“Er ya da geç bu dönemde ekilen tohumların ormanında bir araya geleceğimize eminim”

Parça Parça Savaş projesi, yeni oyunu Benimle Gelir Misin?, Almancaya çevrilecek oyunları vesile oldu; Ebru Nihan Celkan’la son dönem çalışmaları üzerinden Türkiye sahnelerindeki yoğun üretimi konuştuk


Fotoğraf: Aydan Çınar

ÖZLEM ALTUNOK

Umut, irade, merak, tutku gibi motivasyonlarla kendine geniş bir hareket alanı yarattığı kesin Ebru Nihan Celkan’ın. Maxim Gorki Tiyatrosu’nun Parça Parça Savaş projesinde yer alan dört oyun yazarından biri olarak kaleme aldığı son oyunu Benimle Gelir Misin? bu sezon Türkiye sahnelerinde izleyiciyle buluştu, ekim ayında da Almanya’da sahnelenecek. Akademie Schloss Solitude Stuttgart tarafından verilen Jean Jack Rousseau bursuyla cinsiyet eşitliği, kültürel çeşitlilik, ifade hürriyeti gibi konularda çeşitli atölyeler yaptı, son olarak da şimdiye kadar yazdığı 12 oyunun Almanya’nın önde gelen yayınevlerinden S. Fischer Verlage aracılığıyla Almanca yayımlanacağı haberini aldık.

Türkiye’de son yıllarda her alanda olduğu gibi kültür sanat alanında da yaşanan baskılara karşı, özellikle bağımsız sahnelerin direnç gösterdiğini üretimin yoğunluğuna, oyun-metin çeşitliliğine, alternatif örgütlenme biçimlerine bakarak da anlamak mümkün. Celkan kendi üretiminin ivmesinin artmasında bunun da payı olduğunu vurguluyor: “Türkiye’de baskının düşünme, bir araya gelme ve ortak üretim alanlarını farklı veçheleriyle kuşattığı bir zamanda tiyatroların üretme iradesi ve bunun sürekliliği benim yurtdışı açılımımın da önünü açtı diyebilirim.”

Baskının toplumsal karşılığı olaraksa otosansüre dikkat çekiyor; “Sansür daha elle tutulur, gözle görülür olduğu için onunla mücadele geliştirmenin yollarını bulmanın daha mümkün olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle sanırım otosansürü güçlendiren pratikler iktidarlarca daha sıklıkla kullanılıyor” diyor. Ona göre otosansürün panzehiri daha çok diyalog, daha çok karşılaşma ve bir araya geliş. Son oyunu Benimle Gelir Misin?i de bu anlamda ayrıca önemsiyor: “Yazar, yönetmen, oyuncu otosansürü bir şekilde aşıyor, sansürden endişe etmiyor olabilir fakat seyirciniz bu konuda zorlanıyorsa ne olacak? İçeriğinden dolayı izlediği oyunu seyirci konuşamıyorsa, eleştirmen yazamıyorsa bunu nasıl tespit edeceğiz? Benimle Gelir Misin? bu bahsettiğim sıkıntıları yaşayan bir oyun oldu.”

Ebru Nihan Celkan’la “başka sulardaki” deneyimlerinden kendi bedeniyle “savaş”ına, iç sıkıntısından türlü ezbere, sansürün farklı tezahürlerine dair konuştuk.

Son yıllarda, hadi adını daha net koyalım, özellikle Gezi’den bugüne daha da baskılanan kültür sanat dünyasında üretimi sürekli kılmanın, ürettiğini paylaşmanın, beslenmenin yolları daralırken farklı damarlardan kendine ara yollar inşa edenler de var. Sen de onlardan birisin. 2017’den bu yana Maxim Gorki Theatre’ın Parça Parça Savaş projesindeki dört oyun yazarından biri olarak üretiyorsun, proje kapsamında yaptıklarını birazdan daha detaylı konuşacağız ama önce şu üretme, yeni olanaklar yaratma çabasından başlayalım mı? Yurtdışında çeşitli festivaller, konferanslara katılıyorsun, dünyanın farklı köşelerinden insanlarla ortak üretimler yapıyorsun, şimdi de oyunların Almanca yayımlanacak… Kendine nefes alacak bu ortamı nasıl ve neler düşünerek kurdun? Bunun Türkiye’de olan bitenle ne kadar ilişkisi vardı?

