Yuvarlak Masa Buluşmaları: LGBTİ+

LGBTİ+ hareketinden Üzüm Derin Solak, Şevval Kılıç, Kültigin Kağan Akbulut ve Gözde Üçok’la muhalif her kesim için hayatın giderek zorlaştığı Türkiye’de bugün neler yaşadıklarını, OHAL’in hayatlarına nasıl yansıdığını, yasaklanan LGBTİ+ etkinliklerini konuştuk…


SEÇİL EPİK

Susma Yuvarlak Masa Buluşmaları, OHAL süresince sansürle en çok karşı karşıya gelen gruplardan LGBTİ+’larla devam ediyor. Türkiye’de aktivist bir LGBTİ+ iseniz en temel haklarınıza sahip olmak için bile kendinizi büyük bir mücadelenin içinde bulursunuz. Bu mücadele, kendinize bir alan açmak için kişisel hayatınızdan başlayarak her yerde sansürle savaşmanız anlamına gelir. Bu sebepten Türkiye’nin son yıllardaki muhafazakârlaşma sürecinde en çok mücadele eden grupların başında geliyor LGBTİ+’lar.

16-17 Kasım 2017’de Ankara’da Kuir Fest ve Almanya Büyükelçiliği ortaklığında yapılması planlanan Alman LGBTİ Film Günleri’nin Ankara Valiliğince iptal edilmesinin ardından LGBTİ+ etkinlikleri Ankara, Bursa, Mardin ve İstanbul’da art arda yasak ve sansürle karşılaştı. (Bu yasaklar dökümüne dair Susma’da yayınlanan Bir arada mıyız? yazısını okuyabilirsiniz) Bugün LGBTİ+’lar hâlâ film gösterimi, panel, atölye gibi en temel sosyal ve kültürel haklarından yoksun olmakla birlikte hükümete yakın yayın organları tarafından hedef gösterilmeye de devam ediyor.

Bu bilgi ve deneyimlerden yola çıkarak LGBTİ+ hareketinin farklı alanlarında uzun yıllardır aktivizm yapan, yaptıkları işler ve yaşam alanları sebebiyle İstanbul’un, özellikle de Beyoğlu’nun son bir yılda değişiminin resmini çizebilecek dört isimle bir araya geldik.

Yuvarlak masa buluşmamızın konuklarından Üzüm Derin Solak, Beyoğlu’nda bir barın işletmeciliğini yapıyor. LGBTİ+ hareketinin önemli figürlerinden Şevval Kılıç, bugün hayatına çeşitli mecralarda, önemli etkinlik ve festivallerde çalarak devam eden bir DJ. Sanat eleştirmeni Kültigin Kağan Akbulut, aynı zamanda Arşivden Sonra ekibinin de bir parçası. 2018’in ilk günlerinde Serdar Soydan’ın sunumuyla Kayıp Ailemin İzinde: Bir Lubunya Arşivi ile yasaklara rağmen 300’den fazla kişinin katıldığı bir etkinlik düzenlediler. Gözde Üçok ise çeşitli sanat kolektifleriyle üretim yapmakla birlikte geçen yıl ilki gerçekleşen Queer Olympix etkinliğini hayata geçiren ekipten.

LGBTİ+ hareketinden bu dört isimle OHAL’in hayatlarına nasıl yansıdığını, yasaklanan LGBTİ+ etkinlikleri, muhalif her kesim için hayatın giderek zorlaştığı Türkiye’de bugün neler yaşadıklarını konuştuk.

Nasılsınız? Genel olarak OHAL süresince hayatınız nasıl gidiyor?

