“Havada asılı duramadığını biliyorum”- Bir oyalanma aracı olarak güncel sanat*

Yaratıcı beklemeler, kolektif oyalanmalar, ki tek başına oyalanmaktan çok farklıdır birlikte topluca oyalanmak, üretmek, hatta gereğinden fazla üretmek, tüm bunlar havada asılı kalmayı deneme biçimlerimiz mi, havada asılı kaldığımız tek bir ânı tekrar tekrar yaşayıp unutulmazlaştırışlarımız mı, yoksa günün sansür ve baskı biçimlerine karşı geliştirdiğimiz ızdırap hafifleticiler mi?


Youth, 2015

SÜREYYYA EVREN

“Her ne kadar bekleme salonları, tren istasyonları, havalimanları veya otel lobileri yalnızca içinden geçilip gidilecek mekânlar olsalar da, iddia ediyorum ki, beklemek, sadece zamanın akmasının beklendiği bir süreç değildir. Her ne kadar zamanın bizlerin farkına varmaksızın içinden geçip gittiğimiz bir kapı, bir hol işlevi görmesi beklense de, beklemekte o kapı sıkışır, ve o holün ucu bucağı yoktur.”

Harold Schweizer, On Waiting (Beklemeye Dair)

 

Türkiye’de 2016 yılının Temmuz ayından beri yürürlükte olan Olağanüstü Hal (OHAL), iki yıllık uygulamanın ardından, 2018 yılının Temmuz ayında son buldu. AKP hükümeti, 15 Temmuz’daki başarısız darbe girişiminin ardından, 20 Temmuz 2016 tarihinde, OHAL ilân etmişti.

Ülkede birçok alanda (eğitimden ekonomiye, basın özgürlüğünden adalete) kriz yaşanmaktayken, bizler Türkiye’nin güncel sanat düzleminde her hafta, yeni bir serginin açılışına gitmeye devam ediyoruz. Özgürlüklerle ve ekonomik durumla ilgili sorunlar sanatın hayat damarlarına doğrudan baskı yaparak, sanatı doğrudan etkiliyor. Fakat doğrusu, içerik konusunda herhangi bir krize dair bir duyum almıyoruz. Sanatın önündeki engeller gün geçtikçe artıyor, buna mukabil sanat üretiminde çok da düşüş gözlenmiyor. Hatta kimi sanatçılar, örneğin Yasemin Özcan, bu ortamda eskisinden daha yoğun üretimde bulunduklarını belirtiyorlar. Yeni inisiyatifler ortaya çıkıyor, performans sanatı hiç olmadığı kadar popülerlik ve canlılık kazanmış durumda, tek tek bakıldığında, birçok sanatçı, hayatının en üretken dönemlerinden geçmekteler. Hiç şüphe yok ki, ortada bir direnme durumu var. Ve bu son dönemde üretilen eserlerin birçoğu apaçık politik mesajlar içermemekle birlikte güçlü siyasi çağrışımlar içeriyor, ki bu da melankoli, yoksunluk, boşluk hissi, yalnızlık, umutsuzluk, değersizlik hislerine odaklanan bu eserlere farklı bir yön katıyor.

Nitekim, yakın zamanda üretilmiş birçok eserde bu iki özellik bir arada gözlemleniyor.

Selim Birsel’in Bahçe Bakımı Sanatı adlı son sergisi (Riverrun, 01.03–21.04.2018) ve Deniz Aktaş’ın Yokyerler (artSümer, 06.04–12.05.2018) adlı sergisi, terk edilmiş, boş mekânlar, kullanılmayan nesneler veya alanlar üzerine çalışmaların son dönemdeki iyi örnekleri arasında.

Deniz Aktaş, Yokyerler

Deniz Aktaş, Yokyerler, 2018

Aktaş’ın siyah-beyaz çizimlerinde sağlam olmayan yapılar ve arkaik yapıların kalıntıları resmediliyor. Yıkım, yok olma, kalıntı, atık sözcükleri bu serginin neredeyse anahtar kelimeleri.

Selim Birsel’in Bahçe Bakımı Sanatı, bir sergi başlığı için pozitif çağrışımlar içeren bir seçim olarak görünse de, izleyici sergiye adım attığında bir boşluk bahçesiyle karşılaşıyor: terk edilmiş alanlar, unutulmuş nesneler, çürüntüler… İzleyici sergide kendisini bu imgelerin ortasında buluyor.

