Diktatör, mücadele, cesaret ve diğer şeyler…

Rol aldığı Sadece Diktatör oyunuyla birlikte kendisi de pek çok kentte yasaklanan Barış Atay’la hem kişisel hem de Türkiye’nin sansür gündemini konuştuk…


ÖZLEM ALTUNOK – ÖZGÜN ÖZÇER

Barış Atay, Sadece Diktatör oyununa gelen zincirleme yasağın ardından tiyatro toplulukları başta olmak üzere geniş bir destekle sosyal medyada Diktatörü Okuyoruz eylemiyle sansürü ifşa etti, boşa düşürdü.

Atay, oyunu yakında internet üzerinden paylaşmayı planlıyor. Yeni filmi ise kurgu aşamasında, gösterime girdiğinde jeneriğe “Kültür Bakanlığı’ndan destek talep etmemiştir” notunu düşeceğini söylüyor. Sosyal medyada bildiğiniz gibi, politik gündeme dair yaptığı yorumlarla hep aktif…

Çok mu cesur Barış Atay? Sadece atılacak bir geri adım olmadığını düşünüyor, ileriye bakıyor. Sadece Diktatör’de de söylediği gibi yol alıyor: “Cesaretin yoksa hep kaçarsın. Cesaret sadece atılım gücü değil, aynı zamanda direnme yeteneğidir. Ama sen hep kaçtın. Hata yapmama korkusuyla kaçtın, bu en büyük belan, lanetin. Oysa hayat hatalarla ilerler. Bunu bütün girişimciler bilir, bütün sanatçılar bilir, sen bilmezsin…”

Atay’la bir araya geldik, son dönemde yaşadığı yoğun baskıyı ve Türkiye’nin sansür gündemini konuştuk.

Size ve oyununuza uygulanan yoğun zincirleme yasakların üzerinden bir ay, belki biraz daha fazla zaman geçti. Üzerine Diktatörü Okuyoruz eylemi yapıldı sosyal medyada. Başarılı da oldu, ki bir anlamda sansürü bertaraf etme girişimiydi. Tüm bunların size yansıması ne oldu? Nasıl bir psikoloji içindesiniz?

Türkiye’nin şu anki yapısı içerisinde, birçok insan gibi ben de daha çok genel atmosferin etkisini hissediyorum üzerimde. Ama ara ara yorgunluklar hissetsem de bıkkınlık hissetmiyorum. Çünkü içinde bulunduğumuz bu zorlayıcı durumun biraz da motivasyona çevrilmesi taraftarıyım. Evet, Sadece Diktatör’ün birçok turnesi yasaklandı, hatta bundan sonra ülkede fiili olarak sahnelenemeyeceğini de biliyoruz ama mümkün olduğunca üretken davranmaya çalışıyoruz. İkinci sinema filmimiz bitti, şimdi onun kurgusuyla ilgileniyorum. Önümüzdeki sezon için de yeni bir oyun provasına başladık. Özetle günlük hayatımızın olağan akışını bu olumsuzluklara kurban etmemeye çalışıyoruz.

Oyunun Türkiye genelinde sahnelenemeyeceğini anladık” dediniz biraz önce. Bu size beyan edilmiş bir şey mi yoksa gidişat üzerinden mi böyle yorumluyorsunuz?

Son dönem oyuna dair yasaklamalar silsile halinde devam ediyor. Çünkü mülki amirler; İçişleri Bakanlığı ya da doğrudan iktidarın tavrını baz aldığı, bunu emsal gördüğü için oyun pek çok yerde yasaklandı ve bu şekilde devam edecek. Aslında tam da bu yüzden başvurmamızı bekliyorlar. Başvurdukça yasaklama kararı gelecek. Biz sosyal medya eylemini de bunun üzerinden yaptık. Göstermeye çalıştığımız da şuydu; bir tiyatro oyununun sahnede fiili olarak oynanmasını engelleyebilirsiniz ama seyirciye ulaşmasını engelleyemezsiniz.

