AYŞEGÜL TÖZEREN
Kadınlar, ellerine kalemi alıp, sözcük hokkasına batırdıklarında, eril tahakkümün topraklarına sızmış sayılırlar. Erkin gözünde, dişil olan yaratıcılıktan uzaktır. O bazen bir tarla, bazen bir kâğıttır. Tohum da, söze dönüşen ses de erkeğindir. Bundan, kadının edebiyat dünyasına girişi olaydır.
Kadın, yüz yıllardır öyküsü, şiiri yazılan, metin içinde tekrar yaratılandı. Oysa kadın kalemi kâğıdı önüne çekip, yazmaya başladığında, kendisine biçilen çuvala sığmayacağını gösterdi, rengârenk hikâyeler, rengârenk dünyalar yarattı. Erkin edebi topraklarına sızarken, birçok örnekte de görüleceği gibi kadının adı yoktu, kadının mahlası vardı. Yazan mahlasa sahip olduğunda otosansürden korunabileceğini düşünüyordu.
19’uncu yüzyılda Fransızca roman yazarı Amantine Lucile Aurore Baroness Dudevant, George Sand takma adını kullanıyordu. Bronte kardeşler de kendi isimlerini kullanamamışlardı. Charlotte için Currer Bell, Emily için Ellis Bell ve Anne için Acton Bell maskelerini yaratmışlardı. Jane Austen, yaşarken kendi adıyla eserlerini yayımlayamayan yazarlar arasında sayılabilir. Türkçe edebiyatta da, ilk kadın romancılarımızdan Fatma Aliye Hanım da çevirilerini dahi kendi adıyla imzalayamadı. “Bir kadın, bir edibeydi.” ‘Bir kadın’ın çabaları Ahmet Mithat Efendi tarafından övülüp, manevi kızı olarak kabul edilmesiyle, Fatma Aliye Hanım yayın dünyasının farklı bir alanına geçti. 1891 yılında Ahmet Mithat Efendi ile birlikte Hayal ve Hakikat adlı romanı yazdı. Metin, Ahmet Mithat ve ‘Bir Kadın’dan oluşan yazar künyesiyle yayımlandı. Fatma Aliye’nin kendi adıyla kendi romanının yayımlanması için bir yıl daha beklemesi gerekiyordu.
Kadınlar yazdıkları bazı eserlerde mahlasla dahi yer alamazlar. Fransız yazar Gabrielle Colette, yazın yaşamına ilk adımını evin bir odasında kilitli biçimde eşinin zorunlu gölge yazarı olarak atar. Henry Gauthier-Vilars, eşinin yaratıcılığını sömürerek, Colette’in yarattığı Claudine karakterini kendi oluşturmuş gibi edebiyat dünyasına sunar. Kendisi birçok alanda yazarken, edebiyattan o kadar anlamıyordur ki, Colette’in yazar olarak değerini bile fark edemez. Roman, Paris’in edebiyat çevrelerinde takdir gördüğünde, Colette’in yazınsal gücünü görür. Onu gölge yazarlığa zorlar. Neyse ki Colette, zorba eşinden ayrılabilecektir. “Ben hiçbir zaman ay ışığı altında yazmadım, yazmak emek ister,” diyen Colette, romanlarında ‘ideal’ erkekler için de keskin tespitler yapacaktır: “Gül kokusu gibisin, iştahı kesiyorsun.”
Bir diğer edebiyatçı ve şair Sylvia Plath da, evdeki diğer yazanın, eşinin gölgesi olmayı kabul etmeyen bir kadındı. Kraliyet şairi Ted Hughes’un, Plath’tan gölge şairlik talep etmese de, evde de şair-i azam olmak istediği bilinir. Sylvia, yaşamında yayımladığı otobiyografik romanında mahlas kullanır. Bunun sebebini Plath arkadaşı Anne Sexton’a, annesini utandırmamak olarak açıklar. Bir diğer sebebi de, şair olarak tanınan Plath’ın nesrinin, şair işi olarak görülüp, eleştirilmesinin önüne geçmektir.
Sylvia Plath, Sırça Fanus’u, Victoria Lucas mahlasıyla yayınlar. Hatta romandaki başkarakterin de adını Victoria Lucas olarak koyar. Ancak editörü başka bir isim koyması konusunda ısrarcı davranır. Plath, kabul eder ve ana karakterin adını Esther Greenwood olarak değiştirir. Yazarın arkadaşları, Sylvia Plath’ın, annesi, Aurelia Plath yaşadığı sürece, Sırça Fanus’un kendi adıyla yayımlanmamasını istediğini söyler. Ancak mirasçısı tarafından bu isteği de yerine getirilmeyecektir.