Üzüm Solak: Öncelikli olarak hayatın bütün taraflarıyla birlikte değerlendirdiğimiz zaman, bir sürü yerden sıkıştığımız için OHAL bu sıkışmışlığın tuzu biberi gibi oldu. Bir yerden sonra çok fazla düşünmemeyi tercih ettim. Malum beş aydır bir mekân işletiyorum. Olabildiğince dikkatli davranmaya çalışıyorum. Buraya nasıl geldik, nasıl oldu? Bunları tabii ki düşünüyorum bireysel hayatıma baktığım zaman. Kadınlık sürecim, LGBTİ+ hareketi vs… Faşizmin tarihine baktığımız zaman, en keskin dönemleri için şöyle bir saptamada bulunuyorum; faşizm toplumsal anlamda yükselişe geçtiği zaman otomatik olarak ilk hedeflerden biri biz oluyoruz. Bunu geçen yaz da, yıl boyunca da yaşadık. Homofobi ve transfobinin çok fazla yükseldiğini düşünüyorum. Şu an daha kitlesel bir iş yapıyorum, dolayısıyla endişe ettiğim tarafları oluyor. Zaten gündelik pratik yaşam içerisinde kendimizi korumamız gereken bir sürü alan var.

OHAL koşullarında da elbette dikkat etmeye çalışıyorum. Çünkü devletin nerede, ne zaman, nasıl bir manevra yapacağını bilmiyorum. O yüzden OHAL’in bireysel ya da sosyal hayatımda etkisi nasıl olabilir diye düşününce, ne kadar dikkat etmeye çalışsam da “hazırlıksız yakalanacağım herhalde” diyorum. Bu şiddet olabilir, devlet terörü olabilir, bir şekilde hazırlıksız olacağım. Çünkü artık görmek istemiyorum, düşünmek istemiyorum. Ortalama 15 yıllık aktif bir Taksim hayatım var. Taksim, İstanbul’un eğlence hayatının göbeği, bizlerin de çoğunlukla içinde olduğumuz, sosyalleştiğimiz ve ürettiğimiz bir alan. Ankara’da film gösterimleri, eylemler yasaklandı. İstanbul’a henüz o kadar yoğun bir şekilde sıçramasa da, görünür alanlar yarattığınız zaman orada birtakım tehditler de olduğunu biliyorum. Trans bir kadın olarak işlettiğim gibi alternatif bir mekân yok bildiğim kadarıyla… Olası kötü bir durumda özellikle dikkatli olmam gerekiyor. Kapatılabiliriz, denetim vs. olabilir, herhangi bir şey bahane edilebilir.

Son dönemde Türkiye’de bütün adalet sistemi çöktüğü için, hakim savcı kalmadığı için, her şey sistemin ve devletin lehine olduğu için zaten bizim davalarımız da çok okkalı bir dava değilse ilgilenen kimse yok. Bir direniş örneği gördük, trans mahpus Diren Coşkun’un cezaevinde yaşadıklarını biliyorsunuz. Baktığınızda Türkiye’de bir sürü mahpus LGBTİ+ var. Tutabildiğimizi tutmaya, ses çıkarmaya çalışıyoruz. Özetle OHAL dediğimiz şey sesimizi daha da kısmış oldu.

Diren Coşkun’un da maruz kaldığı gibi hak ihlallerinin arttığını düşünüyor musunuz bu süreçte? Yoksa hep mi bu kadar zordu trans bir mahkûm olmak?

Ü.S: Türkiyedeki benzer davalarda zaten bir adaletsizlik söz konusuydu, şimdiyse ekstra bir durum yaşanıyor. OHAL dediğimiz şey her türlü muhalefeti ve insan hakları mücadelesini de terör olarak ilan ettiği için mağduriyet söz konusu olduğunda çok ses de çıkaramıyoruz. Çünkü bu anlamda bir eylemi desteklemekle de hedefe konuluyoruz artık. Örneğin Gülben Ergen’in Diren’le ilgili bir paylaşımı olmuştu. Bir yandan çok hoşuma gitti, öte yandan bir sürü insan hakkı ihlalinde bir sürü vakada artık insanlar ses çıkarmaya cesaret de edemiyor.

Diren Coşkun’un mücadelesi boyunca işlettiğim mekânın en yoğun olduğu zamanda müziği kapatıp ”Merhaba hoşgeldiniz. Bugün burada bir eylem var. Lütfen Diren Coşkun için biraz ses çıkartalım. Sosyal medya ya da başka bir yerde” diyordum. Evet bazı endişelerim var ama bizler idmanlıyız sanırım. Çok daha güçlü olduğumuzu düşünüyorum LGBTİ+’lar olarak. Özellikle trans vakalar olduğu zaman bu çok gücüme gidiyor. Çünkü bir şeyler yapmaya çalışıyorsun, sonra seni hapse tıkıyorlar, bedeni doğuramamanın sancısını yaşıyorsun üstelik. Korkunç bir şey. Ben bir şekilde kurtardığımı hissediyorum çünkü kendimi doğurmuş oldum. Ama ben sürecin başlarında ilacımı vs. alamadığımı da biliyorum.

