ÖZGE Ç. DENİZCİ
Geçen yıl bir festivalde Bajar’ın “Serhıldan” isimli parçası çalındı ve insanlar bu parçayla halaya durdu. Orta yaş civarlarında bir kadın kalabalığı yararak “Bölücü şarkılar çalıyorsunuz, bölücüler!” diye bağırmaya başladı. Şarkı sonuna kadar çaldı. Sonradan öğrendik ki festivale dair tam da bu parçanın çalınmasına ilişkin olarak CİMER’e (Cumhurbaşkanlığı İletişim Merkezi) şikâyet gitmiş.
Oysa o festivali düzenleyen ekibin yeterince gücü olsaydı Bajar’ı festivalde bizzat ağırlamak ve “Serhıldan”da birlikte halaya durmak isterlerdi. Düşünün yıl 2024… Her yerde çalınıp söylenen bir parça, hemen her yerde konser veren bir grup. Ancak sansür geri durur mu, o da her yerde. Hatta artık içimizde.
Kaldıramadığımız ne varsa şikâyet ediyoruz, ya kendimize ya da başkasına. Konunun asıl muhatabıyla iletişim kurmak artık eski moda. Sahi biz çözüm odaklı olmayı, mücadele etmeyi ne zaman unuttuk? Yoksa unutturuldu mu?
Kendimiz olmayı da bıraktık sanki. “Bunu yazarsam başıma şu gelir”, “Parçayı şöyle çalarsam böyle tepki alır”, “Şunu şöyle çizersem şöyle anlaşılır” … Sahi biz ne zaman kendimiz için çalmayı söylemeyi, yazmayı, çizmeyi, kısacası üretmeyi bıraktık? Şarkıda da sorduğu gibi “Biz ne zaman büyüdük, en son ne zaman? Çocuklara yasaklar koyduk, ne zaman, ne zaman?” Biz ne zaman kendimize yasaklar koyduk?
Dışlanma, kabul görmeme, yaftalanma, yalnızlaşma, çaresizleşme, özgürlüğümüzün elimizden alınması, işsiz, evsiz ve aşsız kalma ve daha nice temel korkularımız. Tüm bu korkulara rağmen halen tüm benliğimizi, arzularımızı, tutkularımızı, öfkelerimizi ve insani ne kadar duygumuz varsa onları olduğu gibi aktarabileceğimiz sanatsal üretimler yapabilmek mümkün mü? Başına ne geleceğini bilmediğin, güvensiz ve güvencesiz bir ortamda kendin olmak ne kadar zorsa, kendini gerçekleştirmek de ne yazık ki bir o kadar zor.
Bu coğrafyada hemen her dönem müzik kültürünün değişimi üzerine belirli yasakların yaşandığını tarihi verilerden okuyabiliyoruz. Cumhuriyet’in çok öncesinde, kuruluşunda, devamında… En çok da yaşadığımız son 20 yılda.
Birbirimize yabancılaştırıldık, birlikte yaşamayı, birlikte inşa etmeyi, hayatı örgütlemeyi unuttuk. Haliyle kendimize de yabancılaştık. Ya da bütün bunlara inandırıldık. Eh hani bizde de inanma eğilimi yok değilmiş. Biz yabancılaştıkça sansür arttı, sansür arttıkça yabancılaşma arttı ve bu böyle sürüp gitti, gidiyor da…
Filmi çok geriye sarmayacağım ancak Türk Müziği’nin yasaklanma hikâyesinin bile 17. yüzyılda başlayan Avrupalılaşma sürecine dayandığının söylenegeldiğini vurgulamakta yarar var.
Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte ise kültür(ler) üzerindeki baskı ve hegemonya, her yeni iktidarla birlikte üretilen politikalarla birleşti ve bizi şimdi olduğumuz noktaya getirdi. Tüm bu süreçte yaratılan korku iklimi ve sindirme politikaları tüm dönemlerde kendini hissettirdi, hatta öyle ki sansürden bahsetmeksizin sanattan bahsetmek abesle iştigal hale geldi. Muktedir her daim kendi işine geldiği gibi yasaklarını sanat üreticisi ve kültür emekçisinden sakınmadı. Batılılaşma politikaları halka ait olan müziğin üzerinde bile çok seslendirme gerekçesiyle tahakküm kurmaya çalıştı. Halka ait olan bile halkın olamazdı. Anonim değişmeliydi, çoksesli hale gelmeli, Garp’a kendini ispat ve kabul ettirmeliydi. Değişimin sancıları, var olanı değiştirip üzerine “yenilikçi” anlayışları katman katman koymaya çalıştı. Bunu da sadece halk müziği için değil, memleketin tüm geleneksel müzikleri üzerine uyguladı. İnce saz müzikleri üzerine düşünüldü, tezler ortaya atıldı, değiştirilip “çağdaşlaştırılması” meselesi konuşuldu, yer yer yasaklandı. O zamanlarda da bu zaman olduğu gibi devletin kültür politikası yine sansür üzerineydi.