Sırça Fanus’un başkarakteri Ester’in dilinden de, takma ismini gerekçelendirmeye çalışır: “Bu derste yazacağım öykülerden birkaçını takma bir adla dergiye gönderip Jay Cee’yi şaşırtmaya karar verdim. Bir gün öykü editörü, Jay Cee’nin odasına gelip öyküleri masasının üzerine bırakacak ve ‘Burada her zamankilerden daha iyi şeyler var,’ diyecekti, Jay Cee de bu görüşü paylaşıp öyküleri kabul edecek ve öykülerin yazarını yemeğe çağıracaktı, işte o zaman karşısında beni bulacaktı.”
Sırça Fanus’ta Ester de mahlas kullanır. Bir barda erkeklerle tanışırken… “ ‘Benim adım Elly Higginbottom,’ dedim. ‘Chicagoluyum.’ Sonra kendimi daha güvende hissettim. O gece söyleyeceğim ya da yapacağım herhangi bir şeyin benimle, gerçek adımla ve Boston’dan oluşumla ilgisi olmasını istemiyordum.”
Mahlas, Ester’i de, Sylvia’yı da güvende hissettirir. Güvende hissettirir ya da ferahlatır. Aile evinden ayrılıp, sahile kaçırır kimliğini… Aile romansı Sylvia’nın zincirleridir, onlardan başka bir isimle kurtulmaya çalışır.
Ve Ester de yazınsal bir mahlas bulur kendine: “Geçide döndükten sonra ilk temiz kâğıdı eski portatif daktiloma taktım. Kendimi uzaktan, bir başkasıymış gibi, iki beyaz ahşap duvar, bir çalılık ve bir karaağaç sırasının ortasında, bir bebek evindeki küçük bebek gibi otururken görüyordum.
İçim sevecenlikle doldu. Kitabın kahramanı ben olacaktım ama elbette maskelenmiş olarak. Adım Elaine olacaktı. Elaine. Harfleri parmaklarımla saydım. Esther’de de altı harf vardı. Uğurlu bir rastlantıydı bu.”
Sylvia Plath, birden fazla maskeyle, personayla edebiyatta başarılı olmak istiyordu. Bir kişi olmanın sınırları, anne olmanın, eş olmanın sınırları onun boğazını sıkar. Ve elbette, o bir yazardır. Yüzüne yapıştırdığı maskeleri de kendisi yırtıp atar, bütün kimliklerini yok ederek…
Bir başka yazar Karen Blixen ise, kendisini toplumun yargılarına karşı, birden fazla mahlasla sigortalamaya çalıştı. Kadınları mahlaslara mahkûm bırakan sadece aileleri ve toplum değil. Aynı zamanda da edebiyat ‘piyasası.’ Harry Potter serisinin yazarı Joanne Rowling, kitaplarına J.K. Rowling olarak imza atar, böylelikle cinsiyetini anonimleştirir. İngiltere’de yayımlanan Independent gazetesinde 2015 yılında çıkan bir habere göre, bir kadın yazar kendi ismiyle metnini yayımcılara gönderdiğinde ellide iki dönüş alır, erkek ismini kullandığındaysa altı yayımcıdan beşi cevap verir.
Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda’dan sorar: “Bir süt firması normal sütün ve birinci kalite sütün etkileri arasındaki farkı fareler üzerinde denediğine göre, sanatçılara uygulanan cesaret kırıcılığın etkisini ölçme zamanı kesinlikle gelmiştir. Bir fareyi yan yana yerleştiriyorlar, birisi ürkek, güvensiz ve küçük, diğeri parlak tüylü, kalın hatlı ve iri oluyor. Kadın sanatçıları bu sütlerden hangisiyle besliyoruz acaba?”
Kadınları soluksuz bırakan, erkin gözetleme kuleleriyle dolu edebiyat evreninden, belki mahlas bir çıkış. Ama kadınlar artık mahlaslarını da yırtıp atıyor:
Evet, Ücra dergisinde, geçmiş yıllarda, “orda uzamda bir köy var” deyip, Dadaköy’ü kaleme alan Can Arp, benim.
Görsel, uzun yıllar resimlerini eşinin adıyla imzalamak zorunda bırakılan ressam Margaret Keane’e ait.