Ben tiyatroda nefes alıyorum. Tiyatronun nerede olduğundan bağımsız olarak böyle yaşıyorum. Bunu anladığımda 22 yaşındaydım. Gerekçeleri muhtelif olmakla beraber bu ülkede yaşayan her insan gibi kendimi özgürce ve öznel şekilde ifade etmekte zorlandığım zamanlar oldu. En koyu, en karanlık zamanlarımda tiyatroda nefes alabildim. Hatta tiyatroya ilk başladığım zamanlarda anneme şöyle demiştim: “Meğer ben yıllardır karada yaşayan bir balıkmışım. Tiyatro hayatıma girdi de ait olduğum yere, okyanusa açılabildim.”

Türkiye’de baskının düşünme, bir araya gelme ve ortak üretim alanlarını farklı veçheleriyle kuşattığı bir zamanda tiyatroların üretme iradesi ve bunun sürekliliği benim yurtdışı açılımımın da önünü açtı diyebilirim. İlk oyunumun sahnelenmesinden bugüne 10 yıl geçti. Her yıl yeni bir oyun yazdım. Yazdıklarımın bir tanesi hariç hepsi sahnelendi. Oyun yazarlığı atölyeleri yaptım, atölyede gelişen oyunlardan birini yönettim. Yani üretmeye, hareket etmeye devam ettim. Bu sadece kendi iradem ve arzumdan kaynaklanmadı. Buradaki tiyatro çevresinin de üretim devamlılığı etkili oldu. 2009’larda İstiklal Caddesi üzerinde ve çevresinde sayıları onlarca olan kara-kutu sahnelerin kapanmasıyla alanımız daralsa da tiyatrolar şekil değiştirdi, konum değiştirdi ve devam ediyor. Bu devamlılık beni Parça Parça Savaş projesine taşıyan unsurlardan biri oldu.

Proje koordinatörlerinden biri, Kumbaracı50’de Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi oyunumu izliyor. Üç yıl sonra Parça Parça Savaş projesi başlayınca Türkiye’den beni aday gösteriyor. Sonrasında ise oyunlarımın değerlendirilmesi süreci tamamlandı ve projeye dahil oldum. Projeye bir oyun yazarı olarak dahil oldum ancak toplumsal cinsiyet eşitliği, kültürel çeşitlilik, ifade hürriyeti gibi konularda da çalıştığım için bu alanlarda da konuşmalar yapma teklifleri projeden bağımsız gelmeye başladı.

Bir arada üretmek ve düşünmek için oluşan fırsatları ne kadar kısıtlı bir programımım olsa da kabul etmeyi önemsiyorum. Bu bağlamda yurtiçinden olduğu kadar, yurtdışından gelen bu çağrıların da çoğuna katkı sunmaya çalışıyorum. Bu çağrılardan biri de geçtiğimiz yıl Akademie Schloss Solitude Stuttgart tarafından yapıldı. Fikir ve ifade hürriyeti alanında sanatsal üretim yapan kişilere sağladıkları Jean Jack Rousseau bursuna hak kazandım. Bu bağlamda üç aylık bir süreç için Stuttgart’daydım ve orada da tiyatro içinde ve dışında fakat tiyatro prensiplerinden ilham alarak üretmeye, atölyeler yapmaya devam ettim. Almanya’da oyunların yayımlanma süreci de orada başladı. Tüm yollar tükenene kadar – umarım hiçbir zaman tükenmez – Türkiye’de, doğduğum topraklarda üretmeye ve ürettiklerimi de dünyanın farklı köşelerinde insanlarla paylaşmaya devam edeceğim. Balık metaforundan gidersem, sular kuruduğunda ve denizler daraldığında, başka denizlerde nefes alıp kendi sularıma dönmeye devam edeceğim. İktidarın daima daha fazla baskıya doğru savrulabileceği gerçeği aklımda ama iradem bana ait.

Peki, Parça Parça Savaş projesi nasıl bir deneyim oldu, oluyor? Savaşın neredeyse her şeyi kapsadığı bir zamanda, savaş ekseninde farklı ülkelerden tiyatrocularla bir arada üretmek ne öğretti, senin üretimine nasıl yansıdı?

