6 soruda Türkiye’de internet sansürü

Türkiye’de internet sansürünün tarihine kullanıcı perspektifinden baktığımızda hem bu çıkmaza nasıl düştüğümüzü hem de verilen mücadeleleri anımsayarak “Ne yapmalı?” sorusuna yeni yanıtlar arayabiliriz


SARPHAN UZUNOĞLU

Türkiye’de internet sansürünün ve internet kullanımına ilişkin açılan davaların tarihine baktığımızda kendisi de engelli olan Wikipedia’dan farklı internet portallarına, değişik mecralarda yazılmış çok sayıda içerikle karşılaşıyoruz.

Türkiye’de internet sansürünün tarihsel izleğine ilişkin bu yazıyı, genel kullanıcı perspektifinden yazmaya karar vermemin temel sebebi de, kitlesel olarak etkilendiğimiz ve reaksiyon olarak kendimizi değiştirdiğimiz sansür deneyimlerinin internet sansürü tarihimizi anlatmak için daha anlamlı olacağını düşünmüş olmam. Böylece hem kullanıcılar olarak bu çıkmaza nasıl düştüğümüzü anımsayabilir, hem de bu çıkmaza bir daha düşmemek için verilen mücadelenin kolektif ve bireysel eylemlerini anımsayarak “Ne yapmalı?” sorusuna yeni yanıtlar arayabiliriz.

Bu amaca bağlı olarak birkaç soru etrafında, Funda Başaran ile Özgür Uçkan hocaların kaleme aldığı yazılara ve turk-internet.com gibi geçmişten bu yana meseleyi takip etmiş sitelerdeki bilgilere referans vererek kullanıcıların tepkileri üzerinden Türkiye’nin internet sansür pratiğini anlatmaya çalışacağım.

İlk dava ne zaman açıldı?

Dijital ortamda işlenen suçlara ilişkin ilk davaya dair arama yaptığımızda karşımıza iki yazı çıkıyor. Bunlardan birincisi Funda Başaran’ın Gazete Duvar’da yayınlanan internet yasaklarının Türkiye’deki tarihi başlığı altındaki yazısı. Bir diğeri (ve daha eski olanı ise) rahmetli Özgür Uçkan hocamızın Türkiye’de internet sansürünün kısa tarihi… ve mümkün geleceği! başlıklı yazısı.

Türkiye’de internet üzerindeki etkinlikler nedeniyle açılan ilk davanın, 7 Aralık 1997 tarihinde görme engelli yurttaşların yaptığı bir protesto eyleminin Ankara Büyükşehir Belediyesi görevlileri tarafından cop kullanılarak dağıtılmasını bir forumda eleştiren ve eleştirisinin altına e-posta adresini ve ismini yazan bir lise öğrencisi aleyhine açıldığı belirtiliyor.

1997 tarihli bu dava, içeriğinden kullanıcının isim, soyisim ve e-mail gibi kendisine erişilmesini kolaylaştıracak bilgileri naifçe paylaşmasına, sansür ve sansür karşıtı reaksiyonlarımızın 2019’a uzanan tarihi hakkında ilk ipuçlarını sağlıyor. Bu davanın, tarihi itibariyle göz önüne alınması şart. Malum 1997, Web 2.0 dediğimiz çağdan önceki zamanlara denk gelen bir tarih. Ama o dönem, yine de oldukça aktif olan forum kültürünün (ki bu kültür, içinden Türkiye’ye özgü sosyal ağ olan Ekşi Sözlük’ü çıkardı sonradan) nasıl işlediği konusunda da bir fikir veriyor. Dönemin internet kullanıcıları her ne kadar anonim olmaya ve kişisel bilgilerini internette paylaşmamaya özen gösterseler de, (zira o çağ da bir tür dijital tekinsizlik çağıydı) kişisel bilgilerini kamusal ortamda paylaşan dünün forum kullanıcısı ve o günün “davalısı” yalnızca ilk kurban olmuş.

Oysa daha o günlerde, IRC’den (zamanın meşhur #zurna, #ayna ve benzeri sohbet odalarının olduğu dönemde) ICQ’ya uzanan döneme dek anonimlik bir tür sosyal değerdi. Devlet, daha o günden kendindeki ve gelecekte Facebook gibi platformların sağlayacağı verideki “ışığı” görmüş olacak ki, erken bir deneme yapmıştı.

Türkiye’de bir platforma ya da platform yöneticilerine yönelik ilk internet davası ne zaman açıldı?