Yaşam koşulları yüzünden bunu yapamayan, ilacını alacak parası olmayan, ailesi ya da toplum tarafından çok daha fazla baskıya maruz kalan birçok insan olduğunu da biliyorsun bir taraftan…

Ü.S: Biraz empati de bekliyorum insanlardan. Empatiye, temasa çok ihtiyacımız var. Temas bizi kurtarıyor ve birlikteliğin, örgütlülüğün verdiği bir haz yaşıyorum. Kendi çevrem tarafından sahiplenildiğimi bilmek güçlü hissettiriyor. Bunları düşününce bütün bu koşullar içerisinde ben iyiyim aslında.

Biz bu anılarla yaşlanacağız. Çünkü anıları silemezsin. Hükümet, bugün tüm kadrolarıyla beraber gitse bile leş bir hafızamız var.”

Şevval sen nasılsın?

Şevval Kılıç: Şahaneyim. Ben hep iyiydim, şimdi de iyiyim. Maş fasulyesi salatası yaptım, çok güzel oldu. Eve gidince onu yiyeceğim. Müzik dinledim buraya gelmeden önce. Bu aralar kime bu soruyu sorsan buna benzer cevaplar gelir diye düşünüyorum. Kendi hayat gailelerine dair kısa erimli, günlük şeyler. Resimse resim, sanatsa sanat, kitapsa kitap vs. Çünkü bunun dışında bir şey yapıp kafanı kaldırdığın anda… Barbaros Şansal az söylemiş “Boka batmışız” diye.

Ben Nuh peygamberin oğluyla telefonda konuştuğunu söyleyen biliminsanı haberini gördükten sonra yaşadıklarımıza şaşırmayı bıraktım. Bunu söyleyen profesör bu arada. “O zaman öyle bir teknoloji yokmuş ama bir dağın tepesinden diğer dağın tepesine Nuh peygamber sesini nasıl ulaştırsın? Muhakkak cep telefonu tarzı bir şey vardır” diyor. Bunu ciddi ciddi inanarak izah ediyor.

OHAL var evet ama LGBTİ+ ve queer perspektiften bir şeyler eklemek gerekirse; ben sadece “var olarak” iktidara bir propaganda aracı daha verdiğimizi düşünüyorum. Şu anda biz ne yaparsak yapalım karşı propaganda aracı olarak kullanılacak. Öksürsen “Milletin aleyhine öksürüyorsun, vatan haini’” deyip kendi propagandasını destekleyip saçma bir argümana dönüştürecek bunu. İnsanlar direniyorlar. İki trans kadın ölüm orucundaydı; Diren Coşkun ve Kıvılcım Arat. Yemek yemediğim ve müzik dinlemediğim saatler içerisinde kalp krizi geçirme tehlikesi ile boğuşuyordum. Yerimde duramıyordum, bir şeyler yapmak istiyordum, yapamıyordum. Mücadelelerini ve tepkilerini haklı buluyorum. Keşke canları yanmasa diyorum. Evet, çok güçlüyüz ama güçlü olmak zorunda mıyız? Türkiye’de yaşayan her trans bir amazon değerinde. Bunun da deformasyonları; sürekli dinç, diri ve direngen olmanın da bazı bedelleri var. Böyle olmak zorunda mıyım? Belki de ben naif, karınca görünce korkan bir tip olmak istiyorum.