Sonradan ismi Belediye Konservatuarı olan ve 1917 yılında kurulan Darülelhan’ın Şark Musikisi Şubesi’nin 9 Aralık 1926 tarihli yazıyla çalışmalarının sınırlandırılması söz konusu oldu. Bu dilemma bugün dahi akademik ortamlar başta olmak üzere devam eden Doğu ve Batı müziği savunucularının arasındaki soğuk savaşın bilinen en büyük sebepleri arasında gösterilebilir.
Bu noktada filmi biraz ileri sarmak ve kendi sürecimden bahsetmek isterim. 1993 yılında ilkokuldan mezun olduktan sonra, o yıl açılan İstanbul Türk Müziği Anadolu Lisesi’nde öğrenim görmeye başladım. Okul açıldığı gibi kapatılmıştı. Toplam 21 nüfuslu sınıfımız şimdiki adıyla İstanbul Avni Akyol Güzel Sanatlar Lisesi, olmayan ortaokulu bünyesinde eğitim vermeye devam etmiş, bu da pek çok sorunu beraberinde getirmişti. En basitinden enstrüman seçimlerini ud, kanun, kemençe gibi Türk müziği çalgılarından yapan arkadaşlarım okul aynı yıl kapatıldığı için enstrümanlarını birkaç yıl içinde Batı müziği enstrümanlarıyla değiştirmek zorunda kalmışlardı. Bu gibi eğitim farklılıkları yer yer Güzel Sanatlar Lisesi’nde Batı müziği eğitimi alan öğrenciler ve hatta öğretmenlerle öğrenciler arasında da küçük çatışmalara sebep olmuştu. Bugünden baktığımda bunun değişen devlet politikalarının neticesi olduğu kanısına varmam pek de zor olmuyor.
Bu bir yasak mıydı, yoksa sadece bugün de Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’nun (RTÜK) uyguladığı kısıtlamalar gibi birinin ağzından fırlamış iki cümle ve bir imza mıydı, bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz.
RTÜK demişken, kurumun kuruluşundan çok daha önceye gitsek fena olmaz. 1934 yılının Kasım ayı itibarıyla Ankara Radyosu’nda bir buçuk yıl süren alaturka müziğin çalınmasını kapsayan yasaklar neticesinde halk, radyo antenlerini İstanbul’daki Türk Telsiz Telefon Anonim Şirketi’nin bünyesindeki radyoya ve yer yer Mısır radyolarına çevirmişti. Bu yasak her yasakta olduğu gibi sadece müzisyenlere değil topluma da verilen bir ceza niteliğindeydi. Yasaklanan müziklerin tatlı gelmesi belki de on yıllar sonra arabesk müziğin bu denli sevilip sahiplenilmesinin sebeplerinden biri mi olacaktı, bilemeyiz.
Sonraki yıllar, esneklikler, halk ile müzik arasındaki uçurumun kapatılması, halka istediğini dinleme ve müzisyenlere de icra etmek ya da bestelemek istediği müziği yapma özgürlüğünün tanındığı yıllar oldu. “Denetimli serbestlik verilmiş müzik” desek yanlış olmaz herhalde.
1960’lardan itibaren yaşanan toplumsal çalkantılar, sivil toplumun hareketlenmesi ve siyasi iklimin değişkenliği, iç göçün teşviki gibi meseleler sosyal bir olgu olarak müziğin yeniden ele alınmasını gerektirdi. Dünyadaki değişim memlekete de nüfus etti. 68 hareketi müziği, müzik de toplumsal hareketleri etkiledi. Elbette ki yine muktedirin izin verdiği kadar. Sanılmasın ki denetimler durduruldu. TRT tam da 1966 yılında hem yayın yapmak hem de yapılan yayınları denetlemek için kuruldu. Ta ki memleket 12 Eylül sabahı marşlarla uyanana kadar. Toplatılan, imha edilen sadece kitaplar değildi. Ellerinde olsa, havada dolaşan tınıyı alıp kimseler duymasın diye hücreye kapatırlardı. 12 Eylül darbecileri kaset, plak, müzik aleti, müzisyenlerin hayalleri, fikirleri, dinleyicilerin beğenileri her ne varsa hepsini yok etmişti bile. “Sakıncalı” adlandırılan kimi müzisyenlerin elinden sadece müzikleri değil, özgürlükleri de alınmıştı. Kaçabilen sazını, sözünü yüklenip kaçmıştı.
