ASLI TOHUMCU
Ray Bradbury’nin başucumdan ayırmadığım bir kitabı vardır: “Yakma Zevki” (Fahrenheit 451 Öyküleri). Yazarın, meşhur romanı Fahrenheit 451’e giden yolları, öyküleri anlattığı; ne yazık ki pek bilinmeyen bir başyapıttır.
Otokrasinin artık sansür uygulamaya ihtiyaç duymadığı, halkta sanata karşı bir nefret uyandırmakla işi çözdüğü bir dünyadan öykülerdir bunlar. “Nesli tükenmiş” kitapları ezberlemiş insanlarla tanışırız bir öyküde. Bir başka öyküde, hayal gücüne düşman devletlerin şerrinden başka bir gezegene kaçarak kurtulmuş bir grup yazarla. Öykünün sonunda, kaçtıkları gezegende bulur onları “sanat düşmanları”, öldürülmeleri durumunda dünyada kimse hayal kuramayacaktır! Edgar Allen Poe’nun baş kumandanlık yapacağı bu savaşta yazarların tek silahı elbette hayal gücüdür.
“Yakma Zevki”ni okuduğumda, bundan 15-20 yıl önce yani, Bradbury’nin bütün bu öyküleri nasıl olup da kurguladığına, bunca kesif bir karanlığı nasıl olup da hayal edebildiğine hayret ettiğimi daha dün gibi hatırlıyorum. Oysa şimdi, dün bugün olmuş gibi kuvvetli bir his… Böyle hissetmem boşuna değil.
Nedenini güzelce ve derli toplu anlatabileceğimden emin değilim ama yine de deneyeyim.
20 yıla yakın hatta daha fazla zamandır, çocuklar için de yazıyorum. Ancak çocuk edebiyatının “makbul çocuk” yetiştirmenin bir aracı ya da bir eğitim malzemesi olarak görüldüğünü epey geç öğrendim. Okur olarak hiçbir yetkinliği olmadığı halde, çocuk sahibi olmanın verdiği yetkiye dayanarak şaşırtıcı itirazlar getiren ve can sıkan veliler her zaman vardı elbette. Ve elbette her ebeveyn çocuğunun neyi okuyamayacağına karar verme hakkına sahiptir. Münferit olayları, bu hakka saygı duyarak atlatıyorduk.
Bir kitabın kötü kahramanının neden kaba konuştuğunu tatlı tatlı anlatıyorduk etkinliklerde. Kızının veteriner olmasını isteyen bir veli, kitaptaki veterinerin bütün gün dükkanının önünde uyumasının kızına kötü örnek olduğunu söylediğinde; onun kurgu bir karakter olduğunu, kurguya hizmet etsin diye böyle yazıldığını sabırla açıklıyorduk. Bu tek tük vakalar, yayıncı ve yazarlar arasında kısa muhabbetlerin ve küçük şakaların konusu oluyordu ancak.
Derken gün geldi, Anadolu’da bir okulun velilerinin Türkçe dersinde okunacak roman ve öykülerde domuz ve yılbaşı kutlaması görmek istemediklerini, savaş anlatılarını istemediklerini, yetişkinlere şöyle ya da böyle davranan, şöyle ya da böyle düşünen çocuk karakter görmek istemediklerini duymaya başladık. Sürekli yeni “hassasiyetler” ortaya çıkıyor, liste kabardıkça kabarıyordu. Ben de bu hassasiyetlerden nasibimi almaya başladım.
Etkinlik için gittiğim bir okulda, bazı veliler okulun zümre başkanının seçtiği kitabımı sakıncalı bularak çocuklarına okutmamış, etkinliğe katılmalarına da izin vermemiş, ancak çıkışta bana hesap sorabilmek için kendileri gelmişlerdi. Mesele “kaka”ydı. Evde, yeni doğan kardeşinin sürekli kakasından bahsedilirken (yaptı, yapamadı, şu renk yaptı, şu kıvamda yaptı vs. diye), kendisi kaka bahsini açınca azar işitiyor, bu ikiyüzlülüğe haliyle çok bozuluyordu çocuk. Bu açıklamayı, yani kitapta kaka muhabbetinin neye dayanarak açıldığını birkaç kez anlattığım halde bana yönelen öfkeyi dindirememiştim. Bildiğim kadarıyla, kakasını yapmayan insan yoktu. Ama anlaşılan kaka yapmak serbest, hakkında yazmak yasaktı. Yazarsan üzerine yürürlerdi. O gün öğrendim.
Derken çok sevdiğim bir çocuk kitabının yasaklandığı, artık basılmayacağı haberini aldım. Bir diğerinin mahkemelik olduğu, bir başkasının da yayıncısı başına bela almak istemediği için tekrar baskıya girmeyeceği haberini. 20 yıla yakındır basılan, on binlerce çocuğun kahkahalarla okuduğu bir kitap serisindeki kahramanların lakapları “ayıp” bulunduğu için yeni baskılarda değiştirildi. Bir kitapta takla atan çocuğun donu mu görünüyor; bir diğerinde özgürlük, adalet kavramları mı tartışılıyor, öbüründe bir erkek çocuk elbise mi giyiyor… Birilerinin bir hassasiyetini gıdıklayan bu durumlar karşısında, başkalarının okuma hakkı elinden gitti.