Tam seyirciden bahsetmişken, Sadece Diktatör’ün seyirci profiliyle hem de içeriğiyle ilgili neler söylersiniz? Çünkü insanlar oyun hakkında klişe şeyler düşünüyor adından ötürü. Mesela izleyici profilinde çeşitlilik var mı?

Ara ara geniş bir izleyici profiliyle karşılaştığımız olmuştur ama genel olarak bir çeşitliliğe ulaşabildiğimizi söyleyemeyiz. Bunda Türkiye’deki tiyatro izleyicisi profilinin neredeyse homojene yakın olmasının da etkisi var. Hayatla derdi olan, toplumsal duyarlılığı olan, kendini asgari düzeyde demokrat hisseden insanların tiyatroya gittiğini görüyoruz. Bunu herhangi bir kesimi “tiyatrodan anlamaz” diye etiketlemek anlamında söylemiyorum. Aslında iktidar zaten, oluşturmaya çalıştığı tabanın sanattan uzak olmasını istiyor, sanatsal bir şey izletecekse de propagandist dili olan yapımlar sunuyor. Erdoğan’ın kendi adına yaptırdığı Reis, Köz gibi filmler; yapımcıları yapmaya zorladığı ekrandaki televizyon dizileri ya da birtakım efsaneleri tiyatrolaştırmak gibi girişimler bunun son dönem örnekleri.

Sadece Diktatör isminde bir tiyatro oyununu gördüğü zaman AKP’nin doğal tabanı direkt olarak oyunda Erdoğan’ın işlendiğini hissediyor. Aslında kendisinin de bilinç altında Erdoğan’ın bir diktatör olabileceği ihtimaliyle barışmış ve normal karşılıyor ki, “Kesin ondan bahsediyordur” diyor. Oysa oyunun içerisinde, bir diktaya karşı mücadele ettiğini söyleyen muhalif kesimin yaptığı yanlışlar üzerine de çok ciddi bir özeleştiri var. Biz mümkün olduğu kadar o hamasi ve propagandist dilden uzak durmaya çalıştık.

Oyunda en çok dikkat çeken şeylerden biri karakteri karikatürleştirme tuzağına düşmemekti bana kalırsa. Hatta bilinçli olarak bundan uzak durma çabası vardı. Tek adam olmanın psikolojisi sahnelenirken komedi de tercih edilebilirdi ve bu daha kolay olurdu sanırım ama sahnede karşımızda bir deli değil, rasyonel bir birey vardı…

Tarihteki pek çok diktatörün gücü arttıkça ya da güç elde ettikçe bazı hezeyanlara kapıldığına, şizoid ya da paranoid tavırlar gösterebildiğine şahit olabiliyoruz. Fakat güce erişene kadar bu insanlar bir toplum çözümlemesi yapıyor ve aslında yaşadıkları ülkeyi ele geçiriyorlar. Diktatörler kitle psikolojisinden anlıyorlar, sosyolojik olarak çözümlemeleri çok doğru, hangi kitleye ne şekilde davranacaklarını biliyorlar. Bu, oyunun metninde de yazdığı gibi, 14. Louis monarşisinde de böyle, günümüz postmodern demokrasisinde de böyle. Araçlar aynı ama biçimler farklı. Bunun altını çizerken yerelleşip parodiye kaçmamak ve diktatörlüğün deliliğin karşılığı olamayacağını vurgulamak çok önemliydi. Tabii bu da oyunun yazarı Onur Orhan’ın beceri ve başarısı.

Diktatörün devrildiğini gösterip yalancı bir haz duygusu yaratmak işin kolay yanı. Reel hayatta bunun için mücadele etmek zorundasınız.

Peki bugün mücadele konusunda özellikle sanat dünyasına baktığınızda ne görüyorsunuz? Kim, neyi, ne kadar göze alabiliyor, ne kadar baskılanıyor?

