ÖZLEM ALTUNOK
Okuyacağınız bu girift, bir o kadar da açık sansür hikâyesi, yaklaşık iki yıl öncesine tarihlense de sansüre uğrayan ve bunu deşifre eden sanatçısının da söylediği gibi bugünlere uzanan ve bugünü daha iyi kavramamızı sağlayan önemli bir dönüm noktası aslında. Kurum-küratör-sanatçı ilişkisi üçgeninde sansür-otosansür mekanizmalarının nasıl da birbiriyle zincirleme ilişkilenerek bir sessizliğe, körlüğe dönüşebildiğini göstermesi açısından kilit bir vaka.
Vakanın nasıl cereyan ettiğini özetledikten sonra sözü serginin, işi sansürlendiği için iptal edildiğini deşifre eden belit sağ’a bırakalım…
Akbank Sanat’ın 2015 Uluslararası Küratör Yarışması’nın kazananı Katia Krupennikova‘nın düzenlediği Barış Sonrası / Post-Peace sergisi, 1 Mart 2016’da Akbank Sanat’ta açılacaktı.
“Savaş ve barışın günümüzde nasıl tezahür ettiği” sorusu çerçevesinde şekillenen sergi, açılışından beş gün önce ironik bir biçimde, tatmin eşiği hayli düşük bir açıklamayla; “kurum sorumluluğu” ve “içinde bulunduğumuz hassas dönem” klişeleri eşliğinde iptal edildi. Bu “hassas dönemde” kurumun iptal edilen tek etkinliği bu sergiydi, serginin sansürlendiğinin duyulması çok gecikmeyecekti. Önce serginin küratörü ve sanatçıları bir açıklama yaptı, ardından sansüre uğrayan sanatçısı belit sağ tüm süreci aktararak sansürü teşhir etti.
Öğrendik ki, belit sağ’ın işi, sergide bulunmasına rağmen, Akbank Sanat tarafından henüz fikir aşamasındayken sansürlenmişti. belit sağ’ın bu video işi, 2011 yılında JİTEM’in ve derin devletin bir parçası olarak 1990’lı yıllarda binin üzerinde Kürt vatandaşı öldürdüğünü itiraf eden Ayhan Çarkın üzerineydi. Çarkın’ın kişisel dönüşümüyle ilgili bu video, aynı zamanda tarihsel gerçeğin nasıl inşa edildiği ve kötülük kavramı üzerineydi.
belit sağ, sergiden tümüyle ayrılmak yerine, bu sansür sürecinden bahsedeceği bir başka video hazırlamaya karar verdi. Son halini 23 Şubat’ta alan videonun adı Ayhan ve Ben’di. 23 Şubat’ta Akbank Sanat çalışanlarına teknik kontrol amacıyla gösterilen işler arasında Ayhan ve Ben de vardı. Ardından sergi 25 Şubat’ta iptal edildi. Kurumun, serginin iptaline dair genel geçer ve muğlak açıklaması ise pek çok soru işaretini beraberinde getirdi ve öylece ortalıkta, yanıtsız kaldı.
belit sağ, süreci tüm detaylarıyla aktardığı açık mektubunda kuruma çeşitli sorular da yöneltiyor ve şunları söylüyordu nihayetinde: “Şu yaşadığımız ‘hassas’ zamanlarda tam da bu hassasiyet sebebiyle bu tür kurumların banka ya da diğer şirket bağlantıları yoluyla kültürel içerik üretimine bu şekilde karışmaları, serginin içeriğini sansürlediklerini kabul etmeyerek sorumluluktan kaçmalarını, bu devlet yanlısı tutumlarını yeniden yeniden ifşanın önemli olduğunu düşünüyorum. Bu kurumlar, sanatta sansürü ülkenin içinde olduğu bu durumu kullanarak olağanlaştırıyorlar, aynen Akbank Sanat’ın direktörünün iptal üzerine yayınladığı yazıdaki gibi (‘Türkiye hala yaşananların duygusal olarak etkisinde ve bir matem sürecindedir’). Akbank Sanat gibi kurumların bu şekilde devam edebilmeleri, kendilerinde bu gücü bulabilmeleri yaptıkları her haksızlığın hasır altı edilmesinden ve ihtiyaç duydukları desteği yeniden yeniden bulabilmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu kurumların bu tavırlarına izin verildikçe kültür ve sanat alanı kuraklaşıyor, mücadele alanlarından uzaklaşıyor, ve aynı zamanda şu zor koşullarda ve dar alanlarda yine de cesurca hareket eden, kendilerine ve diğerlerine alan açmaya çalışan kişi ve kurumların da hareket alanlarının kısıtlanmasına sebep oluyor. Kültür ve sanat emekçileri olarak bu duruma susmayı kabul etmeyerek karşı koyabileceğimizi düşünüyorum.”