Türkiye’de internet sansürü pratiklerinin ve internette işlenen suçlara dair açılan davaların tarihine baktığımızda Coşkun Ak Davası’nı şu ana dek üretilmiş literatürde en tepelerde görüyoruz. Dönemin Superonline İnteraktif Bölümler eski Koordinatörü Coşkun Ak’a, ilk aşamada yönettiği forumda yer alan ve kimin yazdığı belli olmayan bir yazı nedeniyle 40 ay hapis cezası verilmiş, karar uzun bir sürecin ardından beraatle sonuçlanmıştı. Cezanın sebebiyse Türkiye Cumhuriyeti’ni, askeri kuvvetleri, emniyet muhafaza kuvvetlerini, adliyenin manevi şahsiyetini tahkir ve tezyif suçlaması idi. Davayla ilgili detaylı bir okuma yapmak isterseniz turk-internet.com arşivlerinde oldukça doyurucu içeriklerle karşılaşıyorsunuz.

Uzun bir hukuki mücadelenin sonucunda beraatle biten davanın en önemli boyutu, bu kez davalının “kullanıcıya” açılmaması, bunun yerine “platformun temsilcisinin” hedefte olması. Bu dönüşüm birkaç açıdan mühim: Birincisi bu, Türkiye’de dijital alandaki ifade özgürlüğünün bireysel değil kolektif bir mesele olarak ele alınması gerektiğinin öncü kanıtlarından biriydi. İkincisi de editörlerin ve platform sahiplerinin sansür ve hukuki süreçlerde alacağı konum açısından ilk örneği teşkil ediyordu. O dönemin hukuki ortamında beraatle sonuçlanmış olsa da, davanın yarattığı otosansür etkisini tahmin etmek mümkün. Zaten Ak’ın o davadaki avukatı Fikret İlkiz de daha o günlerden bu davanın gelecekte yaratacağı etkiye dikkat çekmiş.

Dahası, 2003’le günümüz arasında hoplaya zıplaya kullanıcıyı bitap düşüren tansiyona baktıkça, kullanıcının sorumluluğundan platformun sorumluluğuna meseleyi genişleten bu hamlenin korkunç bir geleceğe (bugünden bahsediyorum) dair ilk işaret olduğunu söylemek mümkün.

Her iki davanın, Özgür Uçkan’ın da yazısında vurguladığı üzere, kurumları “tahkir ve tezyif etmek” suçlamasıyla 159. Maddeye evrilen yeni 301. Maddeden açılmasının, ki bu madde Türkiye’nin yakın tarihine damga vuran bir madde oldu, özel olarak altını çizmek şart.

Bu davaların kişiselden kurumsala dönüşmesi Türkiye’deki sansür anlayışına ilişkin ne söylüyordu?

Peki, kişiselden kurumsala ya da kurumların temsilcilerine/sahiplerine yönelen oklar ne anlama geliyor: Birincisi burada platform sorunluluğu dediğimiz ve bugün Facebook, Twitter gibi organizasyonlar özelinde iyice ayyuka çıkan tartışmaların odağındaki meseleye değinmek gerekiyor.

Burada tabii Web 2.0 öncesi dönemde de bugünkü anlamda sosyal platform ya da sosyal ağ kavramını kullanmıyor olsak da, kullanıcıların ürettiği içeriğe dayanan web sitelerinin varlığı ve buralardaki içeriğin denetlenemezliği önemli bir faktör oynuyor. Devletin denetlemede o dönemki gözetim araçlarıyla yetersiz olduğunu söylemek mümkün olsa da, yine de o dönemde platform ve kullanıcılara yönelik sansürün başlamadığını söylemek mümkün değil. Tabii bu dönemler dünyada da, özellikle Facebook gibi ağların doğuşuyla birlikte, kullanıcı sözleşmeleri ve kullanıcı verisinin nasıl kullanılacağına ilişkin önemli meselelerde teorik ve politik bağlamdaki tartışmaların başladığı dönemler olarak da anılabilir. Yani bugün içinde yaşadığımız hiper-ticari ve gözetime açık internet ortamının hukuki ve teknik temelleri o dönemde atıldı. Devletler de bu süreçte işi öğrenmeye başlayarak bu gelişime paralel, değişen web pratiklerine (Web 1.0’den web 2.0 ve hatta web 3.0’a) ayak uydurmaya başladılar. Hukuk sistemi de dönemsel olarak buna göre şekillendi.

