerden uzaklaşıp başka bir şeye dönüşüyor. Bize insan olduğumuzu hatırlatan sanatsal faaliyetler hakim eğlence kültürüyle de etkisizleştirilmeye çalışılıyor” dedi.