Elbette Akbank Sanat’tan sonrasında da ses çıkmadı, tüm bu olanlar çeşitli kurumlardaki sansür-otosansür vakalarının bu sessizlik içinde pekişmesine olanak yarattı. belit sağ ise sanatsal ifade özgürlüğünün temel ve vazgeçilmez bir mücadele alanı olduğu düşüncesiyle üretmeye devam ediyor…
Akbank Sanat’taki Post-Peace sergisinin iptalinden sonra bir açık mektup yayımlayarak sergi için hazırladığın video çalışmasına dair yaşadığın sansür sürecini deşifre etmiş olsan da öncelikle aynı yerden başlamak isterim. Çünkü Post-Peace sergisi çağdaş sanat dünyasındaki kurumsal sansür vakalarının çok net biçimde görülmesini ve konuşulur olmasını da beraberinde getirdi. Aradan iki yıl ve köprünün altından çok sular geçmişken o süreci ve sonrasını bugünden değerlendirdiğinde ne görüyor, nasıl yorumluyorsun? Senin mücadelen ve etrafındaki destek neyi, ne kadar görünür yaptı?
O iki yıl içinde ister istemez devamlı içten içe yaptım bu değerlendirmeyi. Özellikle ülkenin geldiği duruma ve özelinde sanat alanına yapılan saldırılara baktıkça insanın içindeki hesap çıkarma isteği bitmiyor. Sansür sürecine dair söylenecek pek çok şey var; öncelikle benim için yaşadığım sansürün geldiği son nokta, önemli bir köşe taşı oldu. Sanat alanındaki dönüşümü bu sergiden öncesi ve sonrası diye tanımlamak mümkün gibi geliyor. Yanlış anlaşılmasın, benim “başıma gelen”in her şeyden önemli olduğunu söylemiyorum. Ama İstanbul’un ortasında bir serginin açılmasının engellenmesinin Türkiye’nin batısındaki yakın dönem sanat tarihinde ya da “yakın dönem sanat üzerine baskılar tarihi”nde önemli bir yeri olduğunu düşünüyorum.
Bir yandan da bu olayı “başıma gelen” diye tanımlarken şunu söylemem gerek: Başınıza bir şeyler gelir, sizi o olayın nesnesi, hatta mağduru haline getirmeye çalışır. Bana da bu oldu. Geriye dönüp baktığımda bu vakanın öznelerinden biri haline gelmek için gösterdiğim çaba, kendimle sonrasında hesaplaştığımda içimi rahat tutabilmemin ana sebeplerinden, içe dönük bir hesap verme durumu bu aynı zamanda. Mağdurlaştırmayan bir dille ilerlemeye gayret ettim. Dışarıya dönük bir hesaptan bahsedecek olursak da savunabileceğim, arkasında durabileceğim şeyler yaptığımı düşünüyorum.
Bir durumu yaşarken, içindeyken değerlendirmek çok zor. Yine de süreç hem bana hem de içinde olduğum sanat dünyasına dair kesinlikle çok şey öğretti.
Zorlayabilmenin, inatla “Yapılmak istenene boyun eğmiyorum, ne yaptığınızı da biliyorum ve sonuna kadar ifşa edeceğim” demenin o alanı açabileceğini düşünüyorum. Bunun yanında taktiksel olmanın da önemli olduğunu düşünüyorum. Bu, o anın kızgınlığında her zaman mümkün olmasa da çok önemli. Kızgınlık ise asla kenara koyamayacağım kadar değerli bir duygu. Şimdi o günlere dönsem aynı şekilde davranırdım. Ama bir serginin açılmaması gibi bir sonuç her açıdan sorunlu bir örnek oldu. Bunun sorumluluğunun benim üzerime atılmasının ise hiç dürüst bir tavır olmadığını düşünüyorum.
Her şeyden önemlisi bu sonucun nedenlerine bakmak bence. Akbank Sanat’taki yönetim ve devamlılık sorunu, ayrıca iletişim konusundaki beceriksizlik bu analizin çok önemli bir parçası. Bu sansürün mağduru durumuna getirilen grubun – sadece ben değilim- yalnızlaştırıldığı bir süreç yaşandı. Sürece dahil olan ve destek verebilecekken vermeme kararı alan diğer bileşenleri de unutmadan söylüyorum bütün bunları.
Tekrar da olsa yinelemek istiyorum; bir serginin açılmaması bir kayıptır ve bir serginin açılmaması gibi bir yaşanmışlık başka sergilerin gelecekte kapatılabilme ya da açılmama ihtimallerini beraberinde getirir. Sonuç olarak baskıyı normalleştiren bir sürece katkısı olabilecek bir durumdan bahsediyoruz.
Bir yandan da bir turnusol kağıdı oldu bu süreç pek çok aktörü için. Kiminle çalışabileceğimi, kiminle çalışamayacağımı gösterdi bana, sadece bana da değil, pek çok insana. Pek çok insan bana karşı tavır aldı, bunu da hissettim çok net olarak. Pek çok sanatçı ya da küratör de bana özelden ulaştı; yanımda olduklarını, mektubumun ve videomun onlara dokunduğunu söyledi. Yazdıklarınızın ve yaptıklarınızın insanlara dokunduğunu duymak paha biçilmez bir şey. Bu anlamda çok şanslı olduğumu söyleyebilirim.
Şu yalnızlaştırma sürecinden devam edecek olursak, sansürlenmek üzerinde nasıl bir etki bıraktı, üretimine etkisi ne oldu?