Aynı şekilde aralarında Ekşi Sözlük’ün de bulunduğu Türkiyeli platformlarda, platform/kullanıcı sorumluluğu bağlamında süren tartışma ve yazar bilgilerinin paylaşılması gibi meseleler de o dönemde gündeme geldi. Ekşi Sözlük’ün birçok emektar yazarının (ki bir kısmı bugün Twitter’da ciddi kitlelere sahipler veya fikirleriyle alanlarında etkili olabiliyorlar) platformun içine girdiği sansür psikolojisi nedeniyle aldığı Ekşi Sözlük’ten ayrılma kararı ve Türkiye’deki aşırı polarizasyonun yarattığı birçok sözlükte görülen “herkes kendi mahallesinin sözlüğünde” mantığının oluşumu da aynı döneme rastlıyor. Yani aslında, o dönem “sözlük” formatının farklı mecralara yayılması ama sansür-otosansür mekanizmalarının dolaylı yoldan da olsa yankı odalarının kurulmasına yaptığı katkıyı da göz önünde tutmak gerekiyor.

Engellemeler ne zaman başladı?

Özgür Uçkan’ın yazısında belirttiğine göre 2001-2007 arası dönemde çok sayıda web sitesi engelleniyor. Yani kullanıcı-platform-devlet üçgeninde sansür pratiği, Türkiye’de 2007 öncesi dönemde hayata geçmiş. Yine büyük oranda engellemeler benzer bir gerekçe ile gerçekleşmiş: Devleti ve kurumlarını aşağılama.

2007’de çıkarılan 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun ise bir tür mihenk taşı niteliği taşıyor. Bu hem bugüne dek sessiz sakin yürüyen davalar ve gerçekleştirilen engellemelerin kamusal tartışmanın bir parçası olmasına neden oluyor, hem de bilgisayarlı ve internetli bir dünyaya doğmuş ya da o dünyada olgunlaşmış kuşakların internet algısında değişikliklere yol açıyor. Evrenselleşme ve özgürlükle bağdaştırılan internetin, korunması gereken bir alan olduğuna dair algı da bu dönemde gelişmeye başlıyor.

O dönemde Özgür Uçkan’ın yazdığına göre, dönemin CHP milletvekili Osman Coşkunoğlu haricinde mecliste mutabakat içerisinde geçen bu yasa (muhalefet tüm istediklerini kabul ettiremese de), bugünkü sansür pratiklerinin ilk kapsamlı legal dayanağı durumunda. Bugünlerden o günlere baktığımızda satanizm yahut çocuk pornosu gibi temel başlıklar altında pazarlanan bu yasanın muhatabının genel kullanıcı olduğunu anlamanın çok uzun zaman almadığını görüyoruz. Zira protestolardan siyasal parti programlarına bu yasanın düzenlenmesi ve kaldırılmasının girmesine kadar, yasa 2007 sonrası dönemde sürekli olarak farklı parti ve grupların öfkesinin hedefi olmuştu.

Youtube_censored_TR2008

Sosyal platformlara yönelik engelleme konusunda ilk örneklerden ve belki de Türkiye’yi küresel bağlamda nam sahibi yapma niteliğine sahip olan vaka ise Youtube yasağı olmuştu.

18 yaşındaki Yunan öğrenci Kostas Papafloratos tarafından “Stavreatos” takma adıyla Youtube’a yüklenen ve Atatürk’e hakaret içerdiği iddia edilen videonun 5816 sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun gereğince T.C. İstanbul Nöbetçi 1. Sulh Ceza Mahkemesi’ne gelen talep doğrultusunda engellenmesi, Türkiye’deki ilk Youtube yasağı olarak bilinen yasağın başlamasına neden olmuştu. Tek bir video için platform toptan bir şekilde engellenmişti. Sonradan Youtube’un gereğinin yapılacağını bildirmesiyle birlikte platform tekrar açılmıştı. Ama bu Youtube’un karşılaşacağı “tek yasak” olmayacaktı.

Nisan 2011’de hosting şirketlerine Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) tarafından yollanan bir e-postada ise aralarında Ekşi Sözlük’ün de olduğu çok sayıda sitenin hizmetlerine son verilmesi isteniyordu. Ama bu sırada elbette kullanıcılar da olan bitene “seyirci” kalmıyordu.

Engellemeler karşısında kullanıcılar ne gibi tepkiler, alışkanlıklar geliştirdi?

Türkiye’de özgürlükler açısından ilginç gelişmelerin yaşandığı 2007 sonrası dönemde doğrudan 2013’ün Gezi Parkı eylemleri olarak bilinen kitlesel protestolarına gelene dek, 2011 yılındaki İnternetime Dokunma  eyleminin gündem ve taleplerini özellikle dikkate almak gerekiyor. Bu eylemin hem farklı, genç ve politikayla örgütlü olarak ilgilenmeyen bir kitlenin ifade özgürlüğü çerçevesinde politize olması, hem de Gezi Parkı protestoları ile benzer bir alanda gerçekleşip benzer sembollere dayanan bir nitelik arz etmesi çok önemliydi.