Elmas Deniz’in Yazsız Yıl (Pilot, 08.02–17.03.2018) başlıklı sergisinde ise sergi alanının ortasında kafes benzeri bir mini sera ile arkasındaki duvarda ona eşlik eden benzer renklerde iki plastik torba iki ayrı çerçevede Hata 1 ve Hata 2 isimleriyle sergileniyor. Hata 1 doğada çözünme özelliği olmayan plastikten, Hata 2 ise doğada çözünebilir plastikten üretilmiş. Sanatçı, Hatalar için, “Ne yazık ki ikisi de doğada yok olmayacak” notunu ekliyor.

Fakat bu güncel sanatçıları hayata bağlayan, üretmeye devam etmelerini sağlayan ne? Hem de bir yandan birçok güncel sanatçı yurtdışına yerleşmeyi düşünür, daha önce yurtdışına yerleşen, Batılı ülkelerde iş bulan tanıdıkları veya aile üyelerinden dem vurmaktayken…

İki etken olduğunu söyleyebilirim:

  1. Politik aktivizm içeren bir tavır takınan güncel sanat, bu dönemde yeni direnme ve sosyal eleştiri formları ortaya koymaya başladı. Gezi direnişinin ortaya çıktığı 2013 yılından bu yana artık hepimiz biliyoruz ki, sanat, yeri geldiğinde, yine çok işlevsel –hatta Duran Adam eylemini gerçekleştiren performans sanatçısının eylemi ve benzerlerini düşünürsek– hayati bile olabilir. Öyle ki, sanat artık sadece hâlihazırda var olan sosyal mesajları, sloganları estetize etmek için kullanılan bir araç olmanın ötesinde, kendisi bir siyaset alanına dönüşerek kendi mesajını ortaya koyacaktır. Artık, sanatçıların sosyalist parti liderleri tarafından çizmeleri istenen politik içerikli sahneleri resmettikleri 70’li yıllardaki gibi değil durum.
  2. Daha az aktivizm içermekle beraber çok daha etkili bir tavırla, güncel sanat, beklemede. Şu an yaptığımız şey aslında oyalanmak ve bu hiç de kötü bir şey değil. Beklemede olmanın güç veren bir özelliği var; güçlü kalarak beklemenin bir yolu bu. Doğru zamanın gelmesini beklemek.

Zamanı geldiğinde hangi “formların” siyasi kaynaklar olarak geri döneceğini şimdiden kestirmek zor. Fakat örneğin Ayşe Erkmen’in Kıpraşım/Ripple sergisi (Dirimart, 06.04–14.05.2017), duvarları sökerek, yırtarak (sanatçı bu sergi için galerinin duvarlarına gerçekten böyle bir mimarî müdahalede bulunmuş) çevremize dair yeni bir anlayış ortaya koymanın apaçık ki gayet cesur bir örneğini sunuyor.

Fakat oyalanma temayüllerini tespit etmek biraz daha kolay. Hatta inanıyorum ki, Türkiye’de güncel sanat günümüzde oyalanmaktan ibaret. Sadece sanat kurumları değil, neredeyse Türkiye’deki tüm kurumlar bugünlerde bir tür kararsızlık halinde. Büyük şirketler yurtdışına çıkıyor, toplumu veya en azından ilgili kesimleri ikna etme gereği bile duyulmadan büyük değişiklikler yapılıyor. OHAL, uzatıldıkça uzatılıyor, ta ki yedinci kez uzatılıp OHAL’in süresi iki yıla dayanana kadar. Ve sonra normallik OHAL’e dönüştürülüne dek.

Peki OHAL’de ne beklemeliydik? OHAL koşulları altındaki bir ülkeye göre haddinden fazla sanat üretmekte olduğumuz doğru muydu? Sanat sayesinde hassas meseleleri ele alabildiğimiz ve bu meseleler “bozulmadan” geçecek süreyi uzatabildiğimiz bir gerçek. Mesele, bu hassas konuları ele alabilme hakkını ve olanağını hissetmekte ve bunların usulca gündemden çıkmasına göz yummakta.