Ben hâlâ, biraz utanarak da olsa, örgütlü mücadelenin tek yol olduğunu düşünüyorum ama tek bir formatta değil. Örgütlü mücadelenin sınırlarının ne olduğunu bilip, çeşitli alternatif mücadeleler geliştirmeli. Muhalif düşünen, kafası açık olanlar kendi alanlarında bir şeyler yapıyorlar zaten. Ama bence vatan haini olarak suçlanmak çok da büyük bir tehdit değil . Ben hiçbir yerde susmam, sözümü esirgemem, bunun bedelini de ödeyebilecek durumdayım. Beni öldürmeleri lazım susmam için. Annem var, çevrem var, evim var, maş fasulyemi yerim otururum. Bu bir lüksse ben bu lüksümü yaşarım ama lafımı da söylerim.

Hükümet değişse bile, şu anki kadroların değişmesi on yıllar alacak deniliyor. Onu da geçtim hafıza temizlenemeyecek. Biz bunları gördük. Cinayet resimlerini, IŞİD’in propaganda araçlarını, olup bitenleri deneyimledik. Biz bu anılarla yaşlanacağız. Çünkü anıları silemezsin. Hükümet, bugün tüm kadrolarıyla beraber gitse bile leş bir hafızamız var. Sur’daki çocukların yaşadığı korkuyu onlara bunu yaşatanların da yaşamalarını istiyorum. Ancak o zaman dünyadaki adalete inanabilirim. Aksi takdirde öyle bir inancım yok.

“LGBTİ+ hareketini desteklemek ya da fobik olmamak muhalif, vicdanlı olmanın kriterlerine dönüştü.”

Kültigin Kağan Akbulut: Ben de belki Üzüm’ün bahsettiği hukuksuzluk kısmından devam edebilirim. LGBTİ+ hareketi 90’lardan bu yana örgütlü olarak çalışıyor. Bu süreçte çok fazla etkinlik yasaklanması, dernek kapatılma davası vs. gördü. Şu anki fark, hukuksuzluk sorunu. Önceden ne yapacağımızı, nereye başvuracağımızı bilirdik. AİHM’e mi gidilecek ya da buna karşı toplumsal bir hareket mi başlatılacak, muhalif hareketin atacağı adımlar bilinirdi. Ona göre tartışılırdı, bir çalışma yapılırdı. Şu anki sorun buna karşı ne yapacağımızı bilmiyoruz. Ankara’da Kuir Fest’in film gösterimleri yasaklandı. Peki nasıl mücadele edeceğiz? Bunun yolu nedir? Dava açmak mı? Açıldı ama dava açıldığını bile kimse bilmiyor. Ya da hukuksal mücadele yürütülürken bir yandan da toplumsal bir mücadele ağı örülemiyor bunun çevresinde. Dolayısıyla boşa çalışıyormuşuz gibi geliyor birçok insana. Gezi ve öncesindeki süreçte çok güzel şeyler yaşadık. Kazanımlar elde edildi. Ben o kazanımları hem siyasal hem toplumsal kazanımlar olarak görüyorum. Toplumsal kazanımlar kaybedildi mi emin değilim. LGBTİ+ hareketinin toplum içinde, en azından bizim çevremizde, görünürlüğünün ve kabulünün kolay yıkılacağını düşünmüyorum. Ama siyasal kazanımlar hareketin elinden bir bir alınıyor. Mesela Nilüfer, Beşiktaş ve Ataşehir belediyeleriyle birtakım çalışmalar yapıldı. Bu ilçeler “Gökkuşağı Belediyeler” arasına eklendi SPoD’un çalışmalarıyla. LGBTİ+ hareketi ilk defa kamu kurumları ile bağ kurmaya, işbirliği yapmaya başladı. Ama buna karşı adımlar atıldı iktidar tarafından. Hareketin kamusal bağlarını kesmeye çalışıyorlar. Bundan sonra belediyenin ya da iktidardan biraz bağımsız hareket eden kamu kurumunun bile kolay kolay bu meseleye rahatlıkla dokunabileceğini düşünmüyorum. Bu bir risk çünkü. Gezi zamanı bunu yapmak kıymetliydi. LGBTİ+ adaylar çıkarıldı belediye meclisi seçimlerinde ama bu saatten sonra bu gündeme bile getirilmez durumda.