Öncelikle popüler kültür ve sanat alanını ayırmak lazım. Türkiye’de bu çok iç içe geçmiş durumda. Genelde beklentilerimizi ya da çıkarımlarımızı ülkedeki “ünlü” isimlerin açıklamaları üzerinden yapıyoruz; “Şu isim açıklama yapmadı, bu isim destek verdi” gibi… Türkiye’de popüler olmamış ya da popüler olmayı tercih etmemiş ama sanatla iç içe ve üretimini aksatmadan devam ettiren birçok sanatçı var. Onların mücadeleleri küçümsenecek mücadeleler değil. Bu insanlar sahne bulamamayı, parasız kalmayı göze alıyor, tutuklanıyor, kurum çalışanı ise işten atılıyor vs.

“Neden bu noktaya geldik” sorusunu başka bir açıdan ele alalım. Herkesin sessiz kalmakla ilgili kendince haklı sebepleri olabilir ve bu cevap olarak sunulabilir. Ben bu haklı sebep meselesine biraz daha derinlemesine bakmak gerektiğini düşünüyorum. Sessiz kalmakta, haklı sebeplerin arkasına sığınmakta gidebilecek bir yol kalmadı ve bunun arkasına sığınmanın reel bir karşılığı yok. Mesela “Çocuğum var” gerekçesi… Benim de var. Hatta ben mücadeleyi çocuğum için yaptığımı söylüyorum, sen mücadele etmemeyi çocuğun için seçtiğini söylüyorsun. Konforlu yaşamı kaybetmemek de çok insani ve evet, insan alıştığı şeylerden vazgeçmekte çok zorlanır. Ama bu parayla kurduğunuz ilişkiye bağlı. Para sadece hayatını idame ettirebilmen için gerekli bir araçsa böyle beklentiler olmaz. Daha çoğunu istiyorsan o zaman bu, politik ve sosyolojik tercihlerini de etkiler; pozisyon almakta zorlanırsın, korkarsın… Ama şu ikiyüzlülüğe girmeyelim; bunun için korktuğunu söylemelisin o zaman. Arkadaş grubu içerisinde çok sıkı muhalif olup hayatının geri kalanında, özellikle sanat gibi bunun için kullanman gereken bir alanın parçasıyken bunu söylemiyorsan bu ikiyüzlülük.

Net bir kutuplaşma, dolaysız bir nefret söylemi, muhbirlik müessesesi, palazlanan linç kültürü, savaş güzellemeleri… Bu sürecin etik yansımalarına dair öngörüleriniz var mı geçmişle kıyasladığınızda?

Bence bu sefer unutulmayacak. Çok ciddi bir hafızasızlık problemi yaşıyordu toplumsal olarak Türkiye ama Gezi’yi kırılma noktası olarak baz alırsak insanlar artık pek de hafızasız olamazlar. Sosyal medyanın etkisi çok büyük bunda. Sürekli önünüze düşen bir bilgi yığını var. Dün “Sanatçılar Afrin operasyonuna destek verdi” diye bir haber vardı; açıklama yapan Yavuz Bingöl. Yavuz Bingöl, beş sene önce benim de içinde olduğum grupla birlikte savaşa karşı Reyhanlı’ya gitmişti. Ondan kısa bir süre sonra da Gezi Parkı’ndaydı. Artık kimse bunları unutmuyor. Bu yüzden de hiç kimsenin yanına gidemiyor, hiç kimseye selam veremiyor. Bundan daha korkunç bir durum olabilir mi? Ben bu kararı alan hiç kimsenin kendi iç dünyasında mutlu ve huzurlu olabileceğine inanmıyorum. Bence bu çok acınası ve üzücü de bir durum.

Tekrar oyuna dönersek, Sadece Diktatör neden sahnelendikten üç yıl sonra yasaklandı? Ne oldu da düğmeye basıldı?