Bekleyebilir miyiz –o gün gelecek mi? Bu salınım nereye doğru gitmekte? Şu şüpheyi canlı tutuyoruz: Belki daha da fazlası olacak. Hepsi bu kadar değil. Durun. Daha büyük, daha kullanışlı, hem estetik hem sosyolojik (hatta hem de politik) açıdan işe yarayacak bir şeyin, bambaşka bir günün beklentisi var.

Runa Islam’ın 2004 tarihli video işi Be the First to See What You See as You See It (Gördüğünüzü Gördüğünüzde Onu İlk Gören Olun) çok daha ilham verici. Bu videoda bir kadın oldukça kıymetli görünen porselen birtakım nesneleri, örneğin beyaz bir demliği, oradan oraya taşır, onlara dokunur, onlarla oynar ve sonunda onları usulca iterek düşürür ve nesneler kırılır.

Sona doğru bir duraksama, asılı kalma, oynama ve kırılma (bir orgazm?) hali. Bekletmek, otoritenin temel taktiklerinden biridir, duraksatmak da. Ve duraksatmak, hayatta bir anlam aramaktan çok daha başka, yeni bir uzam yaratmak demektir.

Bunu Bas Jan Ader’in düşüş temalı video işleriyle kıyaslayabiliriz, örneğin 1970 yılında ürettiği Fall II (Düşüş II). Bas Jan Ader, oyalanmak, oynamak veya duraksamak yerine –aniden kanala düşmek suretiyle– doğrudan konuya girer. Düşme eylemini irdelemeye odaklanır ve düşme eylemini gerçekleştirir. Sırf oradan aşağıya düşmek amacıyla bir çatıya çıkar. Ader, bu türden bir reddedişte bulur hayatı. Hem Bas Jan Ader hem Runa Islam ölümü ortaya koyar, hayatı ânlarda yaşayarak. İki sanatçının işleri de çıkarım üzerine kurulu değildir.

Bu sıralayacağım nitelikler de Türkiye’de güncel sanatı hayatta tutmakta: Acele etmemek, iyi bir suç ortağı olmak. Hayatı beklemeye almak. Porselen demliğin düşüşünü duraklatmak, anlaşılmayacak ölçüde karmaşık deneyimler önermek, [Henri] Bergson’un yaptığı gibi, bir olayın tüm doğrudanlığıyla gerçekleşmesini beklemek. Yaşamaya değer bir orgazmı, düşmeye değer bir düşüşü, ölmeye değer bir ölümü duraksatma ânı: Oluşu erteleme, gerçekleşmeyi oyalama.

Sigmund Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu adlı ünlü kitabında, ölümün kaçınılmazlığı, yaşamın çekilmezliği, insanın bu kader karşısındaki güçsüzlüğüyle nasıl baş ettiği gibi birtakım temel meselelere değinir. Freud’un bakış açısıyla, mesele tartışmaya yer vermeyecek ölçüde açıktır: Hepimiz öleceğiz, hayattayken hepimiz bu gerçeğin farkındayızdır, bu yüzden yaşamın bir anlamı yoktur ve hepimiz bu gerçeğin de farkındayızdır. Bu yüzden yaşam çekilmezdir. Peki yaşamı çekilir hâle getirmek için ne yapmalı?

Freud, üç yöntem öne sürer: “İnsanın zavallılığını önemsememesini sağlayacak muazzam oyalanmalar, zavallılığı azaltan dolaylı tatminler ve insanı zavallılığına karşı duyarsızlaştıracak keyif verici maddeler.”

Bu, bana Freud’un daha sonra evleneceği, o dönemdeki kız arkadaşına yazdığı bir mektubu hatırlatıyor. Freud o mektupta, yazar mı, psikanalist mi olmak istediğine karar veremediğinden bahseder. Tereddüt içindedir. Hangi yolu seçmeli? Yazar olmakla psikanalist olmak arasında ne gibi ortak özellikler bulunur? Bu, Uygarlığın Huzursuzluğu’nda Freud’un kendi cümleleriyle okunabilir.

