Sinemada sansürün türlü türlü hâlleri

Bugün geldiğimiz noktada sansür konu olduğunda en fazla gündeme gelen başlık ‘eser işletme belgesi’ zorunluluğu. Ama gerçekten sansürle ilgili tek derdimiz bu mu? Festivallerin ‘örtük’ sansürleri, piyasa sansürü ve belki de en fazla üzerinde durulması gereken, bizzat yaratıcıların uyguladıkları/ uygulamak zorunda kaldıkları ‘otosansür’, bugün sansürün farklı biçimlerde karşımıza çıkan hâlleri.


 ŞENAY AYDEMİR
sinesenay@gmail.com

“İki Fransızın, Şirket-i Hayriye’nin seferden alınmış vapurlarından 18 numaralı vapuru Boğaziçi sahilleri iskeleleri ile Adalar ve Bakırköy ve İzmit Körfezi sahillerinde römorkör ile çekerek ve içine sinematograf makinesi koyup güya halka sinematograf resimleri göstermek için kiralama teşebbüsünde bulundukları haber verildiğinden sakıncaları dolayısıyla buna izin verilmemesi padişahın yüksek emir ve fermanı icabından olmakla bu hususta emir ve ferman emir sahibinindir.”

Burçak Evren, Türkiye’deki ilk sinema sansürünün yukarıdaki ferman ile gerçekleştirildiğini belirtiyor Türk Sinemasında Sansür kitabında (Kitle Yayınları, 2000). 20 Haziran 1908’de Saray Başkâtibi Tahsin imzasıyla yazılan bu emirle kalmadı tabii ki sinemanın sansürle imtihanı. Memleketin ilk kurmaca filmi Mürebbiye’nin sansürlenmesini ise 1919 yılında, işgal altındaki İstanbul’da bir Fransız general istemişti. Gerekçesi ise çok tanıdık: “Bir Fransız kızı böylesine ahlak düşkünü davranamaz”.

Bu iki örnek için “Birincisinde padişahlık vardı, ikincisini de zaten işgalciler yapmış” diyebiliriz ama ne hazin ki, cumhuriyet tarihi boyunca sinema üzerindeki sansür artarak devam etti. Bu tarihi anlatmaya kalksak sayfalarca yazmamız gerekir ve bugünün açık/ kapalı sansürlerine değinmeye yerimiz kalmaz. Sanılmasın ki, geçmiş yıllarda uygulanan sansür yalnızca ‘politik’ içerikli filmlere yönelikti. 1932 yılında kurulan ve 1980’lerin sonunda biçim değiştirerek var olmaya devam eden sansür kurulunun aldığı bazı garip kararlardan örnekler verelim. 1

  • Osman Seden imzalı Kardeş Dursun’da, filmin bir sahnesi, Karadeniz’den Boğaz girişi göründüğü için çıkarıldı. Gerekçe, düşman gemilerinin Boğaz girişini filmde net bir şekilde görebilmeleriydi.
  • Memduh Ün’ün yönettiği Mahallenin Sevgilisi’nin sansürlenme sebebi ise, filmin bir sahnesinde görülen dozerin ‘seyirci üzerinde dehşet duygusu yaratması’ydı. Filmde, devlete ait dozerin özel şahıslar tarafından kullanılması da bu sahnelerin kesilmesinin nedenlerinden biri oldu.
  • Metin Erksan’ın ilk filmi Âşık Veysel’in Hayatı- Karanlık Dünya da, Anadolu topraklarındaki ekinleri çok kısa boylu, cılız gösterdiği gerekçesiyle yasaklanmıştı.
  • Metin Erksan’ın 1963 tarihli, Berlin’de Altın Ayı kazanan Susuz Yaz’ı, filmdeki kadın, ölen kocasının erkek kardeşiyle evlenince ‘Türkleri kötülüyor’ gerekçesiyle sansürlenmiş, Berlin Film Festivali’ne gitmesi de engellenmeye çalışılmıştı.
  • Göksel Arsoy’un bir pilotu canlandırdığı Şafak Bekçileri’nin sansür gerekçesi ise şöyle: Bir Türk uçağı düşüyor. Oysa Türk ordusunun uçakları asla düşmez.
  • Tunç Okan’ın Otobüs filmi, o dönemde Türkleri küçük düşürdüğü gerekçesiyle sansüre uğradı. ‘Küçük düşürme’ sahneleri şöyleydi: Türkler, bayat ekmek ve soğan yiyor, trafik kurallarına uymuyor, ayakta işiyordu.