Aslında üç sene sonra fark edilmedi. Biz birinci sezonda da engelleme girişimleriyle karşı karşıyaydık. Sadece bu kadar kurumsal ve sert bir mekanizma halinde değil de, yaptığımız turnelerde salon bulamama düzeyindeydi. OHAL yoktu o dönem. Belki öncelik sırasında bir tiyatro oyunuyla uğraşmak çok önemli değildi. Kasım 2015 seçimlerinin hemen sonrasıydı, bir rahatlama da vardı. Bir de oyunun Türkiye turnesine geç başladık. Türkiye turnesi hızlanmaya başladıktan sonra sosyal medya üzerinden bu oyundan rahatsızlığını sürekli söylemeye başlayan grubun etkisinin olduğunu düşünüyorum. Belki BİMER’e şikayet olmuş olabilir. Süleyman Soylu’nun bundan rahatsız olup, kendine iş edinip Artvin ‘deki oyunu yasaklamasıyla ve Artvin’deki organizasyonun Halkevi tarafından örgütlü bir grup tarafından yapılmasının etkisiyle iş büyüdü. Görüntü korkunçtu. Hopa’da onlarca özel harekat, bine yakın polis, tomalar, akrepler vardı…

Kürtçe oyunlar zaten sahne bulmakta zorlanıyor ama Sadece Diktatör’le birlikte Adalet, Sizsiniz oyununun da başına benzer yasaklar geldi, çocuk oyunları bile yasaklanıyor. Şu anda tiyatrodan bahsediyor olsak da her alanda benzer baskı var. Tüm bunlar sizce neye işaret ediyor?

Ben tüm bunların kurumsallaşmış örgütlü bir kararın sonucu olduğunu düşünüyorum. Yine bir seçime doğru gidiliyor. Bu seçime doğru giderken toplumsal olarak rahatsızlık çıkarabileceklerini düşündükleri her şeye saldırmayı tercih ediyorlar bana kalırsa. Sanatın bu açıdan çok güçlü bir refleksi var. Elbette yasaklanma kararında yazdığı gibi “toplumsal bir infial” yaratacağımız yok ama insanların söylenmeye başlamalarına sebep olabilir. Buna bile tahammülleri yok. Çünkü çok kırılgan bir yapı içerisinde iktidar. Bazı şeyleri kontrol etmekte zorluklar yaşadıklarını hep birlikte görüyoruz. O yüzden devlet ve şehir tiyatroları gibi bir yasayla ya da KHK ile müdahale edebilecekleri alanların dışında bağımsız, kendilerinden beklentisi olmayan ve iktidarın istemeyeceği şeyler üreten sanat kurumlarına bir operasyon başlatılmış olabilir.

Aritmetik olarak da hiçbir anlamı yok ki bunun, Emek Sahnesi 70-80 kişi alıyor mesela.

Bu açıdan bakarsak Sadece Diktatör‘ü toplamda izleyen kişi sayısı 40 bin. Hadi oyun yasaklanmasaydı, 10 bin kişi daha eklenseydi 50 bin olurdu. Şimdi oyundan 25 milyon insanın haberi var. Yani ters anlamda domine ediyor aslında.

Bu, sizin sansürü bertaraf etme yönteminiz oldu ama bu yoğun yasaklamalara karşı daha çoğul bir biçimde nasıl karşı durulur? Pek çok sanat kurumu, topluluğu bu ortamda geride duruyor. Sanatın farklı alanlarından farklı tepkiler, reaksiyonlar gösterilse de bir arada ses çıkarabilen çok az oluşum var. Tüm bunlara rağmen üretimin yoğun olduğu, sanatçıların daha kolektif üretimlere yöneldiği bir hareketlenme de dikkat çekiyor. Siz bu anlamda sanat ortamındaki örgütlülüğe dair ne gözlemliyorsunuz? Mesela sizin de kurucu üyesi olduğunuz ve geçenlerde tepki gösterdiğiniz Oyuncular Sendikası’yla başlayabiliriz…