Şimdi biz Freud’un önerdiği üç yöntemi yeniden ele alalım:

a) Muazzam oyalanmalar: sanat, bilim, dinî köktencilik, devrim, çevrecilik, hayvan hakları aktivizmi, feminist aktivizm, açlığa ve yoksulluğa son vermek, mucitlik, kâşiflik, vb. Yani ölümün yaklaştığını ve bu konuda yapabileceğiniz hiçbir şey olmadığını düşünmenize engel olabilecek her türlü önlem. Bu türden yüksek amaçlara, büyük, zorlu görevlere, büyük ideallere adanan bir ömür, insanı yaşamın çekilmezliğinden koruyabilir.

b) Dolaylı tatminler: Özetle, “iyi bir hayat” olarak düşündüğümüz her şey. Sağlıklı beslenme, para kazanma, sigorta, güvende olma, kendinden emin olma, lüks, olabildiğince uzun ve acısız bir hayat. Ölüme karşı sorgulanmayan bir teslimiyet. Herhangi bir anlam, ideal veya ulvilik arayışında olmamak. Ölümü kabullenmek, zamanın sınırlılığını kabullenme ve bunu olabildiğince az acı verecek hale getirmeye çalışma.

c) Ve son yöntem de, keyif verici maddelerle geçen bir ömür. Yani her türlü uyuşturucu, tiryakilik, alkolizm, kumar, sağlığınızı tehlikeye atmanızı kolaylaştıran dünyevi keyifler. Bu yöntemle ölüme teslim olmaz, ölüme kafa tutarsınız. Ve ulvîliğe dair ideallere inanmazsınız –ulvîlik tesadüflerde, fantezilerde ve nihilizmdedir.

Muazzam oyalanmalara adanmış bir ömür elbette bir miktar narsisizm içerir. Bu, ölümün zavallılığından daha yüce bir şeylere adanmış bir ömürdür. Ama tek üstünlük taslama tavrı bu değildir. Bir diğeri, ömrünü keyif verici maddelere adamaktır. Bu yöntem hem ölüme meydan okur hem de idealleri, büyük fikirleri, ütopyaları, başarıyı hiçe sayar. Dünyayı değiştirme özlemi içeren her türlü fikre ve tavra tepeden bakar. Narsisizmi bu özelliğindedir.

Muazzam oyalanmalar, hayatta yaşam ve ölümden çok daha değerli, üstün, asil, yüksek şeyler olduğuna inanmak suretiyle hayatın çekilmezliğinden kurtulmayı hedefler. Bu özelliği onu keyif verici maddelere adanmış bir ömürle benzer kılar, zira ikincisi de ölümü ve hayatın zavallılığını reddeder. Fakat dolaylı tatminler, ölümü tanıyan bir tavırdır. Artık, “Neden yaşamalı, yaşamaya değer ne var?” soruları yerine “Daha uzun ve daha iyi bir yaşamın sırları” sorgulanır. Bu da kişiyi her şeyin iyisini tercih etmeye yöneltir: İyi tarım, iyi beslenme, iyi cinsellik, iyi spor, iyi sanat…

Muazzam oyalanmaların muazzam olmalarının açık nedenleri vardır: Çünkü bu muazzam oyalanmalar, büyük idealler, muhteşem sanat, yaratıcılık, mânâ, devrim, değişim, gerçek ve tüm diğer güçlü şeylerdir. Fakat yine de bunlar birer oyalanmadır, çünkü hayatın çekilmezliği, ölüm hâlâ vardır ve gerçektir. Bu yöntemle hayatın yine de bir anlamı yoktur ve bir fark yaratmak neredeyse imkânsızdır, ancak muazzam oyalanmalara adanmış ömürlere keyif verici maddelere adanmış ömürlere duyduğumuzdan daha çok saygı duyarız çünkü, Freud’un da dediği gibi, hem keyif verici maddelere bir ömür adamak çokça enerji gerektirir hem de muazzam oyalanmalar bazen başkalarının hayatlarında gerçekten bir şeyleri değiştirebilir. Gerçekten de bir biçimde, bir faydaları dokunabilir –hayvanlara, çevreye, insanlığın geleceğine vs.