Ardından gelen dönemde ise kaşıkla verip kepçeyle almak memleketin kültür politikası haline gelmişti. 80’li yılların ortalarında siyasi rejimin baskısının nispeten daha az hissedilir olduğu dönemde protest müzik grupları ve şarkıcıları kendilerini göstermeye başladılar. Bir görünüp bir kaybolmalarının sebepleriyse yine acımasızca uygulanan yasaklardı. Söyledikleri şarkılar, çaldıkları enstrümanlar suçlarının en büyük deliliydi. “Çok fazla saz çalmak” gözaltına alınma sebeplerinin başında geliyordu. Tıpkı Grup Yorum’un başına geldiği gibi. Sadece sözler değil sesler, tınılar melodiler de sakıncalı addediliyordu. Azınlığa ait olduğu bilinen ya da öyle düşünülen parçaların çalınması yer yer sağanak halinde yasaklanıyordu. 90’lı yıllarda pop müziğin yükseldiğine, protest müziğin de bir dalgalı bir durgun dönemine tanıklık ettik. Muktedir ya yok sayacak ya da yok edecekti, tıpkı 2000’lerde olduğu gibi. Derken bir söz çıktı “Demokratik açılım”. Sözüm ona özgürlük vaadeden ancak her seçim öncesi olduğu gibi politik bir oyundu bu da. Özgürlükler konuşuluyordu, bu da hepimizin ruhunu okşuyordu. Anadil gündemdeydi. Bu, on yıllardır duymazdan gelinen ya da fazla duyulduğu için yasaklanan dillerin özgürleşmesi demekti. Öyle miydi sahiden, yoksa biz işitmek istediğimizi mi duyduk? Oysa az evvelinde Kürtçe şarkı söylediği için linçlenen müzisyenlere tanıklık etmiştik. Şairlerin şiirleri bestelenirken denetime takıldığı için sözleri değiştirilen şiirler olduğunu duyduk. Çaldıkları sazlar, söyledikleri şarkılar dolayısıyla hapse atılma tehlikesiyle karşı kaşıya olan müzisyenlerin yeniden yurt dışına sığındıklarını, hatta memleketlerine dönemediklerini gördük.
Her bir toplumsal olayda her şey aynı seyrinde devam ederken müziğin önce devlet tarafından, sonrasında ise alıştırıla alıştırıla mahalle baskısıyla susturulduğunu gördük. Muhalif müzik yapmanın bedelinin adliye koridorları, istediğin müziği yapmanın ise mezar olduğunu öğrendik. Müzisyen olarak toplumsal konularda sesimiz çıktığı için konserlerimizin iptal edileceğini hiç aklımıza getirmezdik bile belki. Ya da kadın müzisyen olarak sahnede ne giyeceğimiz konusunda vereceğimiz kararın bize ait olmadığını. Bedenimizden, sesimizden, sözümüzden, tınımızdan bu denli ödün vereceğimizi aklımızın ucundan bile geçirmezdik.
Hatırlar mısınız, eskiden üniversitelerin bahar şenlikleri olurdu. 2006 yılından itibaren sistematik olarak yasaklanmaya başladı. 2024’te de yine kısıtlı ve/veya yasaklıydı. Üniversite şenliklerine gelen yasak yetmedi, festivallere de sıçradı. Güvenliği sağlayamama endişesi festivallerin yasaklanmasıyla sonuçlandı. Sonra festivaller tekelleşti, bu da sadece belli grup ve müzisyenlerin sahne aldığı, birbirinin aynı festivalleri yarattı. Bu festivaller de olmasaydı memleketçe suskunluğa mahkûm edileceğiz kaygısıyla “Aman” dedik birbirimize; “Ses etmeyelim, devam etsin”. “Sen de bir başka festivalde sahne alırsın” diye müzisyen arkadaşlarımızı teselli ettik. Sonra bir anda birçok festival yasaklandı. Müzik tamamen susturulmak istendi. Örneğin Zeytinli Rock Festivali bir sezon yapılamadı (17-21 Ağustos 2022 için planlanan ve 2005 yılından bu yana düzenlenen Zeytinli Rock Festivali 2022 yılında, İlim Yayma Cemiyeti’nin festivallerin “toplumun değerleri ile örtüşmediği” açıklamasını takip eden süreçte kaymakamlık kararıyla yasaklandı.) Nilüfer Müzik Festival’i 2022 ve 2023’te valilik ve kaymakamlık kararlarıyla engellendi. Yasaklar ve iptaller müzikle sınırlı kalmadı. 7-14 Ekim 2023’te düzenlenmesi planlanan 60. Antalya Altın Portakal Film Festivali, “Kanun Hükmü” belgeseli sebebiyle iptal edildi. Aynı biçimde geçen sene iki eşcinsel erkeğin aşkını anlatan “Queer” filminin gösteriminin yasaklanması, 7 Kasım 2024’te başlaması planlanan MUBI FEST’in iptal edilmesi ile sonuçlandı. Derken RTÜK, 24 Nisan’daki Açık Gazete programında kullanılan “Ermeni soykırımı” ifadesi nedeniyle Açık Radyo’ya yüksek miktarda para cezası ve beş günlük yayın durdurma cezası verdi. Bu da yetmedi Açık Radyo’nun karasal yayını durduruldu ve yayın lisansı iptal edildi. Bu yasaklar da gösteriyor ki sadece müzik alanında değil sanatın her alanında ve fikirlerin söylendiği her alanda sansür yaşanıyor ve sadece sanatçıları değil, izleyicisini de kısıtlıyor, sınırlıyor. İzleyicinin/ dinleyicinin seçim hakkı daha ürün mutfaktan çıkmadan, elden dilden dökülmeden sınırlanıyor.