Liste çok daha uzatılabilir. 2000’li yıllarda da Büyük Adam Küçük Aşk, Güneşe Yolculuk, Işıklar Sönmesin’in de aralarında bulunduğu kimi filmler ya doğrudan sansür edilmeye çalışıldı ya da mülki amirlerin direktifleri, salon sahiplerine ‘telkin’leriyle filmlerin seyirciyle buluşmasının önüne geçildi. Bugün geldiğimiz noktada ise sansür konu olduğunda en fazla gündeme gelen başlık ‘eser işletme belgesi’ zorunluluğu. Bunu biraz ayrıntılandıracağız. Ama gerçekten sansürle ilgili tek derdimiz bu mu? Festivallerin ‘örtük’ sansürleri, piyasa sansürü ve belki de en fazla üzerinde durulması gereken bizzat yaratıcıların uyguladıkları/ uygulamak zorunda kaldıkları ‘otosansür’, bugün sansürün farklı biçimlerde karşımıza çıkan hâlleri.

Sansürün ‘popüler’ yüzü: Eser İşletme Belgesi

Bilinen adıyla Eser İşletme Belgesi, resmî adıyla Kayıt Tescil Belgesi, 21 Temmuz 2004 tarihinde Resmî Gazete’de yayımlanan “5224 sayılı Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılması ile Desteklenmesi Hakkında Kanun” ile yürürlüğe girdi. Bu kanunun 7. maddesine göre, yurt içinde veya yurt dışında üretilen filmlerin “ticarî dolaşıma ve gösterime sunulmasından önce kayıt ve tescile esas teşkil edecek şekilde değerlendirilmesi ve sınıflandırılmasının” yapılacağı ifade ediliyor. Aslında burada amaç, daha önce ciddi sorunlar yaratan telif tartışmalarının önüne geçmek ve filmin hak sahipliği konusundaki kafa karışıklıklarını gidermek. Ancak maddedeki muğlaklık, yani ‘ticarî dolaşıma ve gösterime sunulmadan önce’ ifadesi filmlerin festivallerde gösterimi konusunda tartışmaları da beraberinde getirdi. Uzun yıllar boyunca, Kültür Bakanlığı film festivallerinde gösterilen filmlerden Eser İşletme Belgesi talep etmedi. Festivaller ve sektör de daha önce 2007’de Çayan Demirel’in Dersim 38, 2011’de Aydın Orak’ın Bêrîvan: Bir Başkaldırı Destanı isimli filmlerinin bu belgeyi alamadığı için gösterilememiş olmasıyla fazla ilgilenmedi; bakanlıkla aralarındaki ‘sessiz’ uzlaşıya halel gelmesine müsaade etmedi. Çünkü bu filmlerden ilki Tunceli, ikincisi Batman’daki festivallerde engellenmişti. Ama iş 2015 yılında yine Çayan Demirel’in Ertuğrul Mavioğlu ile birlikte hazırladıkları Bakur belgeselinin İstanbul Film Festivali’ndeki gösteriminin engellenmesine gelince durum değişti. Sektör ayağa kalktı, filmler, jüriler çekildi. Bu durum diğer festivalleri de etkiledi ve geldiğimiz noktada birçok festival artık ‘kısa’ ve ‘belgeseller’ dâhil olmak üzere bütün filmler için bu belgeyi talep ediyor.

Sektörün Bakur sansürü sonrasında gösterdiği birlik görüntüsünü devam ettirmedeki iradesizliği, mücadelenin öncülüğünü üstlenmek yerine festivallere havale etmesi, festivallerin de çabuk geri adım atmasıyla Eser İşletme Belgesi, bakanlığın elinde bir silaha dönüştürüldü. 2

Uzun metraj filmler ticarî dolaşıma gireceği için Eser İşletme Belgesi onlar için fazla sorun teşkil etmiyor. Ancak kısa film ve belgesellerin biricik gösterim alanı festivaller. Festivallerin büyük kısmının böyle bir talepte bulunması, bu filmlerin gösterim alanlarının kısıtlanmasına neden oluyor. Bu kararı uygulamayan festivaller ise kolluk güçlerinin taciz, tehdit ve yaptırımlarına maruz bırakılıyor. Salon sahipleri filmleri göstermemeleri konusunda ‘uyarılıyor’.