Sansür tabu bir mevzu. Sansüre uğrayan insanlar ne kadar buna kafa tutsalar da sonrasında sansür üzerine çalışmaya devam etmekte tereddüt ediyorlar. Bu çok anlaşılır bir şey. Sansür süreci sonrasında yaptığım işlere baktığımda, o süreci anlamaya ve insanlarla birlikte konuşmaya, üretmeye ihtiyacım olduğunu, sonraki pek çok işi aslında tam da bu yüzden yaptığımı fark ettim. Elbette sadece sansür üzerine çalışmadım ama bu yöndeki çalışmalarım, yaşadıklarımı hazmetmeye ve anlamaya çalışmakla ilgiliydi. Başkalarıyla, özellikle bu süreçleri yaşamış insanlarla bir araya gelmeye çaba sarf ettim. Sonrasında hep beraber bu deneyimler hakkında konuşmak için alan yaratmaya, bunun bir dilini bulmaya çalıştık birlikte. Mağdurlaştıran dille uğraştık yer yer, yer yer sansür vakalarında sanat alanında aktif olan insanların dayanışma göstermesi ne demek ve nasıl olabilir soruları üzerine çalıştık. Sansür benim başıma gelen bir şeydi, ben onu, bilinçli ve kendi seçimim olarak uğraştığım bir şeye dönüştürdüm.
Sansürü teşhirle uğraşırken ya da sansüre karşı koymanın yolları üzerine kafa yorarken çarptığın duvarlar, sıkıştığın köşeler nelerdi?
Sansür süreci, özellikle de serginin iptalinden hemen öncesi ve açık mektup süreci Cizre’de tanıştığım pek çok insanın ölüm haberlerini aldığım zamana denk geldi. Bir yandan -geç de olsa- kabul edilen bir travma var, bu travma sizin travmanız değil çünkü direkt etkisinde değilsiniz. Kürt kentlerinde yaşayanların koşullarında yaşamıyorsunuz, hayatınız tehlikede değil, öldürülenler siz değilsiniz… Peki bu durumda hangi duygulara hakkınız var? Bu soru beni çok uğraştıran bir soru oldu. “Zor durumdaki ben değilim” dedim, kendi üzüntüme yer açmakta zorlandım. Ne kadar gurur ve erkeklikle ilgili, lanet olsun ki çok da içselleşmiş bir şey aynı zamanda. Bir yanıyla da politik doğruculuğa değen yanları var, yani çok sorunlu.
Öğreniyoruz, yavaş da, sancılı da olsa öğreniyoruz. İnsan kendini çok daha derinden tanımaya başlıyor bu süreçlerde. İkinci derece travma diye bir şey var, kişinin kendi başına neler geldiğini anlaması zaman alıyor, ama bu süreçten geçmek çok önemli.
Bir yandan da “Benim sorumluluğum ne” diye sormaya başladım. “Sorumluluk kelimesinin altında ezilmeden bununla nasıl başa çıkabilirim” sorusu başından beri vardı. Sansür süreci beni bir anlamıyla da bu sorumluluk sebebiyetiyle daha netleştirdi, belirli bağlantıları daha rahat kurar oldum, keskinleştim. Orta sınıf kibarlıklarına yer yok bu keskinlikte, gerçek değil çünkü. İnsanın içini yakan, paramparça eden hislere yakın değil…
Cizre’deki ölümlerle Akbank Sanat’taki sansürü birbirine bağlayamadığım zaman aslında hikâyelerin ne kadar parçalı kaldığını yeniden farkettim. Birleştiremediğimiz hikâyeler, parçalı bir ülke hikâyesi, bunun sonucu da mücadelelerin birbirinden beslenememesi, kendilerini ve kendileri üzerinden diğer mücadeleleri anlayamamaları aslında ne kadar da manidar ve tam da istenen şey. Devamlılık ve hafıza sorunu her yerde. Ülke hasta, kurumlar hasta. Bu bağlantıları kurduğunuz aşamada verdiğiniz mücadelenin koru, “Benim sanatımı yasakladılar”dan bambaşka, daha kapsayıcı bir yere gidiyor.
Zaten “Benim sanatımı yasakladılar” diyebilecek biri değilim, bunun dışında bir şey diyemiyorsam muhtemelen hiçbir şey demezdim. “Benim sanatımı yasaklayamazlar”, tamam, bu da doğru ama “Benim sanatımın yasaklanması ne demek” diye sormak lazım, “Niye” diye sormak lazım, ne yapıyor bu iş, neye dokunuyor, dokunduğu yerlerde neler oluyor ya da olmuş da saklanıyor, tehlikeli bulunan ne?… Bu, “Ben ne kadar da önemli bir sanatçıyım” ya da “Herkes elindekini bıraksın benim sanatımı savunsun” demek değil, tam tersi “Siz neler yapıyorsunuz, nasıl baskı süreçlerine maruz kalıyorsunuz, ben hangi aşamada bunun farkına vardım, ifade özgürlüğü denen şey neden bazı insanları kapsıyor da kapsamadıkları toplu şekilde öldürülüyor” demek. Söylemeyi hiç sevemesem de büyük resmi görmek demek. Yani coğrafyaları ve insanları ayırmanın ne kadar etkili bir politika olduğunu, toplumca tekrar tekrar yaşadığımızı, bildiğimi sandığım bu şeyi, bu sefer kendi deneyimim üzerinden yeniden gördüm.