Bugün herhangi bir etkinlik için kolları sıvadığımızda ilk düşündüğümüz şey, etkinliği nasıl gerçekleştireceğimizden çok nasıl yasaklanmadan, kısıtlanmadan yapabileceğimiz oluyor. Eh, insan tedirginken de organizasyon yapmak pek kolay olmuyor. Sonra da kendi kendimize sansür uyguluyoruz. Tıpkı yıllar önce komitesinde bulunduğum festivallerden birinde başımıza geldiği gibi. Bu sefer sansürün kaynağı durum bambaşkaydı; sekter solcu abi ve ablalarımızın sansürüyle karşı karşıya kalmıştık. Festivalde sahne alacak, özellikle pek de ismi duyulmamış müzisyenlerin çalacakları parçaların (repertuar/set list) listesinin talep edilmesi gündeme gedi. Ben ve birkaç arkadaşımız bu talebin bir çeşit sansür ve yanlış olduğunu defalarca vurguladık. Farz-ı misal sahneye çıkacak gruplardan ya da müzisyenlerden biri oldukça ünlü bir isim olsaydı ondan da yine bu liste istenecek miydi, tabii ki hayır. Liste isteyen ekibin iki çekincesi vardı; biri söylenecek şarkıların bazılarının festivalin ruhuna aykırı olabileceği, diğeri ise devletle karşı karşıya kalınma korkusuydu. O zaman bu festivali hiç yapmasaydık. Nitekim o festivalde halka mal olmuş oldukça da popüler bir müzisyen festivalin kapanışında sahneye çıktı. Kimse ondan liste isteyemezdi de. Nitekim sansürcü zihniyetin korktuğu başına geldi. O müzisyen “festival ruhuna aykırı olan” şarkılardan birini hem de festivalin kapanış parçası olarak söyledi. Parçaya eşlik etmesek, çok sevmesek de yasakçı zihniyete karşı olan biz birkaç kişi gerçekten keyiflendik. Çünkü denetimin ve sansürün her türlüsüne karşı durmak gerekirdi.
Konuya ilişkin yazılacak daha pek çok şey var elbette… Bazen müziğin bir günlüğüne susmuş olduğunu hayal ediyorum. Reklamlardan, mekânlardan, filmlerden, doğumlardan, ölümlerden, düğünlerden, hayatın içinden müziği çekip aldığımızı. Nasıl bir dünya olur diye düşünmeden edemiyorum. Belki de ihtiyacımız olan müziğin yoksunluğunu çekmektir. Bu yoksunlukla belki de değerini daha net anlar, müziğin de hayatın içinde olduğunu; onu hayatın içine taşıyan koskoca bir sektörün, buna emek veren insanların da olduğunu hatırlarız. Sanatın hangi dalından olursa olsun sansürlene sansürlene tam da yazının başında bahsettiğim sebeplerle kendi sansür duvarlarını örmüş hiçbir sanatçı ne yazık ki gerçekten sanat yapıyor diyemeyiz. Bunu yaptıkça da sadece kendimizi değil bizi izleyen, dinleyen insanları da bir şekilde cezalandırıyor oluyoruz. Devletin sansürüne ihtiyacımız kalmadığı bir dönemde, dönemeçteyiz artık. Mahalle baskısı yetiyor da artıyor bile. Etrafımız sarıldı ancak henüz teslim olmadık ve olmamalıyız. Belki üretim noktasında sadece üretime odaklanıp onu ortaya çıkardıktan sonra etrafımızı kolaçan etmeliyiz. Üretimi önce kendimiz için gerçekleştirmeliyiz. “Elalem ne der?” diye düşünmenin sansürlenmeye ya da daha doğrusu sansürlenmemeye faydası olmadığını her gün yaşıyoruz.