Kraldan çok kralcı: Festivaller

Yalnızca doğrudan sansür uygulamaları değil, bir filmin ortaya çıktıktan sonra seyirciyle buluşma süreçlerinin hâli de üstü örtük bir sansür işlevi görüyor. Yukarıda biraz değindiğimiz gibi, film festivallerinin Eser İşletme Belgesi zorunluluğu film üreticilerinin (özellikle de belgesel ve kısa film) önündeki ciddi engellerden birisi. Bu durum filmlerin seyirciyle buluşmasının önünde ciddi bir engel olarak duruyor. Ama bir de festivallerin ‘kraldan çok kralcılık’ yapması söz konusu. Tıpkı 2014 yılında Antalya Film Festivali yönetiminin Reyan Tuvi’nin Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek isimli belgeseli hakkında kendisini yargı yerine koyarak karar vermesinde olduğu gibi. Festival yönetimi, ön seçici kurulundan geçen ve yarışmaya değer bulunan filmin, “Cumhurbaşkanına hakaret” suçunu işlediğine karar vererek yarışmadan çıkardı. Bunun kamuoyuna yansımasından sonra başlayan tartışma süreci festivalin kısa ve belgesel yarışmalarını kaldırmasıyla sonuçlandı. Böylece özellikle siyasal içerikleriyle en çok baş ağrıtan bu iki dal, gösterim dışı bırakılarak sorun halledilmeye çalışıldı. Öte yandan festivallerin hatırı sayılır bir kısmının yerel yönetimlerin desteğiyle yapıldığı dikkate alındığında festivallerin program oluştururken bu yöneticilerin siyasal ‘hassasiyetini’ dikkate almaya zorlandıklarını da rahatlıkla söyleyebiliriz. Festivallerinde ‘Kürt, Ermeni filmi’ görmek istemeyen belediye başkanlarının olduğu, sinema kulislerinde dolaşan bir dedikodu…

Piyasa sansürü: Tekelleşme

Belgesel ve kısa filmlerin vizyona girip seyirciyle buluşma şansının hiç olmadığı Türkiye’de uzun metraj filmler de ‘piyasa’nın engelleriyle uğraşmak zorundalar. Özellikle de ‘sanat sineması’ adı altında tanımlanan yapımlar, seyirciyle buluşmak için dağıtımcı ve sinema salonu bulmakta zorlanıyorlar. Türkiye’de sinema sektörü dünyada eşi görülmeyecek bir şekilde tekelleşmiş durumda. Yakın zamanda Koreli bir şirkete satılan Mars Grup, sinema zincirlerindeki perdelerin yüzde 50’ye yakınına sahip. Grup, seyircinin de yüzde 50’den fazlasını elinde bulunduruyor ve 2015 yılı itibariyle dağıtım pazarında yüzde 30’luk bir paya sahip. Öte yandan film yapımcılığına da soyunmuş durumda. Yani bir şirket önce filmi çekiyor, sonra dağıtımını yapıyor ve kendi salonlarında gösteriyor. Hâl böyle olunca ‘bağımsız’ filmler salon ve dağıtımcı bulmakta zorlanıyorlar. Bu çarpık durumu bir örnekle aktaralım. 2015 Aralık ayının ilk hafta sonunda tüm Türkiye’deki yaklaşık 2300 sinema salonunun 1700’ünde sadece iki film (Düğün Dernek 2 ile Ali Baba ve Yedi Cüceler) gösteriliyordu. Aynı hafta Venedik’ten Jüri Özel Ödülü ile dönen Abluka, 25; Altın Portakallı Sarmaşık filmi ise sadece 16 salonda kendine yer bulabildi. 3

Konu ‘seksi’ olacak ama olmayacak da…

Babamın Kanatları filminin yönetmeni Kıvanç Sezer, festival piyasasında ‘seksi konu’ diye bir kavramın varlığından şikâyet etmişti yaptığımız söyleşide. Yani festivallerdeki marketlerde, sektör buluşmalarında projenize yabancı ortak bulabilmek için hikâyenizin ‘seksi’ olması gerek. Bu ‘seksi’lik durumu döneme göre değişiyor. Yurt dışı festivallerin ve yapımcıların Türkiye’yi o dönem nasıl algıladıklarına bağlı olarak filminiz festivale kabul edilebiliyor ve yabancı ortak bulma şansınız artıyor. Örneğin şu dönem ‘seksi’ olan meseleler mülteciler ve ‘şiddetli’ kadın hikâyeleri. Kürt sorunu bu dönem Avrupa festival piyasasında çok satmıyormuş örneğin. Kentli orta sınıf ve emekçi hikâyelerinin yüzüne bakansa yokmuş. Yani yurt dışı festivallerde yapım öncesi marketlere, yapım sonrası yarışmalara kabul edilebilmek için seksilik şart! Hâl böyle olunca da senarist, yönetmen ve yapımcı olarak filminizi yaratırken bu gerçeği aklınızdan çıkaramıyorsunuz. Müşteri memnuniyeti yaratıcı eylemin önüne geçebiliyor bazen!