Bir politika üretemiyorsak sanat yapamayız, bunu söylerken de yanlış anlaşılmaktan korkuyorum. Demek istediğim her sanat işinin bir derdi olması gerektiği ama bu çok lokal, yerel, minik bir şey de olabilir. İlla ki her sanat eseri “Kürt halkının bağımsızlığı” diye bağırmalı demiyorum elbette ama bir derdi, bir konumu, bir anlayışı olmak zorunda.
Sergide yer alacak ilk işinin sansürlenmesinden sonra sergi ve kurum yetkilileriyle görüşmelerin sonucu sergiden çekilmek ya da uzlaşmak yerine sergi için hazırlayacağın yeni işle de sansürü teşhir etme girişiminde bulundun. Sonrasında da ifşaat geldi açık mektupla. Bu süreçte sansüre uğrayan bir sanatçı olmanın ve üstelik işini geri çekmeni öneren kurumla uzlaşmamanın üzerinde oluşturduğu baskı, geri çekilmeye zorlanmaya karşılık ‘içerden’ ve açıktan destek ya da dayanışma gördün mü?
Genel olarak sergiye ve serginin küratörüyle sanatçılarına kapılarını açan Tütün Deposu çok ciddi bir destek verdi. Bence bu çok önemliydi. Ama onun dışında konuştuğumuz pek çok kurum destek vermedi, sanat mekanları ve kurumlarından bahsediyorum, yoksa Siyah Bant gibi sansür üzerine çalışan gruplar, sürecin içinde ve devamlı destek halindeydiler. Bahsettiğim kurumların bazıları açıktan destek vermenin başka bir kuruma karşı tavır almak olacağını ve bunu yapamayacaklarını söylediler. Tabii bu durumda öncelikler sıralaması yapılıyor, yani sansüre uğrayandan çok, sansür uygulayanla ilişkilerin bozulmaması önceliği var. Bir de destek vermek sadece mekânını açarak olacak şey değil, dayanışma o şekilde köşelere sıkıştırılıyor, anlamı daraltılıyor. Dayanışma dediğimiz, sadece banka hesabından para yatırarak olacak bir şey değil, çeşitli düzeylerde tavır almak gerek, bir duruşunuzun olması gerek.
Genelleyerek söylüyorum ama böyle bir duruş ne yazık ki ne kurumlarda ne de sanatçılarda var. Belki tek tek sanatçılarda var ama bir birliktelikten söz etmek zor, bu da tabii ki hep yetersiz kalıyor. Mesela bana şu anda Akbank Sanat’ta sergi yapılması abes geliyor, özellikle de böyle bir olay yaşandıktan sonra. Bunu kınamak için söylemiyorum ama eleştirellik denen şeyin o şekilde kurum içlerinden yapılması böyle bir olaydan sonra mümkün değil diyorum, en azından bu kurumda mümkün değil. Yani dediğim gibi bir duruş sorunu var. Ama tabii ki bir de ekonomik sorunlar ve sanatçı olarak ya da küratör olarak Türkiye’de var olabilmenin zorlukları var. İmkansızlıklar, olanaksızlıklar var, bunu da kabul etmemiz lazım. Ama yine de mecbur olmakla umursamamanın (ya da bazı şeyler olmamış gibi davranmanın) arasındaki çizgi neresinden baksanız kalın bir çizgi.
Sanatın en temel ve kaçınılmaz meselelerinden biri sansür. Sanat-ifade özgürlüğü-sansür ilişkisinde kendini bir sanatçı olarak nasıl konumlandırıyorsun?
Benim hareketli görüntüyle ilişkimin kaynağı videoeylem pratiğim. Ben sanata aşık olup ya da sanatçı olma isteğiyle sanatçı olmadım, videoeylem pratiğinin bir uzantısı olarak sanat işleri yapmaya başladım. Hatta sansür dönemindeki pek çok refleksim sanat değil videoeylem geçmişimden geliyor. Sanat alanında çok da yaygın olmayan tepkiler verdiğimi düşünüyorum o dönemde. Her şeyi açık açık ortaya koymayacağım düşünülerek yapılan pek çok hareket, sansürü ifşa ettiğimde insanları şaşırttı, hatta nankör olduğum iması yapıldı. Çok acayip bir mantık bu. Çokça cinsel tacizle ilişkilendiriyorum bu durumu, ‘hak etmesen sansüre uğramazsın’, ‘mini etek giymesen taciz edilmezsin’ ya da ‘patrondur/aile büyüğüdür dokunur orana burana, yemek yediğin kaba sıçmak olur patronunu ifşa etmek’. Kurum, kuruluş, ünlü küratör de sansürler, hatta senin iyiliğin için yapar bunu, ki mekâna, sana, ziyaretçiye zarar gelmesin. Bu durumda susman gerekir. Yani senin iyiliğin için, senin yerine, seni karar mekanizmalarının dışına atarak ve suçlayarak karar verir. Eğer bu; toksik, istismarcı, kontrol ve güç dinamiklerinin kötüye kullanıldığı bir ilişki tanımı değilse, bu tür ilişkileri nasıl tanımlıyoruz acaba? Böyle düşününce sansür mevzusu ve kullanılan sessizleştirme taktikleri çok berraklaşıyor. Belirli kurum- kuruluş ve küratörlerle ilişkini iyi tutmazsan tutunamazsın sanatta deniyor hep, yani oraları ifşa etmek tehlikeli. Ama bu toksik ilişkiler hakkında konuşmazsak ya da harekete geçmezsek, bu alanlarda çalışamayacağımızı düşünüyorum. Yurtdışında yaşamam ve bu kurum, kuruluşlara ve küratörlere bağımlı olmamamla da ilgili bu şekilde davranabilmem. Bunun gayet de farkındayım. Bu insanlar gerçekten yol tıkayan, bazı çalışmalarda yer almanızı engelleyebilecek insanlar. Bu anlamda şakası yok bu işin. Ama sanat dünyası da bunlardan oluşmuyor sadece, ifşa olmaları tam da bu yüzden çok önemli. Dayanışan akıllı insanlarla da dolu çevremiz, ben umutluyum ve o umudu kırmak biraz zor.
