Türkçe edebiyatın ustalarından Adalet Ağaoğlu 91 yaşında hayatını kaybetti. Ölmeye Yatmak, Bir Düğün Gecesi gibi Türkçe edebiyatın mihenk taşı romanlarını kaleme alan Ağaoğlu aslında yazarlık yaşamına tiyatro oyunları yazarak başlamıştı. Ağaoğlu bir röportajında neden roman yazmaya başladığını şöyle anlatmıştı.
“Ben aslında tiyatro oyunları yazarak başladım fakat o oyunlar sansüre uğradı, devamlı sahneden kaldırıldı ve oynanmamaya başladı. Siyasi duruşum nedeniyle birdenbire kültür ataşesi oyunumu sahneden kaldırıyordu misal. Romana geçişim bu sayede oldu. Dedim ki ‘Kitap kitaptır, kimse ona bir şey yapamaz.’ Tiyatro oyunu yazarken daha çok para kazanıyordum hem de daha ünlüydüm aslında fakat dediğim gibi sansüre uğradım. Sansüre uğradığımdan 1970’te romana geçtim. İlk romanım çıktığı zaman dönemin en ünlü eleştirmenleri çok kötü şeyler yazdılar bu kitap için fakat ben sokakta yürürken okurun ‘İyi ki Ölmeye Yatmak’ı yazdınız, ne kadar başka bir roman’ deyip beni yoldan çevirdiği oldu. Ben okura karşı sorumluluk duydum. İnan ki sizlerin bana ne diyeceğini, en çok bunu düşünürüm. O sorumluluğu hep duydum, 90 yaşında hâlâ duyuyorum. Bu katlandı, hiç bitmedi, ben okurum sayesinde var oldum. Eleştirmenler sayesinde var olmadım. Biz böyle buluştuk.”
Ağaoğlu 1977 yılında kaleme aldığı Yazarlık Direnci başlıklı denemesinde de dönemin edebiyatında tartışma konusu olan ‘direnç’ kavramını sansür ve ifade özgürlüğü üzerinden ele almıştı. “Düşünce özgürlüğünün kısıtlandığı toplumlarda yazarın engellenmesini salt kitaba sansür, yazarı içeri tıkma sınırları içinde ele almak, direncine paha biçilecek yazarlar açısından yeterince kapsamlı görünmüyor bana,” diyen Ağaoğlu’nun üzerinden 40 yıldan fazla zaman geçen yazısını hatırlatmak istedik. Aradan onlarca yıl geçse de yazarların özgürlüğü üzerine tartıştığımız konular aslında halen aynı.
Yazarlık Direnci başlıklı makalesi Ağaoğlu’nun deneme yazılarının derlendiği Geçerken kitabında yer alıyor:
Yazarlık direnci, dirençli yazar sözlerinden ne anlıyoruz? Son yıllarda, ülkemizde bir yazar tanımlanırken en sık kullanılan nitelemelerden başlıcacı, ‘direnç’.
Evet, ne anlıyoruz yazarlık direncinden? Yapacak daha iyi bir iş bilmediği için, bir kişinin iyi-kötü yazıp durmasını mı? Kendisine yapabileceği başka bir iş olanağı verilmediği için, hiç değilse ilk adımda en az gerekçe ve tek başına yapılabilir bir iş olmadı nedeniyle, bir kişinin yazmaya kapaklanmasını mı? Hayata ancak yazarak yeni bir anlam verebilmesini mi? Elinden herkes kadar yapabileceği başka bir iş geldiği, herkese tanınan olanaklar oranında ona da başka bir iş yapma olanağı tanındığı halde, bir kimsenin yine de yazmak dışında bir iş yapmak istememesini mi? Yoksa, itildikçe yazmayı mı, yazdıkça kendini aşmayı mı? Yazarın, yazarlığına bir görev, bir işlevsellik yüklemesini mi acaba? Onun bazı toplumlarda, bazı koşullar altında engellenmesini, bütün engellere karşın yine de susmamasını ve çoğunluk adına yüklendiği görevi sürdürmesini mi?
Bu sonuncu anlamdaki yazarlık direnci, yine bazı toplumlarda ve bazı koşullar altında, yazarlığın bütün boyutlarını içermeyi gerektirmeyebiliyor. Susma, söyle, nasıl söylersen söyle… Burada salt söylenen önemli, nasıl söylendiği değil. İzleyici de daha çok yüksek sesle söylenenle ilgiliyse, buna göre koşullanmışsa, yani nabzı, anlık, günlük tepkilere göre ayarlanmışsa, bazı yazarlar ona bir yanıt oluşturuyor; sürekli, kacılı değerler üretmektense, anlık ve günlük söyleyişi yeğleyebiliyor. Böyle yazarlık yara bere alsa da, ‘direnç’ daha pekişiyor üstelik…
Hem direncin, hem işlevselliğin, hem yazarlığın bütün olarak, birbirlerini güçlendirerek boyutlanıp, etkinliği artırması, etkinlik oranında engellenmesi, engellendikçe daha yaygınlaşması da söz konusu kuşkusuz. Ama bu, işlevselliğe önem verme ölçüsünde yaratıya, yazarlığa da önem verme sonucunda ortaya çıkan bir durum. Öte yandan biz, insanların düşüncelerini rahatça yayma özgürlüğünün bulunduğu bir toplumda yaşıyor olsak, şu, engellendikçe direnç kazanan yazar kategorisi diye bir kategori ortaya çıkmazdı. Onun genelgeçere sırt çevirmesini, özgünlüğünü, yüzü hep ileriye, geleceğe dönük bir şeyler yaratmasını gerçek bir yazarlık direnci olarak selamlardık. Düşünce özgürlüğünün kısıtlandığı toplumlarda yazarın engellenmesini salt kitaba sansür, yazarı içeri tıkma sınırları içinde ele almak, direncine paha biçilecek yazarlar açısından yeterince kapsamlı görünmüyor bana.
Şu da var: 141., 142. maddeler yasalarımızdan kalksa neye yarar, eğer yazar kendi kafasında milyonlarda 141., 142. madde hücreleri çoğaltmışsa, kendi yasaklarını aşamamışsa? Beynindeki bu sansür hücrelerinin bilincinde bile değilse, neye yarar onun yazmaya kapaklanmasındaki, salt bu işi yapmasındaki direnç?
Hiç kuşkusuz, toplumsal bir varlık olarak yazar da, dış koşulların belirlendiği oranda özgür. Ama acaba, bu dış koşuların bilincinde olduğumuz kadar, onların bizde yerleştirdiği, neredeyse doğallaşmış tutsaklıkların da bilincinde miyiz?
Her yazar bu tutsaklıklarla yüzleşebilecek denli dirençli mi acaba?