Ancak bu seksilik meselesinin bir de öteki yüzü var. Yani Kültür Bakanlığı destekleri. Yukarıda andığımız 5224 sayılı kanun ile yürürlüğe konan ve her yıl onlarca filmin çekilebilmesine olanak sağlayan bakanlık desteklerini alabilmenin de belli koşulları var. Son dönemde bu desteklerin dağıtımında ‘nesnel’ ölçülerin kaybolduğu, siyaseten sorunlu görülen yapımcı ve yönetmenlere destek verilmemeye başlandığı sinema kulislerinde dolaşan bir gerçek… 2017 Ocak ayında toplanması planlanan destekleme kurulunun nasıl bir dağıtım yapacağı şimdiden merak konusu. ‘İmzacı akademisyenler’e destek için sinemacıların hazırladığı bildiriye imza atan isimlerin destek alamayacağı bir kuşku olmaktan çıkıp sektörde açık açık konuşulur hâle gelmiş durumda.

Üstelik bu desteklerin alınabilmesi için filmlerin ‘seksi’ olmaması gerekiyor. 25 Aralık 2013 tarihinde Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından yayımlanan “Sinema Filmlerinin Desteklenmesi Hakkında Yönetmelikte Değişiklik Yapılması Hakkında Yönetmelik” ile bakanlıktan destek alan filmlerin gösterim kriteri olarak “+18” olması durumunda yapılan ödeme geri talep ediliyor. Yönetmeliğin önceki hâlinde filmin sınıflandırması sonucu verilen işarete uyulmaması hâlinde destek geri alınıyordu. Yani film “+18” alsa bile, bu ibareyi koyarak sinemalarda oynatabiliyordunuz. Bu önlemin filmlerin cinsel içerik taşımaması için alındığı çok açık. Üstelik yeni düzenleme ile senaryo değişimleri de bakanlık onayına tabii tutuluyor. Önceden bakanlıktan destek aldığınız senaryoda değişiklik yapabiliyordunuz. Ancak yeni yönetmeliğe göre senaryo değişiklikleri artık bakanlığa bildirilmek zorunda. Yalnızca bu da değil, yönetmen ve senarist değiştirdiğinizde bile bakanlığa bildirmek zorundasınız. Üstelik bakanlığın bu değişikliği uygun bulmayıp verdiği desteği ‘faiziyle’ birlikte geri alma hakkı var. Bakanlıktan destek almayı planlayan bir senaristin hikâyenin “+18” almaması için doğrudan yönlendirilmesi sansür değilse nedir?

Hepsinin ortak noktası: Otosansür

Bütün bunları sıraladıktan sonra cevaplanması gereken asıl soruyu sorabiliriz: Türkiye sinemasının en büyük sorunlarından birisi sansür müdür, yoksa otosansür mü? Bir filmin yaratım süreci boyunca kat edeceği her mesafede açık ve örtük sansür tehdidi varken ortaya çıkan ürünün yaratıcısının bilinçli ya da bilinçsiz otosansür yapmadığını düşünebilir miyiz? Bakanlığın senaryo desteklerinden yapım desteklerine; sonrasında festivallerin beklenti ve taleplerine; daha sonra vizyona girebilme şansını en aza indiren dağıtım tekeline kadar her aşama bu kadar zorluyken film yapanların işi gerçekten zor. Üstelik bütün bu problemler, bakanlıktaki iyi niyetli birkaç bürokrata, festivallerin cengâverce sansüre karşı savaşacağına dair beklentilere ve dağıtımcıların/ salon sahiplerinin merhametine bırakılarak çözülmeyecek. Mümkün olup olmadığı tek başına bir yazı konusu olmakla birlikte, sinema sektörünün tüm bileşenleri bir araya gelip bu sorunları masaya yatırıp harekete geçmediği sürece, siyasal ve ekonomik baskıların geri çekileceğine dair bir emare de yok ortalıkta.