Benim için ciddi bir ilham kaynağı olan “feminist killjoy” terimi ve Sara Ahmed’in yazıları ve tavrı geliyor aklıma. Ahmed’in bu terimi nasıl çevirildi Türkçe’ye bilmiyorum açıkçası. İşle hayat birbirinden bambaşka mücadele alanları değil, mücadelemiz bütünlüklü olmak zorunda. Cizre’yle İstanbul’daki mücadelelerin bağlanması gibi, gündelik alanı da içine alan toplu bir bakış ve eylemlilik gerekiyor.
Biraz önce sansür ve taciz deneyimi üzerine bahsettiğim ilişkiden devamla aklıma gelen diğer şey de, sansüre uğrayan sanatçıların ilk olarak işlerinin eleştirilmesi. Alttan altta sorulan sorulardan bazıları şöyle:“O gerçekten iyi bir sanatçı mı?”, “Ona sanatçı diyebilir miyiz?” ya da “Onun işleri de çok kötü, bunu da söylemek lazım”… Özellikle sonuncu yaklaşımda bir “Açık ve dürüst olalım” alt metni de var. Bunlar benim işlerim üzerine de defalarca söylenmiştir mutlaka. Ben bunu sansüre uğrayan diğer sanatçılar hakkında o kadar çok duydum ki, kanım donuyor bu durumlarda.
Mesela Zehra Doğan’a destek olmak ve dayanışma göstermek için onun resimlerini sevmeniz gerekmiyor. Neden insanlar bir anda sanat eleştirmenine dönüşüyorlar anlayamıyorum. İçinde bulunduğu durumun ve ona yapılanların işlerinin kalitesiyle ne alakası var ya da kime ne? Ben burada kötü niyet arıyorum ister istemez. Bunun altında ırkçılık da var, seksizm de var, bu ülkeye ve topluma içkin bir sürü dinamik var, bir beyazlık var özellikle Zehra konusundaki tavırda. Benim bildiğim tek bir şey var, o da Zehra Doğan’ın alınması, yarın hepimizin alınabilir olduğunu gösteriyor. İnsanlar bu durumun gerçekleşme ihtimalini, onun için mücadele etmektense onun resimlerini eleştirip yanında durmamak için bahaneler uydurarak yükseltiyor.
Sanırım sansür tartışmalarında en kızdığım ve sabrım olmayan şeylerden biri bu. Zehra bariz bir örnek, çünkü İstanbul’un kalbinden ve güncel sanat çevresinden gelmiyor ve Kürt gazeteci kimliğinden dolayı beyaz ve ‘ilerici’ sanat çevresi tarafından daha da ötekileştiriliyor. Banksy sahip çıkıyor sonra Zehra’ya, ne kadar güzel ve bir o kadar da acı bir durum. Bu dayanışamama ile hiçbir yere gidemeyiz. Herkes Zehra kadar açık ve alenen yaşamadı bu durumu bence. Dayanışma üzerine yapmamız gereken en önemli tartışma dayanışmanın sınırları üzerine yapacağımız tartışma aslında.
Ayhan ve Ben‘de de sansüre dair pek çok soru soruyorsun. Bunlardan biri sansürün en çok kimin işine yaradığına, kimin kimi kullandığına dair. Sansür, başta devlet olmak üzere, ideolojileri yaymak için de en etkili araçlardan biri tersten baktığımızda. Buradan ilerlersek sansürün radarına girmeden söz söylemek sansürü bertaraf etmenin bir yolu olabilir mi?