22

BTK tarafından hazırlanan internetin Güvenli Kullanımına İlişkin Usul ve Esaslar Taslağı’na karşı yapılan eylem, filtrelenmiş internet pratiklerini ve BTK’nın keyfi uygulamalarını eleştiriyordu ve Türkiye’nin ilk büyük kitlesel internet eylemi niteliğindeydi.

Bugün İnternetime Dokunma eylemi Türkiye’deki sansür karşıtı pratikler konusunda dijital alanda önemli bir tarihi olay olarak anılıyorsa, bunun sebeplerinden biri de sansürün etkilediği grupların beş benzemezliğine rağmen özgür internet erişimi temelinde bir araya gelmeleriydi. O dönemde Türkiye’deki siyasal kültür her ne kadar bugüne göre daha açık olsa da, farklı grupların internet gibi temel ve herkesi ilgilendiren bir mesele etrafında bir araya gelmesi politik anlamda 2013’ün kitlesel eylemlerine uzanan bir tür birlikteliğin de harcının karılmaya başlandığı gün olarak anılabilir. Zira, o dönem İnternetime Dokunma eyleminin temel talepleri hâline gelen meselelerin iktidarca yok sayılmasının, günümüzdeki kısıtlı ifade özgürlüğü ortamının inşasında oynadığı rol göz önüne alındığında, bu toplumsal tepkinin altının neden çizilmesi gerektiği de anlaşılacaktır.

Tabii yalnızca bu tür kitlesel tepkiler değil, kullanıcı düzeyindeki DNS ve proxy kullanımı, güvenli iletişim servislerinin tercih edilmesi, Facebook’un getirdiği alenilik kültürüne karşı Twitter ve benzeri platformlarda psedonimlerin sayıca artması (kendi adını ve fotoğrafını kullanmayan kullanıcıların yaygınlaşması) teknik olarak kullanıcıların verdiği en yaygın tepkiydi. Siyasetçilerin üst perdeden “Ben giriyorum siz de girebilirsiniz,” dediği internet sitelerine yönelik engellerin öğretici tarafı, ortalama bir yurttaşın internetle ilgili asla erişmesi gerekmeyecek bilgilere ulaşmasına yol açması oldu.

Bugün bu örneği IPTV kullanımından cinsellik içeren sitelerin ziyaret edilmesine birçok alanda görüyoruz. Kullanıcılar Michel de Certeau’ya selam çakarmışçasına, günlük rutin internet kullanımları içerisinde küçük asilikler yaparak sansürün altını daha ilk Youtube yasağından bu yana deliyorlardı. Ancak günümüzde bu alanda artan farkındalık öyle bir seviyeye ulaştı ki, Türkiye siber güvenlik alanının kurumsaldan ziyade bireysel düzeyde ilgi gördüğü ülkelerden biri hâline geldi. Dünyanın her yanında çok daha ticari ve kurumsal olarak ele alınan dijital güvenlik meseleleri, Türkiye’de açık kaynaklı ücretsiz yazılımlara dayanan ve geniş kitlelerce benimsenen stratejilerle anılır oldu.

2013 yılında Gezi Parkı Protestoları döneminde ortaya çıkan dijital aktivizm trendi, uluslararası sivil toplumun ve küresel anlamda büyük bir patlama yaşayan bilişim endüstrisinin yarattığı etkiyle birleşerek dijital odaklı yeni sivil toplum örgütleri yarattı. Dijitalleşme, gazetecilikten sanat dallarına, günlük yaşamdaki kısıtların ve geleneksel medya alanının kısıtlılığının karşısında bir tür cephe hâlini aldı. Devlet bir yandan “çağı yakalamak” adına internet alt yapısını güçlendirirken, öte yandan aktivistlerin sahip olduğu yeni imkanlar ve elde ettikleri dijital güvenlik bilinciyle savaşmak zorunda kaldı.