Türkiye’deki temel sendikal sorun Oyuncular Sendikası ile sınırlı değil. Özellikle 2010 yılından sonra daha zor bir hale geldi sendika içerisinde mücadele etmek. Oyuncular Sendikası’nın kurucu üyelerinden birisi olmama rağmen her döneminde ve gördüğüm her aksaklıkta muhalif konumuna düşme pahasına sözümü söylüyorum. Oyuncular Sendikası hem dansçıları hem mikrofon sanatçılarını hem de oyuncuları kapsadığı için ve özellikle de televizyon dizilerindeki çalışma şartlarını düzeltmeye çalışan bir kurumsal yapıya ulaşmak istediğinden popüler isimleri de bünyesinde barındırıyor. Dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz. Bu sendikanın üyesi olan popüler oyuncu, sendikal mücadelenin nereye düştüğünü bilmiyor. Sendikanın en büyük avantajlarından birisi bütün oyuncuları sigortalı çalışan haline getirmek ve en azından insanların hayatlarını idame ettirecek kadar bir taban fiyat uygulamasını sağlamak. Ama bu bazı popüler oyuncular, kendi aldıkları fiyatların ödenebilmesi için sektörün diğer çalışanlarının ne yaşadığı gerçeğini bilmiyorlar mı? Biliyorlar. Bununla ilgili rahatsızlık hissetmeyen insanların da sendikal mücadele içinde varolmasını beklemiyoruz. Ya da Oyuncular Sendikası’nın bu kadar ortalama ve politik olmamaya özen gösteren diline rağmen şu an birçok üyesinin kurumu çok radikal ve solda bulduğunu biliyor musunuz? Çok korkunç bir şey bu. İnsanların sınırlaması ya da beklentisi bu kadar aşağıya çekilmiş durumda.

Siz daha kendi oyuncunuzla ilgili bu problemi çözemezseniz sendikada iyi niyetli çalışmanın bir anlamı kalmıyor. Bunun çözümü nedir? Çözüm olarak bakmamak lazım ama ben bunun bir eliminasyona sebep olacağını düşünüyorum. Bu insanların aldıkları bu kararlarla hayatlarını ileride bu şekilde devam ettirme şansları yok.

Üretkenlik meselesine gelecek olursak, bu yoğun üretimin temel sebeplerinden biri, belli bir politik bilince erişmiş oyuncuların bu türlü bir piyasa ekonomisinden, sermayeden beklentisinin olmayışı. Sistemle dertleri var ve bunun için sanatçı olmuşlar, dolayısıyla kendilerini bağımsız hissediyorlar. Ama herkesin aynı dille politik mücadele yürütmesi de mümkün değil. Küçük sahnelerde farklı tarzlarda oyunlar çıkıyor; kiminin politik eleştirisi çok metaforik oluyor, kimi bütünün büyük bir parçası olarak merkezine alıyor, kimi çok alegorik olabiliyor ama önemli olan devlet tiyatrosu, şehir tiyatrosu ve birkaç kurumsal özel tiyatronun içine sıkışmış olan tektipliğin kırılıyor olması alternatif sahnelerle. Yeni yazarlar, yeni yönetmenler, çok nitelikli ve iyi oyuncular var. O yüzden Oyuncular Sendikası’ndan daha önemli bir mücadelenin bu tarafta yürüdüğüne inanıyorum.

Tiyatro kolektif bir alan ama siz bununla yetinmeyip tekil olarak da önde duran, politik gündemi takip ve kritik eden, sosyal medyada aktif bir oyuncusunuz. Bu anlamda sizin gibi bireysel olarak öne çıkan başka sanatçılar da var. Bu tekil konum bir tercih mi, bir zorunluluk mu?

Ben bireysel olarak mücadele ettiğimi düşünmüyorum. Bir kere örgütlüyüm, bir parti üyesiyim. Dolayısıyla beraber mücadele ettiğim insanların varlığı beni güçlü kılıyor. Bu, yalnız olmadığımı hissetmek ve motivasyonun yenilenmesi için önemli. Ama onu da bırakalım, siyasi olarak aynı ideolojiye sahip olamasak da asgari müştereklerde buluştuğumuz dünya kadar insan var. Sanatçı olmak zorunda değiller.