Ezop Masalları’nı okuduğum dönemde, Ezopça diye bir terimin olduğunu bilmiyordum. Tam da sorduğun sorunun içeriğini yapmış Ezop zamanında. “Hırsız kral” demektense “hırsız tilki” diyen, herkesin tilki diye kimden bahsedildiğini bildiği ama tilki dediği için radara girmeyen; sansüre, baskıya meydan okuyan masallarmış meğerse Ezop Masalları, sonradan öğrendim. Artık yöntem o değil ama, hani bir parkı kurtarmak için bir araya gelen tilki ve kargaların çocuk hikayelerini kurullardan geçiremezsiniz şu dönemde. Bu arada okul kuruluna takılmış böyle gerçek örnekler var. Yine de sözünü söyleyen ama radara girmeyen, sansüre uğramayan yaratımların mümkün olduğunu düşünüyorum, dönemin nabzını tutmak, ona göre üretmek gerek. Dönüşüm dönemleri en tehlikelisi, neyin nasıl ilerleyeceğini kestirmek zorlaşıyor o dönemlerde, ama bence her şey sakinleşiyor, neyin yapılabilir, neyin yapılamaz olduğu daha da berraklaşıyor. Ezop masallarındaki yöntem bugün geçerli olmasa da içgüdüsel olarak kendine ait bir yöntem işliyor bence Türkiye’de. Bence bu otosansür de değil. Hala rejime dair ‘tehlikeli’ sözler söylemek ama onu öyle söylemek ki sansürlenmemek, bu da büyük cesaret isteyen bir şey. Yine söylemek istediğini söylüyorsun, ulaştığın kitle de anlıyor. Şimdi baktığımda bunun örneklerini pek çok yerde, en bariz örnekleriyle İran Sineması’nda görmek mümkün, hem de çok başarılı ve şairane örnekler bunlar. Bence Türkiye’de insanlar bu yeni dili bulmanın çabası içindeler, nasıl bir dil kullanabiliriz sorusunu içten içe sorduğumuz bir süreçteyiz, sabırlı olmamız gereken bir dönüşüm süreci. Herkesin kendi dilini bulması, bu dillerin buluşup, çarpışıp bir alan açması zaman alacak. Bence bu sözleri söylemek mümkün ve bu durum çok yaratıcı bir süreci de başlatabilir. Çok ciddi bir hayatta kalabilme içgüdüsü var insanın, bir şeyler üretmeye devam edecek herkes, başka yolu yok. Yaptığını en iyi şekilde yapmak, kendi dilini bulmak, alanını açmak, bunlar hayatta kalabilmek için yaptığımız elzem şeyler, mücadelenin bambaşka biçimleri yani.
“Kurumumuzun Türkiye çağdaş sanat dünyasında sürekli olarak gözettiği sorumluluk çerçevesinde, ülkemizde yaşanan hassas döneme duyarlı olarak yaptığı değerlendirmeler sonucu serginin yapılmaması yönünde karar alınmıştır.” gibi tutarsız bir açıklamayla iptal edilmişti Post-Peace sergisi. Türkiye’de sanat kurumlarının kendileriyle yüzleşmeleri, özeleştiri vermeleri de mümkün değil çoğunlukla. Basına hazırladığın metinde sen de belirtmiştin Akbank Sanat’ın 90’larda açtığı Kenan Evren resim sergisini. Kurumların kendi iradeleriyle dönüşmesini beklemek söz konusu değil belki ama bu tür durumlarda onların üzerinde nasıl bir baskı oluşturulabilir? Türkiye’de çağdaş sanatın özel sermayeyle ilişkisine dair neler söylersin?
Baskıdan çok, sorumluluk alma çağrısı diyebiliriz buna. Çok önemli bir yöntem bence, bunu farklı düzeylerde göstermek lazım, hem sanatçılar hem kurumlar hem diğer sanat emekçileri, hem de sanat seyircileri olarak belirli soruları sormak lazım. Bu soruların içinde bu kurumun yaptığı işler, parayla ilişkisi, yönetim kurulunda kimin olduğu, kararların nasıl verildiği, bütün bunlar bütünlüklü olarak var olmalı. Ama şunu da unutmamak gerek, bunun illa ki bir ifşa süreci olarak işlemesi gerekmiyor. Bunun başka yollarını da bulmak gerek. Bir kurumu dönüştürmek onu yıkmaktan daha büyük bir iş, bu işin altına elini koymak bence değerli bir hareket. Ama gerçekten dürüstçe, gerçekten değiştirmek amacıyla. Benim son dönemde en çok rastladığım şey, “Evet, dönüştürmek istiyoruz” deyip sadece ve sadece oyalayan kurumlar. Kimse “Hayır değişmek istemiyoruz” demiyor, keşke deseler, o zaman her şey çok daha net olur. Bunların farkında olmak lazım.
Bir yandan bir sürü insan bana “Akbank Sanat’a nasıl saldırırsın zaten çok az sanat kurumu ve kuruluşu var, onu da mı kaybedeceğiz?” dedi. Zarar veren, sorunlu bir çalışma ve üretme kültürünü besleyen bir kurumun sanat alanındaki varlığı, birlikte çalışma ve üretme kültürünü zehirleyecek bir tehlikedir bence. Yanlış yapılanmış bir kurum doğru yönetilemez, bazı hesapları vermeden onunla ilişki kurulamaz. İtibarsızlaştırmak gerek, çünkü uzlaşmaya anlaşmaya, birlikte çalıştığı insanları dinlemeye, ciddiye almaya niyeti yok Akbank Sanat’ın. Başka bir çıkış yoktu o vakada. İfşayı onların istediğini düşünüyorum, bilinçsizce ve beceriksizce de olsa. Yönetime ve devamlılığa dair ciddi sorunları olan, tepeden inme kararlar alan bir kurum. Kamuya açık işler yapıp herhangi bir şeffaflık iddası olmayan bir kurumun sorgulanması, hesap verebilir olması lazım. Bu sadece Akbank Sanat için geçerli değil. Bu tip tartışmalara açık olduğu imajını verip çok da zeki bir şekilde tümüyle kapalı işleyen kurumlar da var. Bu açık imajları ve tartışmaları yönlendirmedeki becerileri sayesinde ateş altında kalmadan gayet ‘becerikli’ bir şekilde işlerine devam ediyorlar. Akbank Sanat bu konularda bu tartışmaları yönetecek devamlılık yapısına, deneyimli ve birbiriyle iletişim halinde kadrolara sahip değil. Patlayan sansür mevzusunun arkasında da devlet yanlısı kafaların tepeden aldığı kararlar ve bu kafalarla devamlı iletişimde olmayan, onların aldığı kararları uygularken eline yüzüne bulaştıran kötü bir yönetim var. Başka bir kurumda çabucak üstü kapatılıp ‘yönetilebilecek’ bir mevzu ellerinde patladı. Bunu da görmek lazım.