Çözümü ise kendimden başlatıyorum dilimin, elimin kemiğini kırıyorum: Müzik yazarı olarak ben de kendimi hep sınırladım, sansürledim. Türkiye’de müzik eleştirmenliği var diyemeyiz, çünkü camia küçük, tınılar uçuyor. Memlekette birini eleştirmek siz öyle yapmasanız da toplumsal reflekslerle ya fazla kişisel ya da belden aşağı vuruluyormuş gibi algılanıyor. Bizde ürünü eleştirmek diye bir şey kesinlikle olamıyor. Zaten zar zor tutunmaya çalışılan bir sektörün içinde müziği eleştirmeye başladığınızda eleştiri yaptığınıza bin pişman ediliyor, insanların ekmeğiyle oynamakla suçlanıyorsunuz. Bir de müzik sektöründe menajerlik, booking (müzisyen ya da gruplara iş bağlayan aracı) ya da mekâncılık gibi işler de yapıyorsanız hiçbir müzisyen, menajer, organizatör ya da mekâncıyla aranızın kötü olmasını istemezsiniz. Bu sebeple memlekette kendini sansürlemeden yazan bir müzik yazarı bulamaz, kolay kolay eleştiri yazısı da okuyamazsınız. Yıllardır bu alanda yazmamamın en temel sebepleridir bu saydıklarım. Hakkında yazmamayı, yok saymayı tercih ediyor ve kendime bir çeşit sansür uyguluyorum.
Sözlerimi yıllar önce içinde bulunduğum bir yapı olan Sanatta Sansüre Son’un İstanbul’da düzenlenen 3. Uluslararası Freemuse Konferansı öncesinde imzacılara açılan ve ne yazık ki bugün de hâlâ a geçerli olan manifestosundan bir cümle ile bitiriyorum:
“Biz, çeşitli sanat ve kültür dallarında uğraş veren, aşağıda adları yazılı kişiler, Sansür, sonradan cezalandırma ve otosansürün birbirini tamamlayan bir ‘şer üçgeni’ olduğunu düşünüyor ve hepsine birden hayır diyoruz”.
* Contraataques muy rabiosos, deberemos resistir!
Yazının başlığını “Ay Carmela!” isimli şarkının içinden cımbızladım. O kadar çok sansüre maruz kaldık, sansürü o kadar içselleştirdik ki karşı saldırılarımız da artık kendi kendimize ve artık hepimizin nurtopu gibi otosansürleri var.
Kaynaklar
– Melih Duygulu, “Cumhuriyet ve Müzik”, İş Bankası Kültür Yayınları, 2024.
– “Cumhuriyet’in Sesleri”, Editör: Gönül Paçacı, Tarih Vakfı Yayınları, 1999.
– “Cumhuriyet’in Müzik Politikaları”, Derleyen: Fırat Kutluk, h2o yayınları2018.
– OrhanKahyaoğlu, “Grup Yorum 25 Yıl Hiç Durmadan”, Can Sanat Yayınları, 2010.
– İrfan Yiğit, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Musiki ve Yasaklar”, doktora tezi, 2019.
– Anıl Yıldız, “Özge Ç. Denizci: ‘Müzik hayatın aslında ta kendisidir.’” https://www.edebiyathaber.net/ozge-c-denizci-muzik-hayatin-aslinda-ta-kendisidir/
– Özge Ç. Denizci, “Son ses duyulana kadar…”, https://www.izmir.art/tr/son-ses- duyulana-kadar
– “Önce Müzik mi Susar?” Tayfun Polat, Özge Ç. Denizci, www.youtube.com/watch?v=svdcWqx7h9s
– “Sansür Konuşmaları” Aslı Odman, Nazım Dikbaş, https://www.youtube.com/ watch?v=oYBuwYtgK44&t=675s
– Simge Akkaş, “Yasaklanan Festival ve Konserler” https://www.dogrulukpayi.com/ liste/yasaklanan-festival-ve-konserler
– “Açık Radyo’nun kapatılmasına dair merak edilenler” https://apacikradyo.com.tr/ duyuru/acik-radyonun-kapatilmasina-dair-merak-edilenler