Bakmayın geçmiş zaman kullandığıma, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’na bağlı Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu göz yaşartıcı bir çalışkanlıkla, çok sayıda kitaba dağıtım ve satış yasağı getiriyor; çok sayıda yazar, çevirmen ve yayıncıya dava açıyor. Sağ olsunlar yasaklı kitaplar listesini son sürat kabartmaya, uzatmaya devam ediyorlar. Memleketin en sıkı çalışan, işleyen kurumunun bir ihbar hattı da var. Sade vatandaş telefon, e-posta, WhatsApp gibi seçenekler üzerinden muzır içeriklere müdahale edilmesi için ihbarda bulunabiliyor. Basılı bir eserin muzır olduğuna karar verildiğinde “Küçüklere zararlıdır” damgasıyla birlikte teşhiri engelleniyor. 18 yaşın üstündekiler bu eserleri, üzerinden eserin adı ve “Küçüklere zararlıdır” ibaresinden başka bir yazı-resim olmayan, içi görülmeyen zarflarda satın alabiliyor. Bulabilirlerse.
Geldiğimiz noktada, çocukların neyi okuyup neyi okuyamayacaklarına herkes adına karar veriliyor diyebiliriz. Hem devlet eliyle hem de bireyler eliyle. Bu bireyler veli de olabilir, çocuk sahibi olmak dışında bir vasfı olmayan internet ünlüleri de olabilir. Artık neredeyse devlet sansürüne gerek kalmadığını, sorumlu ve muhbir vatandaşların ihbar ederek ya da hedef göstererek sansür mekanizmalarını pek güzel çalıştırdığını söyleyebiliriz.
Yazar okunmak için geçer masa başına. Okunmama ihtimali can sıkıcı bir tehdittir haliyle. Bu tehdidi nasıl savuşturabilir? Kitaplarına makbul başlıklar atarak, makbul temaları, makbul bir dille kaleme alarak. Başlıkları değişen kitaplara mesela, kendimden bir örnek verebilirim: “Benim Babam Kötü Örnek” adlı kitabımda ailenin elini herhangi bir işe atmaktan korkan erkekleri, küçük kıza babasını şikâyet ederler. Annesine her işte yardım eden babasının “kötü örnek” olduğunu söylerler. Çünkü kendilerinin de iş yapması gerekeceğinden korkarlar. Anne, kızına hayatın müşterek olduğunu, babasının iyi bir şey yaptığını açıklar. Kız babasına kimin ne dediğini umursamaz, mutlu mesut devam eder hayatını yaşamaya.
Kitap birçok okuyucudan güzel tepki aldı almasına ama daha çoğu “Vay efendim, siz babalara kötü örnek diyemezsiniz” nidalarıyla kapağı çevirmeden kitabı bıraktığından, kitabı seçen öğretmenlerin başı ağrıdığından yeni baskıda adı “Benim Babam İyi Örnek” oldu. Oysa okuyan çocuklar espriyi pekâlâ anlıyordu. Neyse, çok şükür babalar ve itibarları kurtuldu.
Bir başka romanım, daha doğrusu üç ciltlik bir serinin ilk kitabı da şimdilerde masamda. 15 yıla yakın zamandır basılan ve on binlerce okunan bu kitabın bir bölümü de, şimdi burada aktarmaktan esef duyacağım tepkilerle karşılaşıyor. Velilerin kitabı okutmamaktan öte, beni yüksek mercilere şikâyet etmesine varan tepkilerle… Kitabın edebiyat tarihinin çöplüğüne gitme riski yok henüz ama eskiye göre çok daha az çocukla buluşma olasılığı da yeterince can sıkıcı. O bölümü romanın kurgusunu bozmadan kitaptan çıkarmakla, bölüme takla attırmak arasında gidip geliyorum.
Bu ve benzeri durumlar öncelikle okuyucunun okuma, edebiyatçının da yaratma hakkından çalıyor. Ayrıca meydanı, “özellikle” sansür mekanizmasına uygun ve tehlikesiz ancak vasat metinler üreten yazarlara bırakma riski de var. Birbirinin benzeri, yaratıcı bir kurgu içermeyen, dil açısından vasat, edebiyat sevgisi uyandırmaktan uzak metinlerle çocuk edebiyatı çoraklaşacak. Değişik aile ve çocuk temsilleri, çocukların kendi dünyalarını bulup iyi hissedecekleri ya da farklı dünyalar görüp empati kurabilecekleri, hayal güçlerini körükleyen, onlara nefes aldıran kitaplar azalacak. Edebiyat elden gidecek, eğitim kitabından hallice kitaplarla baş başa kalacağız. Çünkü yayıncı ve yazar örgütlenmesi, kalabalık ve ortak bir duruş, tutum da söz konusu değil.
Aktardığım kişisel iki deneyimim otosansürün yola devam etmenin bir aracı olduğunu mı gösteriyor yoksa geri bastığımın mı, açıkçası bilmiyorum. Tek bildiğim bana kendimi kötü hissettirdiği. Benim işim hikayeler uydurmak, sevdiğim hikayeler uydurmak. Okuma ve okuduğunu anlama konusunda donanımsız, yasakçı kafaların seveceği hikayeler uydurmak değil.
Çocuk edebiyatının satışının yoğunlukla okullarda yapıldığı düşünülürse, bundan sonra okullara değil raflara ve fuarlara, ne aradığını bilen çocuklara yazmak bir çare olabilir. Şimdilerde çocuklar için bir korku romanı yazarak bu çareyi deniyorum. Bu açıdan baktığımızda, karşılaştığım/tanık olduğum sansür ve tepkilerin, beni ironik biçimde eskiden tehlikeli bulunan korku, fantezi gibi türlere yönelttiğini söyleyebilirim. Bradbury’nin kitapların yok olduğu bir dünyada onları yaşatmak için ezberleyen kahramanlarından birine dönüşeceğimiz güne kadar, o kahramana dönüşmeme umuduyla hayal kurmaya devam ederim.