Evet, ben bir televizyon oyuncusuydum, beni tanıyan insanlar var. İnandığım şeyler için mücadele ederken sosyal medyanın gücü beni başka bir popüler alana itti, buna da tamam. Ama bunun sonucunda çok görünür oldum diye bir korku yaşamaya başlarsam bu psikolojik olarak çok yıpratıcı olur. Ben diğer arkadaşlarımın verdiği mücadelenin fazlasını ya da eksiğini yapıp yapmadığımı düşünmek yerine, onlarla beraber mücadele ettiğimi düşünüyorum kendi adıma.

Ayrıca nicelikten çok nitelik önemli benim için. 10 bin kişi olabilirsiniz ama yaptığınız eylem hiçbir yere varmayabilir. 100 kişi öyle bir eylem yaparsınız ki ülkedeki milyonlarcası bu eylemin sonucundan bir şeyler alır. Şu ana kadar hiçbir şey yokmuş gibi davranan bir tiyatronun bizlere destek vermesi sevindirici olabilir ama karşılığı yok, devam ettirmeyecekse anlamı yok. O zaman konu kişiselleşmeye başlıyor. Sadece bana değil, Levent Üzümcü’ye de, Genco Erkal’a da destek olacak mısın? Bu yüzden önemli olan nitelik.

Tarihteki benzer süreçlere baktığımızda o baskı zamanlarından geriye önemli eserlerin kaldığını biliyoruz. Bugünlerin, Türkiye’nin geleceğine sanatsal anlamda kaybettirdiklerinin yanı sıra bırakacağı izler de olacağını düşünüyor musunuz?

Düşünüyorum. Çünkü tarihin her baskıcı dönemi sonrasında sanata baktığınızda bunun çok net referansları var. Dünya karanlık çağ denenen bir dönem yaşamış. Her şeyin yasak olduğu, kilisenin müthiş baskısının olduğu bir dönem bitmiş, sanatın en yükseldiği dönem başlamış. Bu bir özümseme süreci. Şu an bir baskı ortamı var. Her yazar, çizer, yönetmen bunu belleğe toplar. Bunun uygun bir anını bulduğunda, o anki fiili durumu delmeye çalışarak üretmeye başlar. Bugün hâlâ 2. Dünya Savaşı sonrasında Nazi’lerin Avrupa’da yaptığı vahşetin üzerinden film çekilebiliyor olması bunu özümseme süreciyle ilgili. Sanat ortamımız bazen bazı şeyleri çok zor özümseyebiliyor. Türkiye bu konuda biraz kısır bir ülke. Dersim, Maraş, Çorum, Sivas katliamları, 6-7 Eylül olayları, Ermeni soykırımı… Bunların hiçbirinin filmi yapılamadı ya da yapılmaya çalışıldığında da otosansür mekanizmaları harekete geçerek mümkün olduğunca aşağılara çekildi. Ama yine de aradan bir, iki kişi dahi çıksa bu önemli bir kazanımdır.

Elbette herkes aynı şekilde bir sanatsal üretim ortaya koyamaz. Yoksa dünya faşizme, ırkçılığa, emperyalizme karşı mücadele eden milyonlarla dolu olurdu. Biri “Herkesin cesaret gösterebileceğini düşünüyor musunuz?” diye sormuştu. Elbette düşünmüyorum, herkesin eşiği farklı ama o kadar da az değiliz. Bunu yakın zaman önce, Gezi Parkı’nda yaşadık. Beklemiyorduk ama o ağaçlar, ekoloji, doğanın kendisi ortaklaştırıcı oldu.

Otosansür mekanizmaları devreye giriyor dediniz ya biraz önce. Bunu biraz daha somutlaştırırsak bugünkü otosansür uygulamalarının tezahürleri neler mesela?