Ş.K: Şu an durum böyle ama bir zaman sonra, OHAL kalkar kalkmaz aynı ivmeyle geri tepeceğini düşünüyorum bu yasaklamaların. Artık LGBTİ+’ların yanında olmak “ben yobaz değilim” demenin bir tür yolu oldu çünkü. Gezi’de de böyle bir anlam çıktı, hem muhalif olup hem homofobik ya da transfobik olamazsın gibi. O güne kadar LGBTİ+ ile hiçbir işi olmamış, fobik değil ama LGBTİ+’larla hiç yan yana gelmemiş bir sürü insan “Hadi abi yürüyoruz” demeye başladı.

K.K.A: Bu toplumsal kazanımda bence iyi bir boyut. LGBTİ+ hareketini desteklemek ya da fobik olmamak muhalif, vicdanlı olmanın kriterlerine dönüştü. Bu önemli bir kazanım ve kolay yıkılmaz. Sert müdahaleler olması gerekiyor. Ben bunun iyi bir başlangıç olacağını düşünüyorum. Belki siyasal ve hukuksal olarak çok büyük adımlar atamayız bu süreçte ama bu toplumsal tabanı korumalı ve daha ileri nasıl çıkartabiliriz diye düşünmeliyiz.

Gözde peki ya sen, sen nasılsın?

Gözde Üçok: Biraz bilinçli bir görmezden gelme hâli içinde yaşıyorum epeydir. Zira 15 Temmuz ve OHAL’in üzerimde yarattığı şok etkisi azaldıkça o etkiye geri dönüp bakmak, onu analiz etmek istemedim sanıyorum, bir taraftan zaten kendimi bir çeşit haber diyetine soktum son birkaç senedir. Gerçekten coğrafyasız ve politikasız yaşamaya çalışıyorum ama bunun ötesinde sanırım şehirde havada asılı kalmış tedirgin edici bir hâl var. Ve ben kendimi belki biraz daha temkinli davranırken buluyorum tam olarak otosansür diyebilir miyim emin olamadım ama senelerdir Beyoğlu’nda zaman geçirirken hissettiğimden farklı bir durumdayım. Genel olarak son derece belirleyici olan baskı hâlini görmezden gelirken bir taraftan da beni dışarı ittiğini hissettiğim genel havayı değerlendirmenin “iyi” bir yolunu bulmaya çalışıyorum sanırım. O noktada LGBTİ+ ve queer aktivizmi özelinde olmasa da sosyal sorumluluk projeleri içinde olmak sanırım beni dibe vurmaktan kurtaran şey oldu.

Ankara’daki Kuir Fest yasakları ile başlayıp Pera Müzesi’ne de sıçrayan film ve etkinlik yasaklarının ardından Arşivden Sonra olarak siz nasıl etkinlik yapabildiniz? Özellikle bir yönteminiz var mıydı bu süreçte?

K.K.A: O sırada Reza Zarrab davası vardı, aslında en önemli sebebi o. Fark edilmedik gündemden dolayı. Kendi çevremiz içinde yaymaya çalıştık bir de. Önceki etkinliklerimizin duyurusunu çok daha farklı, ana akım diyebileceğimiz kanallardan yapmıştık. Kayıp Ailemin İzinde: Bir Lubunya Arşivi etkinliğini ise sosyal medya üzerinden ve kendi çevremize yapmaya çalıştık. “Büyük haber” olmamaya çalıştık. Çünkü bir sabah hedef olarak uyanabilir, Akit’e, Takvim’e haber olabilirdik. Buna karşı hiçbir şey yapamıyorsun. Yapabileceğin tek şey güvenlik önlemleri almak. Bu da işi kriminalize etmeye dönüşüyor. 300’den fazla kişi katıldı etkinliğe ve herkes heyecanlıydı. İnsanlar bir şey bekliyor. Uzun zamandır yürüyüş dışında-ki ona da izin vermiyorlar- çok kalabalık bir etkinlik, toplantı vs. görmüyorum. İnsanlar bir şeyler yapılmasını bekliyor ve buna karşı heyecan duyuyorlar. Bu güzel bir başlangıç. Alternatif mücadele yöntemlerini bu şekilde çoğaltabiliriz belki.