Ölümü reddetmekteki asıl sorun, bunun aynı zamanda yaşamı da reddetmek mânâsına gelmesinden kaynaklanır. Eğer mutlak ölüm o kadar kötüyse, yaşam kesinlikle bir ızdıraptır. Yaşamı kabul etmek için, ölümü kabul etmek zorundasınızdır. Bu yüzdendir ki, sanatı hayatla birleştirmeyi hedefleyen sanatçılar ve kavramları hayatla birleştirmeyi hedefleyen filozoflar, geçip giden zaman yerine hep ân’a odaklanmışlardır. Sonsuz ân’ı gözlemişlerdir. Böylelikle yaşamda ölümden daha büyük bir mânâ arayışı ihtiyacı bir kenara bırakılır. Bu, Gilles Deleuze’ün önerdiği gibi, hayatı anlamak yerine hayatı yakalamayı hedefleyen bir felsefedir.

Sanatın, felsefenin veya düşüncelerin amacı zamanın doğrusal [akışını] duraksatmak haline gelirse ve ardından elan vital’i [yaşam coşkusunu] onaylayan bir yaşam imkanı doğarsa, o zaman hayatı anlamaya çalışmaksızın yakalama şansı olur.

Oyalanma, bu noktada devreye girer. Oyalanmak, çok sayıda hedef olmaksızın bir yol sunar. Ânı dahi önemsemeye gerek yoktur, bekleyebildiğiniz kadar bekler, oyalanırsınız. OHAL düzeninde sanatın bu türden bir taktik uyguladığını düşünüyorum.

Sanatın stratejisi ile sanatçının stratejisi birbirinden ayrıdır. Sanatçının stratejisinde duygular vardır. Tek başına çalışanlar daha karamsar, umutsuz bir ruh hâlindeyken, kolektif durumlar daha olumlu duygulara yol açar, performans kabiliyeti sağlar ve performansın gerekliliğine, bu sayede bir fark yaratılacağına olan inancı beraberinde getirir. Ve oyalanmak da, toplu hâldeyken daha kolaydır.

OHAL düzeninde elbette birçok konuyu ifade etmenin ciddi güçlükleri var. Yine de bu güçlükleri sansür olarak adlandırmak biraz lükse kaçıyor. Başka bir şey var. Kurumlar belli bir sağlamlık, devamlılık ve dayanıklılık vaat eder; hep birlikte beklemeye dayanma gücü. Bence, sanat dünyası (ta ki iyi ve maalesef bazen de kötü ortaya çıkana dek) son derece yaratıcı bir şekilde beklemeyi sürdürüyor. Ve elbette bir yandan daha da fazla üreterek.

Büyük olaylardan kapsayıcı anlatılar çıkmaz –OHAL düzeninde herkesin büyük olaylara ihtiyacı var, çünkü bunlar hem vakit harcatır hem de kolektif etkileşim için alan yaratır.

İstikrarsızlık, değişkenlik gerçekten de güncel sanat [alanını] bir arada mı tutuyor? Yoksa temsil gücü mü? Güncel sanat alanını bir arada tutan şey beklemede olma hâli olabilir mi –büyük bir şeyin, önemli bir şeyin ortaya çıkmasını bekleme?

Bununla, Türkiye’nin aslında kötünün gidişini beklemekte olan bir toplum olarak tahayyül edilmesi kastedilmektedir. Ama bu, bir mücadelenin olmadığı anlamına gelmez, hatta 2013 yılındaki Gezi direnişinden beri bu mücadele sürmektedir. Beklemekte olan bir toplum, bir yandan da güncel sanat aracılığıyla farklı özgürlük formları, yöntemleri oluşturan bir toplum… Olacak olan olsun artık.

Beklemek aynı zamanda bir eziyettir, hiyerarşik bir durumdur, şiddet içerir. Birisini bekletmek hakaret olarak algılanabilir. Öte yandan birçok durumda, beklemekte bir umut, vaat vardır. Sabırlı olmak, zamanın geçmesine göz yummak, zamanla kırılganlaşmak.

Bienaller, sanat kurumları ve mega ölçekli etkinlikler dünyayla bağınızı da sürdürmenize yardım eder: Yerel piyasanın dışında olup bitenler, yerel endişelerin dışındaki meseleler de gündelik yaşamın bir parçası haline gelir. Bu da, bazen oyalanma işini yurtdışındaki eş-dostla bir arada sürdürmek demektir.