Bugün otosansürün birçok yöntemi oluşmaya başladı. Eskiden ana akıma iş yapıyorsan en büyük derdin büyük gişe yapması, televizyona satabilmek gibi şeylerdi ve bunu yapabilmek için kendini mümkün olduğunca kontrol etmen gerekiyordu. Şimdi festival filmi yapıyorsun ve +18 alabileceğini düşündüğün için kendi filmini kesiyorsun. Daha önceden asla yapmayacağın ve karşı olduğun bir şeyi şimdi yapıyorsun ve bunun için kendine geçerli bir sebep bulman lazım. Televizyon dizilerinde de sıkça gördüğümüz bir şey var; önce topluma kötü örnek olmasın diye sigara ve alkol yasaklandı, sonra sevişme sayılabilecek sahneler yasaklandı, şimdi de çiftler evli değilse öpüşmeleri yasak. Artık iktidarın belli bir kısmının bunu söylediğine dahi inanmıyorum. Bu bir otosansür ve bunu yapan büyük ihtimalle kendini muhalif olarak da tanımlıyordur. Bu da bilinçsiz muhalefetin etkisi ve o diktanın gittikçe güçlenmesi demek.

Kendinizden beklediğiniz ile diğer insanlardan beklediğinizin aynı olmaması bilinci de önemli. Bir diktatörü canlandırmanın getirisi olarak karşı psikolojiyi anlamanın bir etkisi var mı bunda?

Oyunu oynayana kadar kitle psikolojisi, diktanın oluşma süreci, faşizm ve pragmatizmin bir toplumda neler yaratttığı gibi meseleler okuduklarım üzerinden bildiğim şeylerdi. Ama oyunla birlikte her sahneye çıktığımda bir yerden sonra psikolojik özdeşlik de kurmaya başladım karakterle ister istemez. Metinle birlikte seyirciye sorular sorarken kendimi de sorgulamaya başladığım alanlar oldu. Bana mücadele alanını genişletmek açısından yararı olduğunu söyleyebilirim.

Şimdi oyunu oynama imkanı kalmadı. Olsaydı turnenin ne kadar ömrü vardı?

Biz bu sezon 200 oyuna ulaştığında bitirmeyi düşünüyorduk. Şimdi niyetim oyunu internete koymak sezon sonunda. İnsanların ücretsiz olarak ulaşabilecekleri bir link olarak paylaşacağız. Youtube vs. hepsini kapatmayı tercih ederlerse bilemem.

Öte yandan ikinci filminizi çektiğinizi söylediniz, yani üretim devam ediyor bir şekilde…

Filmi çektim, şimdi kurgusu yapılıyor. Birkaç yurtdışı festival başvurusu yapacağız ilk aşamada. Bizdeki festivallerin durumu korkunç biliyorsunuz. Zaten ben yurtdışından yurtiçine doğru bir sarmal kurmayı planlamıştım. Bu biraz daha prestij açısından A sınıfı festivallerin filminizi daha görünür kılmasından da kaynaklanıyor, daha global bir ağı var işin. Bir sonrasındaki film için kaynak arayışında oluyorsunuz bir de.

Buradan geliyoruz Kültür Bakanlığı’na… Kültür Bakanlığı’ndan bir destek istemiyorum ama isteyenin alamadığını da biliyorum. Ufak bir muhalif eleştirisi varsa, ki Tolga Karaçelik ve Emin Alper örneklerini biliyoruz, vermiyorlar. Benim alamayacağım zaten aşikar. Ayrıca Kültür Bakanlığı’ndan destek istemekle ilgili de bir eleştirim var. Sarfedilen bir sürü klasik cümleyi yan yana koyabilirim; “Para bizim, bizim vergilerimizle çekilecek o filmler”… Evet ama sen bu parayı talep ettiğin sürece bu insanlar kendi kuralları ile verecekler o parayı. Kazım Abi (Öz) filminin sansürlü kısımlarında ekranı kararttı. Kazım Abi politik biri, güzel de bir eleştiri ama o sözleşmede söylüyor zaten parayı nasıl kullanacağını. Burada bir ikilem ortaya çıkıyor. Ya bu sözleşmeyi kimse kabul etmeyecek ve Türkiye’de örgütlü bir biçimde sinema sektörü devlete karşı bir protestoya girişecek, bu sözleşmeyi kabul ediyorsak da ” Bana vermediler” denmeyecek. Zaten ucu çok açık bir fon. Niteliği de tartışılıyor. Fonun amacı ülkede yapılan sanatsal üretimleri dünyaya açmak. Bunu yapamıyorsa sıkıntı var. Ben ikinci filmin başına “Kültür Bakanlığı’ndan destek talep etmemiştir” diye yazacağım sanırım…