Ü.S: Söylediğin şeye tamamen katılıyorum. Ayrıca çok güzel bir nesil geliyor. Pürüzler olsa da temiz ve bilinçli geliyorlar. Transfobi, homofobi, OHAL olsa da toplumsal evrim devam ediyor. Burada hikâye devletin şu süreçte dişine takılmamakla ilgili. Kişisel hayatımda eskisinden daha çok provoke ediyorum bulunduğum ortamları, oradaki algıyı kırabilmek için. Ben devrimlerin makro değil, mikro hareketlerle gerçekleştiğine inanıyorum. Aslında eylemin kendisine baktığımız zaman nasıl ses çıkarttığımız, gerçekliği nasıl ifade ettiğimiz çok önemli.

“LGBTİ+’lar ağızlarını sulandırıyordu. Gezi’den sonra CHP ve HDP’nin LGBTİ+ ile flört etmesi kaçınılmazdı.”

Peki, ne oldu da hoca size taktı? Bundan üç sene öncesine kadar doğrudan devlet eliyle yasaklanan, sansürlenen, hedef gösterilen bir topluluk değildi LGBTİ+’lar…

Ş.K: Gezi bu anlamda milat galiba. Artık karşısında taş atabilen, “birkaç ibne” deyip geçiştiremeyeceği, arkasından kitleleri sürükleyen birileri var. El sıkışmaya niyeti de yok. Ne yapacak? Ters bir propaganda aracına çevirdi LGBTİ+’yı. Kendi düşüncelerini desteklemek adına bizi iyice karşısına aldı. Bence ayvayı burada yedik.

G.Ü.: Şevval’e katılıyorum. Ben de Gezi sonrası medyanın queer ve LGBTİ+’lara uyguladığı sansürün biçim değiştirdiğini düşünüyorum. İnternet bazlı medya ve sokaktaki görünürlük de arttıkça iktidar için muhatap olmaya başladık. Bütün bu sansür kararları ne kadar kötü de olsa hareketin kendi içinde bir çıkmaza doğru gittiğini de düşünüyorum. Bu bence hareketi bir çeşit kırılmaya veya alternatif bulmaya zorlayacak. Bunun pozitif etkileri olacağını, klişeleşmeye başlayan sivil itaatsizlik yöntemlerinden kurtulup yaratıcılığın önünü açacağını düşünüyorum.

LGBTİ+ hareketinin politik etkisini fark etmeleri de bir etken mi?

Ş.K: Tabii ki. Meşhur sıralama var ya; “Seni ilk önce yok sayarlar, sonra seninle alay ederler, sonra seninle savaşırlar ve sonra kazanırsın.” Bu aşamalardan Kürtler de geçti zamanında.

K.K.A: Bir de Gezi’den sonra 7 Haziran seçimleri de çok kritikti. LGBTİ+ hareketinin siyasî destek kampanyası önemliydi. Artık LGBTİ+ dernekleri sadece kuyruğuna basınca bağıran dernekler değil, tam tersi “Meclise gireceğim, gerekirse başkanlığı da zorlayacağım” diyen insanlar topluluğuna dönüşmüştü. Bence HDP ve CHP ile olan bu yakınlaşma LGBTİ+’ları bir adım sonrasına taşıdı. Sosyal sorumluluk kampanyaları yapmaktan, birkaç madde düzeltilsin diye çalışma yapmaktan öteye geçti. Tabii belediye meclislerinde de bir kazanım yakaladık ama bir sonraki aşamaya taşıyamadık. Taşıtmadılar daha doğrusu. Belki çok daha zorlasak çok farklı, sert şeyler olacaktı, baskı görecektik. Belediye meclis çalışmalarında daha radikal şeyler yapılsa belki başka bir noktada olacaktı.

Ü.S: Bir taraftan da LGBTİ+ hareketi de birtakım evrelerden geçti, Gezi olsun, seçimler vs. başka alanların desteği olmaksızın. Bu hareketin kendi öz kazanımı.

K.K.A: Tabii biz adım atmasak politikacılar adım atmayacaktı zaten.