Hangi formlar, ne türden estetik tutumların buna katkısı olabilir? Elmas Deniz’in (plastik torbalar ve kafes benzeri bir mini sera sergilediği) Yazsız Yıl sergisine geri dönelim. Sanatçının bu sergisine Uçan Bitkiler, Köpekler ve Filler adlı bir de sanatçı kitabı eşlik ediyordu. Fil gübresinden yapılmış özel bir kâğıda ipek baskı tekniğiyle basılan kitapta, Sri Lanka’dan ihraç edilen süs bitkileri çizimleri, canlı bitkilerin uluslararası nakliyesine dair yönetmelikler ve sanatçının kendisini son derece berbat hissettiği bir zamanda sokak köpeklerine sarıldığı, onlarla toza, kire bulandığı anları aktardığı kısa yazılar bulunmaktaydı.

Uçan Bitkiler, Köpekler ve Filler, 2017 fil gübresinden yapılmış kağıt üzerine serigrafi baskı Fotoğraf: Rıdvan Bayrakoğlu

Elmas Deniz, Yazsız Yıl, Uçan Bitkiler, Köpekler ve Filler, 2017 – Fotoğraf: Rıdvan Bayrakoğlu

OHAL koşullarında üretmek nasıl bir şey –sansür ve otosansür hakkında neler söyleyebiliriz? Fikirlerimiz birçok durumda, bitkilerin taşınması yönetmelikleri gibi, birtakım kurallara bağlıdır. OHAL koşullarında sanat üretiminin temelindeki mantık nedir? Belki de beklemeyi daha da büyütmek…

Sanat ve propaganda, belli bir fikrin veya tutumun değil, bir gelecek umudunun, zamanı geldiğinde işe yarayacak bir yaklaşımın propagandası. Bu son derece açıktan da olabilir (duvarları yırtarak mekânı yeniden biçimlendirmek gibi) yahut incelikli, fark edilmesi zor bir biçimde de.

Güncel sanat, aynı zamanda hem şişirilmiş bir doğrudanlık hem de katmanlı birtakım stratejiler ve dolaylılık sağlar. Türkiye’de OHAL düzeni henüz yokken bile bu şişirilmiş doğrudanlık çokça eleştirilmekteydi. Sanat bu kadar doğrudan olmak zorunda mıydı? Özellikle başka disiplinlerde üretim yapan sanatçılar için, güncel sanat genelde fazla kolay, fazla doğrudan bir politik söylem içermekteydi.

Güncel sanat birçok durumda hâlâ fazla doğrudan olmayı sürdürüyor –hatta bazen tiyatrodan bile daha fazla.

Fakat OHAL sürecinde sansür, Stalin döneminin bir aracı gibi işlev görmüyor. O denli açıktan işlemiyor. Her sanat eseri sansürle karşılaşmıyor. OHAL koşulları biraz dolaylı bir yoldan baskı yaratıyor. Sansürün nereden geleceği belirsiz. Son Çanakkale Bienali öyle tuhaf bir biçimde iptal edildi ki, otosansür ve sansür arasındaki farkı özel bir vaka olarak tartışmayı gerekli kıldı. Tabii ki bienalin sona ermesine neden olan apaçık bir siyasi baskı vardı. Bir tür baskı beklentisi, sansürlenme korkusu, belirsizliğin had safhada olduğu koşullar altında sürüp giden bir tedirginlik hâli. Geleceği beklerken oyalanmanın karşısında, bir eziyet olarak bekleme… Bu, bazı şirketler tarafından kullanılan bir pazarlama stratejisidir aynı zamanda. Bazı ürünlerin birtakım parçalarının fiyatları sürekli aşağı ve yukarı yönlü değişir ve siz asla onu ucuza mı, pahalıya mı almış olduğunuzdan emin olamazsınız. Gerçek fiyatının ne olduğunu asla öğrenemezsiniz.

Peki, OHAL somut olarak neyi değiştirdi? Ve bu türden bir bekleme ve biriktirme sürecinde duyguların rolü nedir?

Bugünkü sanatçıların sorunu, sisteme karşı kullanılabilecek, hiyerarşiye, baskıcı piramidal yapılara karşı, daha fazla özgürlük sağlayabilecek bir düzenleme, bir anlamlar, vasatlar, tarzlar, söylemler bütünü ortaya koyabilmek.