2013 sonrası dönemin sansür pratiği yalnızca devlete ve devlet büyüklerine hakaret gibi meseleler değil, ayrıca haber alma hakkının engellenmesi bağlamında da çok büyük önem arz ediyordu. Özellikle de 2016 sonrasının KHK’lar döneminde tecrübe ettiğimiz geniş çaplı internet sansürleri, el koyma ve kapatma kararlarıyla birlikte hayata geçen zorunlu kapatmalar burada dijital sansürün boyutlarını gözler önüne seriyordu. Sendika.org gibi engel sayarak domain alan web sitelerinin ortaya çıkmasıyla daralan ifade özgürlüğü ortamında finansal ve politik anlamda sıkıştırılmış birçok medya aktörünün otosansüre başvurması ya da kendini feshetmesiyle birlikte internet alanındaki sansür, bir tür artçı etki yaratarak çok daha limitli ve bu sefer platformların ideolojik olarak devletin yanında saf tuttuğu yeni bir ruha büründü.

Türkiye’nin sınırlı ifade özgürlüğü rüyası, “İfade özgürlüğü mü, o da ne?” mantığına geri dönüş yaparken, “kamusal yarar”, “ulusun bekası” ya da “ulusal çıkarlar” gibi kavramlar karşısında kısa vadede geri çevrilmesi zor gibi görünen bir yenilgi aldı. 2011’in İnternetime Dokunma eylemlerinde yakalanan ortaklaşma ve sansür karşıtlığı duygusu, toplumsal polarizasyon ve siyasal durum gereği tekrar yakalanamadığından da günümüzde internet sansürü normalleşti. Özellikle de içerik bazlı sansürün devreye girmesiyle bireysel ve kurumsal aktörlerin keyfi sayılabilecek şekilde içerik engelletmeye başlamaları ve bunun artık dalga geçilen bir durum hâline gelmesi Türkiye’de internet alanında yaşanan dekadansın göstergesi oldu. Haber sitelerinin açtığı DNS kategorilerinden Ekşi Sözlük’te silinen başlıklarla ilgili açılan mizahi başlıkların engellenmesine dek izahı güç bir durumun içine düştük. Özdenetimle özsansür arasındaki çizgi platformlarca da fazlasıyla aşıldı.

İnternet sansürü devletin kendisine zarar verdi mi?

Elbette devletin yasaklarıyla sıradan kullanıcıyı “direnişçi” hâline getirmesi teorik olarak çeşitli biçimlerde açıklanabilir. Ama devlet açısından da bunun sonuçlarını açıklamak şart. Türkiye’nin yakın siyasi tarihinde bölgesel, ulusal, dönemsel ve kalıcı olmak üzere farklı sansürlerle karşılaştık internet ortamında.

Günümüzde Türkiye’de internet sansürü ve internet gözetimi meselelerini birbirinden ayıramayız. Çünkü sansür kadar, gözetim de internetteki ifade özgürlüğü ortamının kısıtlanması ve yurttaşların dijital bir panoptikon sistemi içerisinde “kilitlenmesine” neden oluyor. Türkiye’de internet kullanımına ilişkin istatistikler geniş bir nüfusun erişim sahibi olduğunu gösterse de, kullanım alışkanlıklarındaki bölünme şimdilik devletin bu geniş sansür ağından zarar gördüğü şeklinde yorumlanamaz. Ancak engelli site sayısını ve engellenen sitelerin adreslerini arşivleyen sitelerin dahi engelleme ve hukuki baskıyla karşılaşabildiği bu yeni ortamın ciddi bir tansiyonu barındırdığı bir gerçek.

Türkiye interneti, devletçe hiper-ticari sosyal ağ yapısını hiper-güvenlikçi bir gözetim ağıyla bütünleştirerek (ki bu da neoliberal sosyal ağların mantığı da düşünülünce pek şaşırtıcı değil) önemli ölçüde kontrol altında tutuluyor. Her ne kadar Raymond Williams’ın vaktiyle yaptığı öneride olduğu üzere, her bastırma deneyimi kendi direnişini oluştursa da baskının yoğunluğu karşısında kullanıcının da küresel standartların üstüne çıkmış olan yeni medya becerileri bile yer yer çare etmiyor.

Buna bağlı olarak da Türkiye’de devlet kurumları, dünyadaki kötü namına rağmen erken evresinden bu gelişmiş evresine dek genişleterek devam ettirdiği sansür politikalarının dijital alandaki izdüşümünden faydalanmayı sürdürüyor. Bugün sansür ve gözetim, Türkiye internetinin hem ekonomik hem politik yapı taşları. Bu elbette küresel trendlerin dışında değil. Ancak dünyadaki dijital okur yazarlık oranları ve insanların gizlilik hassasiyetleri ülkeden ülkeye fark ettiğinden, Türkiye açısından çok daha geniş bir seferberliğe ihtiyaç olduğu bir gerçek.