Devlet ve Şehir Tiyatrolarının dönüştüğü durum da bunun başka bir versiyonu…

Kurum içinde tiyatro yapıyorsunuz. Sinirleniyoruz, bağırıyoruz ama orası bir kurum, tüzüğü var, müdürü var…

15 yıl önceye kadar, en kötü koşullarda dahi bir anlamı vardı. Nispeten özerk görünüyordu. Şu an yok. Normalde radikal bir eylem olması, mesela herkesin toptan istifa etmesi gerek. Kimle ne yapıyorlarsa yapsınlar, bakalım oluyor mu? Ya da 10 devlet tiyatrosu oyuncusu, alacağı maaştan vazgeçip tiyatro kapısının önünde kendi istediği oyunun koyulmasını istemeli. Çözüm nerede dedik ya; bizim sektör açısından burada. Biz Gezi döneminde çok ünlü oyuncuların birkaçından rica ettik: “Televizyon kanalları bu toplumsal hareketle ilgili haber yapmamak için ayakta. İki gün setlerinize gitmeyin. Gitmeme sebebinizin de iktidarın televizyon sektörü üzerindeki etkisini protesto etmek amacıyla ilgili olduğunu söyleyin. Sizi kimse işten atamaz. Bu sektör sizin üzerinizden dönüyor” dedik. Olsaydı her şey çok mu farklı olurdu? Bilmiyorum. Ama o an için etkisi olabilirdi. Ayrıca Gezi’ye kimler, kimler gelmedi ki. Ben ummadığım insanları gördüm orada. Bu, iktidara yamanmaya çalışan insanların aslında hayal ettiği her şeyin bizim yapabiliriz dediğimiz şeylerde gizli olmasıyla ilgili. Ama bunun için adım atacak iradesi yok. Başkası yapsın istiyor.

Film neyi anlatıyor?

Savaş ve göç, kadının baskılanması üzerine, post-apokaliptik bir alegori.  Onur Orhan yazdı. Bin yıl önceye de ait hissedebilirsiniz ama bin yıl sonra bir nükleer savaş sonrası da olabilir. Bir kısır döngüyü anlattık aslında. Yerleşme, medenileşme, iktidara sahip olma, savaş, yıkım… İnsanlık tarihi boyunca kırılamayan bir çember. Bunun üzerinden bir film çektik.

Ticari gösterime girmesi için eser işletme belgesi almanız gerekecek sanırım. Reddedilme ihtimali var mı?

Reddedeceklerini düşünmüyorum ama yaş sınırlaması koyulabilir. Zaten Türkiye ‘de dağıtım tekeli dediğimiz şey başlı başına o kadar sansür mekanizması ki, seyirciye ulaşamıyorsunuz. Filmin vizyona girmesini istememizin sebebi para kazanmaktan öte seyirciye ulaştırabileceğimiz kadarını ulaştırmakla ilgili. Festivallerde herkes ulaşamıyor. Bu aşamada ilk filmim Eksik’i de koymak istiyorum internete. Yeni filminse önce turunu tamamlaması lazım. Sonuçta sanat dediğimiz şey karşılıksız olmuyor çünkü tekrar üretmeye devam etmek zorundasınız.