Günümüzde Türkiye’de güncel sanatın politikaları arasında yeni formlar yaratmak, yeni politika üretme biçimleriyle olası formları çeşitlendirmek ve sınırları zorlamak için yeni formlar denemek bulunmakta. Politik sanatın günümüzde politik ivmeye ihtiyacı var –aksi takdirde politik olma özelliğini yitirmekte. Yani, sanat eseri ve ortaya attığı yeni formlar, politik bir ân’la örtüştüğünde gerçekten politik olabilir.

“I know you can’t levitate” (Havada asılı duramadığını biliyorum), İtalyan yönetmen Paolo Sorrentino’nun 2015 yapımı Youth (Gençlik) filminden bir replik.

Filmde, ikisi de kendi kariyerlerindeki geçmiş başarılarında sıkışıp kalmış iki sanatçının yaşadığı benzer sıkıntılar üzerinden bir “havada asılı kalma hâli” resmediliyor. Ve her havada asılı kalma hâli de gerçek değildir –bunu ancak havada asılı kalabildiğinizde bilebilirsiniz. Filmde, sanatçılardan biri, havada asılı kalabilme becerisine sahip olduğunu sanan guru benzeri bir yan karaktere, “Havada asılı kalamadığını biliyorum” diye fısıldar.

Çünkü eğer havada asılı kalabilseydi, buna gerçekten kabiliyeti olsaydı, bununla övünmek yerine, diğer iki sanatçı gibi, ızdırap içinde olması gerekirdi.

Bu bana, oyalanmakla meşgul bir sanatçının, tedirgin ve gergin durumda olan bir diğer sanatçının kulağına fısıldayabileceği bir söz gibi geliyor: “Havada asılı kalamadığını biliyorum.”

 

Bu yazı ilk olarak OHAL bitmek üzereyken, Avusturya’da, Viyana’da yayımlanan eleştirel sanat dergisi Springerin’in Temmuz 2018 sayısı için İngilizce kaleme alındı, Almancaya çevrilip yayımlandı. Baskı ikliminde sanatın, genel olarak sanat kurumunun, sanat kurumunun ana bileşenlerinin, sözgelimi sanatçıların neler yaptıklarını, neler yapabildiğimizi, yaptığımızı, eğilimlerimizin neler olduğunu düşünmeye çalışıyordum. Özetle iki şey dikkatimi çekti böyle bakınca: Birincisi gelecekte, Gezi-benzeri başka bir toplumsal ânda ve sonrasındaki olası yatay toplumsallıklarda, o ânla ve o toplumsallıklarla bütünleşirse kullanışlı olabilecek, işleyebilecek “formlar” üretmek, bir politik kullanıma elverişli formlar kütüphanesi oluşturmak, formları papirüsler gibi üretip üretip yatay olarak kütüphanenin raflarına yerleştirmek tavrı; ikincisi de sadece sanatçıların değil tüm aktörlerin katıldığı bir bekleme, oyalanma, beklemenin biçimlerini çalışma ve hayatta kalarak bekleme, orada olma tutumu. Ortada yazılmayan, yazılamayan acılar da var. Formlara, sözlere sızan bir melankoli, bir karanlık da yayılan. Kasvetin içinde değer üretme, zannedersem esas. Üstelik kasveti dışlamadan, reddetmeden, içererek. Bu yazıdaki kimi pasajlar farklı biçimlerde de olsa daha önce Türkçede başka yazılarda da yer buldu ve metnin Türkçeye çevirisini Susma Platformu için yeniden okuyup yayıma hazırlarken o pasajları atsam mı diye düşündüm ancak metnin kendi mantığı gereği kalmaları gerektiği düşüncesi ağır bastı. Yaratıcı beklemeler, kolektif oyalanmalar, ki tek başına oyalanmaktan çok farklıdır birlikte topluca oyalanmak, üretmek, hatta gereğinden fazla üretmek, tüm bunlar havada asılı kalmayı deneme biçimlerimiz mi, havada asılı kaldığımız tek bir ânı tekrar tekrar yaşayıp unutulmazlaştırışlarımız mı, yoksa günün sansür ve baskı biçimlerine karşı geliştirdiğimiz ızdırap hafifleticiler mi? Sanat muazzam oyalanmaların piridir ve oyalanmayı bir alete dönüştürmek de elbet ondan beklenirdi.