Ş.K: Yok, bence adım atarlardı. Bizim de bazı avantajlarımız var. Ama politika yapma tarihimiz o kadar eski değil. Bence LGBTİ+’lar onların ağızlarını sulandırıyordu. Gezi’den sonra da CHP ve HDP’nin LGBTİ+ ile flört etmesi kaçınılmazdı. Tabii biz de çabaladık. Öte yandan siyasi partiler büyük yapılar. Sen saf, temiz hâlinle ideolojinle bir yere geleyim vs. diyorsun ama işin arkasını da bilemiyorsun.

“Beyoğlu, Taksim hem bir merkez hem de bizim gettomuz. Genelde jeolojik olarak bir yer hem merkez hem getto olmuyor. Şu ansa hâlâ şehrin merkezi ama bizim gettomuz değil.”

Alternatif yollardan bahsettik konuşmamızın başında. Bir taraftan bir araya gelebilmek için o güvenli alanları tutmaya çalışırken, bir taraftan devlet eliyle değiştirilmeye çalışılan bir sosyal ve kültürel ortam var. Taksim bunun en belirgin örneği. Taksim’in dönüşümü düşünüldüğünde, bugün hâlâ Beyoğlu’na eğlenmeye gelen kitleyi nasıl görüyorsunuz? Beyoğlu’nun o tanıdık yüzünün değişmesine dair neler söylersiniz?

Ş.K: Beyoğlu’nun iki hâli var. Beyoğlu, Taksim hem bir merkez hem de bizim gettomuz. Genelde bir yer jeolojik olarak hem merkez hem getto olmuyor. Şu ansa hâlâ şehrin merkezi ama bizim gettomuz değil. Artık bir sürü getto var. İnsanlar yine birbirlerini bulacaklar. Beyoğlu bizim gettomuzken iletişim çevirmeli telefonlarla yapılıyordu. Şimdi cep telefonundan FaceTime yapıyorsun. Ama benim içim hâlâ cız ediyor Beyoğlu’na dair, başka birçok şeyin tarihini de kapsıyor çünkü.

Ü.S: Beyoğlu’nu sadece bugün geldiğimiz nokta üzerinden değerlendirmemek gerekiyor. Çok köklü bir tarihi var. Bugün baktığımızda mekânlar azaldı evet. Bunda o mekânlardaki işletmeci kültürünün de payı var. Temelinde de erkek kültürünün hakim olması yatıyor bence.

Ş.K: Ben izin verilecek ilk Onur Yürüyüşü’ne odaklanmak istiyorum. Eğer izin verirlerse çok muhteşem bir yürüyüş olacak Taksim’de.

Ü.S: Ben açıkçası Taksim’in göbeğine dikilen camiyle beraber bundan umutsuzum. Caminin varlığı oradaki dokuyu sektörel anlamda etkileyeceği gibi sosyal olarak da etkileyecek. Sultanahmet’te nasıl eylem/yürüyüş yapamıyorsak artık Taksim’de de yapamayacağız diye düşünüyorum.

Ş.K: Kadıköy’e gideriz.

Ü.S: Elbette başka yerde yaparız.

Ş.K: Hiçbir ideoloji sonsuza dek kalmayacak. Ben onlar gittikten sonraki Onur Haftası’na konsantre olmak istiyorum. Herkesin çıplak olarak yürüdüğünü düşünsene 10 bin kişi mesela. Su da sıkamazsın.

Ü.S: Hikâye biraz da şurada kitleniyor; götürebildiğimiz kadar… Umutsuzluk elbette var ama götürebildiğimiz yere kadar ne yapabiliriz, nasıl yapabiliriz? Faşizm her zaman özgürlüğü doğuracak. Biz başka şeyler düşünecek ve yaratacağız. Ayrıca transseksüel bir kadın olarak böyle bir zamanda benim çok bir şey yapmama da gerek yok. Varoluşum bile bir eylemlilik.