Hem sergide önerdiğin ilk iş reddedildiğinde sergiye hazırladığın yeni işin de bu sansür sürecini ele alması hem de bu sergi sonrasında yine sansür üzerine sorgulamaya devam etmenin gerisinde ne var ve orası ne kadar derin?
İlk işin sansürlenmesi üzerine yapmayı kabul edebileceğim tek iş, bu sansür sürecinden bahseden bir iş olabilirdi. Başka türlüsü sansürü kabullenmek ve susmak olurdu. “Ya çekilecektim ya da çekilmiyorum ama bunu konuşacağız” diyecektim. Bir süredir çekilme konusunda biraz farklı düşünüyorum. Var olan alanları çekilmeden kullanmanın, var olan sorunları konuşmanın, bu konuşmayı mekanın kendisinde ve mevzunun aktörleriyle yapmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Yine de tabii ki ‘yönetilme’ riski çok büyük, buna karşı sizin elinizde neler var, mekanı neye dönüştüreceksiniz ve o alanda yalnız mısınız gibi önemli faktörler var.
Bunların dışında da sansürün sadece haklar -yasalar düzleminde ve istatistiklerle tartışılmaması gerek. Sonuçta kişisel, duygusal, toplumsal süreçlerin bir parçası, onun da bütünlüklü ele alınması gerek. Dayanışma, yalnızlaştırılma, işin dönüşümü, kullanılan dil… O kadar çok mevzu var ki sansür sürecine daldığınızda önünüze çıkan, bence o alan çok derin ve baktıkça aslında hem kendinize hem çevrenize, çalıştığınız alana, topluma, mücadelelere dair çok şey öğreniyorsunuz.
Üzerinde çalışmaya devam ettiğin/iz “kolektif sansür araştırması” olduğunu söylemiştin. Proje nasıl ortaya çıktı, neye dönüştü? Neler deneyimlediniz?
“Kolektif sansür araştırması” mı denir pek bilemiyorum ama hoşuma gitti bu şekilde adlandırmak. 2018 Şubat -Haziran tarihleri arasında Innsbruck’teki Künstlerhaus Büchsenhausen’da burs alarak sansür üzerine bir çalışma yaptım. Bu çalışma çerçevesinde de Türkiye’den üç kadın sanatçıyı; Seçil Yaylalı, Rezzan Gümgüm ve Aşkın Ercan’ı birlikte çalışmak için davet ettim. İster istemez ilk başlarda benim tarafımdan tanımlanmış olarak başlayan ama sonrasında ne mutlu ki daha kolektif bir sürece evrilen bir çalışma oldu.
Bu açıdan özellikle birbirini tanımayan, daha önce birlikte çalışmamış kişiler olarak bence bayağı iyi bir süreç geçirdik. Üç ay boyunca Skype görüşmeleri yaptık, sansür üzerine konuştuk, okumalar yaptık. Bu üç sanatçı, üç ayın sonunda birer hafta süreyle Innsbruck’e geldi ve birlikte üretimler yaptık, en sonunda mayıs ayı sonunda da Tiroler Kunstpavillon’da bir sergi açtık. Çok yorucu bir süreç geçti ama çok da öğretici ve verimliydi. Seçil’le bir atölye çalışması geliştiriyoruz, iki kere yapma fırsatı bulduk. Sansür deneyimi ve dayanışma pratikleri üzerine bir çalışma. Bu atölye çalışmalarının bir parçası ve ürünü olarak posterler ürettik. Şimdi yeni mekanlarda yapmak istiyoruz bu çalışmayı. Bunun yanında yine Seçil’le dayanışma pratikleri üzerine bir grafik üzerine çalıştık. Rezzan’la ise bir performans yaptık.anımlanmayan gri alanlar ve bir kazanın sonunda nelerin olduğuna dair ipuçları veren kara kutular üzerine, tavır alma ve ifşa etme meselelerinden yola çıktığımız bir performanstı.
Aşkın’la ise Skype konuşmaları üzerine bir video çalışması ve bir de ses işi yaptık. Bunun yanında da mağdurlaştıran dil üzerine bir radyo programı yaptık. Bir de unutmadan, Seçil’le sarmaşıklardan esinlenerek onun yaptığı objelerle bir enstalasyon da yaptık. Bütün işleri birleştiren kelime aslında sarmaşık oldu. Sarmaşık çeşitli halleriyle sergide yer buldu yer yer obje, yer yer imaj olarak… Saran sarmalayan ama aynı zamanda zarar veren, şirin gözüken ve her birimizi bir araya getiren bir metafora dönüştü..
Sansür vakaları tanımadığınız kişilerle bir araya gelip sizi bir şeyler yapmaya zorlayan vakalara dönüşebiliyor. Post-Peace sergisinde bununla karşılaşmıştım, sanatçılar olarak bir anda kendimizi İstanbul’da bir arada bulduk, sergimiz sansürlenmişti ve birlikte bu durumu anlayıp bir şeyler yapmamız gerekiyordu. Çoğumuz çok az tanışıyorduk. Böyle durumlarda ortaklıklar bulmak ve yaratmak, mekanları ve birliktelikleri dönüştürmek gibi bir misyonunuz oluyor bir anda, kolektiflik üzerine ciddi kafa yormayı gerektiriyor ve tabii egolar üzerine de…
Post Peace sergisi 2016 yılına tarihleniyor, o zamandan bu yana Türkiye’de herhangi bir sergiye katıldın mı ya da davet aldın mı? Eğer davet almadıysan buna da bir çeşit sansür denilebilir mi?
Sansürlenmiş olmak bir tabu ile birlikte geliyor. Sansürlendiğim dönemde ve öncesinde benzer şeyleri yaşayan pek çok insan kendi çevrelerinde baskı hissettiklerini, sansüre karşı laf etmişlerse ‘asi’, ‘sorun çıkaran’ ya da ‘uzlaşmaz’ olarak algılandıklarını söylediler bana. Bana dair bu tip şeyler de duydum dolaylı olarak ama bire bir yaşamadım. 2016’dan beri Türkiye’den hiçbir sergi için davet almadım. ‘Kötü işler yapan bir sanatçı’ olmamla ilgili olabilir tabii ki bu ama asıl düşünülmesi gereken şey neden davet edilmediğim. Bence bunun altında kurumların beni davet ederek riske gireceklerini düşünmeleri yatıyor. Bu tam da Akbank Sanat deneyiminin kötü bir analizinden ve bütün yükün sanatçıya yüklenmesinden kaynaklı bir sonuç, yani tabu dediğimiz şey tam da bu kötü analizin sonucu. Bu mantıkta ilerlersek, ben bir sergiye davet edilirsem provokatif şeyler yapacağım ve mekanın ya da serginin kapatılmasına yol açacağım diye düşünülüyor çünkü herhalde ben öylesini seviyorum! Diğer yandan Akbank Sanat’a ya da süreçte sorunlu davranışlar gösteren kişilere ya da kurumlara herhangi bir fatura kesilmiyor. Bu ciddi bir yalnızlaştırma mekanizması. Sansüre uğrayanın sansürü hakettiğini söyleyen ciddi bir durum bu, tam da dayanışma denen şeyin tersi olarak sessiz bir yalnızlaştırma… Öte yandan da Türkiye’deki fon ya da diğer destek başvurularıma sansür sonrasında sürekli olarak ret yanıtı alıyorum.
Türkiye’de yaşamıyor olmanın ve o mesafenin verdiği bir nefes alma alanım var, yani bu durum benim için bir sorun yaratmıyor. Türkiye’de yaşasaydım nasıl olurdu bilemiyorum. Her şeye rağmen denemeye, konuşmaya devam ediyorum. Bu süreci deneyimlemek ve takip etmek de çok önemli benim için.
Yurtdışında ise tam tersi bir durum var, reddetmenin tam tersi bir kabul görüyorum. Fakat bu da çok dikkat edilmesi gereken bir durum. Avrupa’daki pek çok mekânda eğilim, sansürün belirli ülkelerde, belirli coğrafyalara özgü olduğu üzerine. Bu, hem körlük hem de bir kendilerini aklama sürecine dönüşüyor. “Batı ülkeleri ileri, kültüre değer veriyor, ve sizden daha üstün” söyleminin altını dolduruyor bu tip durumlar. Bu ülkelerin bir yanda değer verdikleri, diğer yanda da sansürledikleri kültür var. Banu Karaca’nın da dediği gibi sansür kapalı kapılar ardında ve iş ortaya çıkmadan oluyor çoğu zaman. Avrupa’da herhangi bir yerde kendi sansürümden bahsedip oradaki sansür vakalarına değinmediğim sürece “Ah Türkiye vah Türkiye, ne kötü ülke, biz sana nasıl yardım edebiliriz” düzeyinde ilerleyen bir konuşma geçiyor. Sizi mağdur, kendilerini kurtarıcı konumuna koyup, bir de hiç utanmadan “Size nasıl yardım edebiliriz?” gibi şeyler sorabiliyorlar. Hazırlıklıyım bu tip sorulara artık, izin vermiyorum. Ellerini öyle temizlemelerine izin yok. Mesela Almanya’da bu tip sorular soran birine Türkiye ile yapılan Göçmen Anlaşması’nı, bu anlaşmayla Türkiye’ye verilen finansmanı ve bundan sonra Kürt illerindeki katliamı ve bu katliama sessiz kalan Avrupa Birliği’ni hatırlatıyorum. Ya da Afrin’deki operasyonda kullanılan silahların hangi ülkelerde yapıldığını sormadan yani o tartışmalara girmeden kapatmıyorum mevzuyu. Özetle sansür mevzusu iki ucu boklu değnek, bir denge meselesi, kim beni, niye çağırıyor ve ben nasıl bir rol oynuyorum o sahnede diye sormadan ilerlemek mümkün değil sansür konusunda. Hem bakış açılarına dair bir silkeleme gerekiyor hem de bir dil bulma çabası çok elzem ve meselenin tam kalbinde bu konuları nasıl konuşacağız sorusu var.