G.Ü.: Ben Beyoğlu’nun son 15 senede ışık hızında geçirdiği kentsel ve kültürel değişime pek inanamıyorum. Biraz ümitsizim geleceğiyle ilgili. Beyoğlu’ndaki müşterinin ve mekânların senkronize yenilenişinin ardından bildiğim Beyoğlu’na dair pek bir şey kalmadığını da düşünüyorum. Mimarî ve şehircilik anlamında bu kadar çeşitli grupların paylaştığı bir yeri bu kadar tek tip bir kültüre sürüklediğinizde o çeşitlilikten geriye sadece bir fasat kalıyor, onu da restorasyon adı altında makyajlayınca gerçekten Beyoğlu beni biraz üzüyor. Bizim sahiplendiğimiz mekânlar üzerinden konuşursam özellikle son 15 yılı Beyoğlu gece hayatının çeşitli mekânlarında çalışarak geçirmiş birisi olarak eğlenme kültürünün LGBTİ ve queerler için daha politize hâle geldiğini söyleyebilirim. Hakkını aramak ve kendi kodlarını dayatmak konusunda gerçek bir direnç var ama bu olayların ele alınışıyla alakalı yöntemsel sorunlarım da var.

“İktidar, ‘Derneğini istediğin gibi yürüt. Çağdaş sanat hakkında ne yazıyorsan yaz, zaten umursamıyoruz ama bizim konularımıza karışma’ diyor.”

S.E: Yazan çizen, sosyal medyayı da aktif olarak kullanan insanlar olarak tüm muhalif seslere karşı yürütülen cadı avı karşısında otosansür uygulamak zorunda kaldığınız oluyor mu?

K.K.A: Çağdaş sanat alanı diğer sanat alanlarından biraz daha farklı bir yerde. Çünkü geçmişi çok yok. Sinema, tiyatro, edebiyat gibi alanların muhalif hareketle çok daha organik bağları var. Dolayısıyla iktidarla daha kolay karşılaşıyorlar. Tiyatro, sinema gibi alanlarda çok fazla sansür ya da devletle karşı karşıya gelme söz konusu oluyor. Çağdaş sanat kendini hep devletin dışında tanımladı, kendi ontolojisinden ötürü de devletle karşı karşıya gelmiyor. Ama iktidarın Kürt sorunu, savaş, cumhurbaşkanına hakaret gibi nirengi noktaları var. O noktalara dokunan herkese sıra gelebilir tabii. Mesela Ali Erol yıllardır LGBTİ+ hareketin en önemli figürlerinden, yıllardır mücadele ediyor. Afrin ile ilgili bir tweet atmış ve ilk defa bu kadar uzun süre göz altında tutuldu. İktidar, “Derneğini istediğin gibi yürüt. Çağdaş sanat hakkında ne yazıyorsan yaz, zaten umursamıyoruz ama bizim konularımıza karışma” diyor. Dolayısıyla kendini sınırlıyorsun. Bir de bir dernekte başkansan, politik bir gazetede yazarsan o zaman “Bu tweet’i atarsam başımıza bir şey gelebilir” diyorsun. Emek Erez örneğin, kitap eleştirisi yazan biri. Sadece bir tweet attığı için gözaltında tutuldu. Bu durumda sen de ya karışmayacaksın ya da farklı bir şekilde dile getirmeye çalışacaksın derdini. Benim gördüğüm ve uyguladığım bu.

G.Ü.: Ben sosyal medyayı zaten çok aktif kullanmıyorum. Otosansürü birtakım eylemlere gitmeyerek uyguluyorum belki de. Otosansürle apati arasında bir yerde gidip geliyor sanırım ruh hâlim.

Ş.K: Benim sadece “Kapıcının parasını, kirayı kim ödeyecek?” türünden endişelerim var. Ahlakî olarak 20 yıl evvelki ile şu anki hapishaneye girme durumu farklı. O yüzden çok umursamıyorum. 20-25 yıl önce hapishaneye girmek ahlakî bir yüktü. Dışlanma sebebiydi, ne sebeple girmiş olursan ol. Şimdi asla utanılacak, sesinin tonunu düşürmek zorunda kalacağın bir şey değil. Canımı en çok sıkan şey, bu yaşananların bir ideoloji kavgası olmadığını bilmek. Sol- sağ kavgası bile daha anlaşılır bir kavgaydı. Siyah ile beyaz gibi, iyi ile kötü gibi. Bir sebebi vardı o kavganın. Bunun sebebi çok daha ilkel, arkaik…