Aslında yaşadığım deneyimin detaylarını yazmayı planlıyorum. Zira projenin adı bizim yaşadıklarımızın ve yaşayamadıklarımızın da kısa bir özeti oldu. Aslında proje gereği Tel Aviv, Tahran, İstanbul ve Zaporijya’da üç ayda bir bir araya gelip çalışmalarımızı gerçekleştirecektik. Sadece Zaporijya (Ukrayna) etabını gerçekleştirebildik. Ülkelerdeki politik gelişmeler bizi bu ziyaretleri yapmaktan alıkoydu. Bu nedenle buluşmaların geri kalanlarını Berlin’de yaptık.

Projeye başlarken soru işaretiyle baktığım noktalar vardı ancak projenin iki yaratıcısından biri olan Sasha Marianna Salzmann’ın “Proje ekibi olarak biz kimsenin savaşına isim koymuyoruz, tanımlamıyoruz. Ebru olarak senin savaş deneyimin var mı? Varsa nedir? Bunun üzerine beraber düşünmek istiyoruz” şeklinde özetleyebileceğim konuşması projeye dahil olmamı sağlayan en önemli sebeplerden biri oldu. Uluslararası yapısı, Maksim Gorki’nin projenin önemli bir destekçisi olması gibi diğer temel motivasyonların dışında, içinden geçtiğim çağa İsrail’den, Ukrayna’dan ve İran’dan – ki ülkeleriyle tanımlanan oyun yazarları olmamız da uzun tartışmalarımızdan biri oldu – yola çıkmış oyun yazarlarıyla birlikte bakma deneyimi için birkaç kelime söylesem sanırım o kelimeler “cesaret verici” ve “güçlendirici” olur.

Öncelikle benim kişisel “savaş” deneyimimin daha çok bedenime dair olduğunu fark ettim. Bir bedenin nerede rahatlıkla salınabileceği ve salınamayacağının güçlü ve sert bir politik çatışma alanı olduğunu bilinç seviyesinde, yani dilde tartışmaya taşıdım. Bir kadın bedeni hangi kamusal alanlarda rahatça hareket edebilir? Erkek, Müslüman, Türk olarak tanımlanmayan bedenlerin şehirde dolaşımı nerede başlar, sınırı neresidir? Projenin iki yıl süresince sağladığı açık tartışma koşullarında bu sorular çeşitlendi, cevaplarım değişti, dönüştü ve derinleşti. Mesela yerinden edilmiş, sürülmüş insanlar için de bu soruları düşünmeye sormaya başladım. Diğer taraftan farklı oyun yazma pratiğine sahip yazarların tekniklerini ve gelişim süreçlerini deneyimlemek teknik tarafta da yazımımı zenginleştirmek için fırsat oldu. Türkiye’de oyun yazarı olarak kolektif çalışma olanağı çok fazla bulamıyor olmanın eksikliğini yaşadım, hâlâ yaşıyorum. Kolektif çalışmadan kastım, oyun metni tamamlandıktan sonra sahneye taşıma aşaması değil. O kısımda farklı kolektif çalışma biçimleri mevcut. Fakat asıl eksik olan metni oluştururken beraber soruların sorulduğu, biçime dair tartışmaların yürütüldüğü, meslektaşlardan geri bildirim alınan bir çeşit laboratuar diyebileceğim çalışma ortamlarının yokluğu ya da en azından ben bu şekilde çalışmalara denk gelmedim. Bu çalışma biçimini bu projeyle deneyimlemek benim için önemli bir tecrübe oldu.

Kendi oyun yazarlığı gelişimimde, biçime dair olanakların keşfi dışında bir diğer önemli kazanım, hayata dair mücadele ettiğim alanlarda yalnız olmadığımı fark etmekti. Türkiye’de uzun zamandır – siyahtan beyaza bir renk skalası üzerinde tarif etmem gerekirse – koyu gri ile siyah arasında bir atmosferde savruluyoruz. Hepimizin payına farklı yoksunluklar, acılar ve zorlayıcı deneyimler düşüyor. Bunun diğer coğrafyadan gelen yazarlar için de çok farklı olmadığını görmek benim için tutum değişikliğine yol açan bir fırsat oldu. Tabii ki yaşadıklarımızın içeriklerinde farklılıklar mevcut. Ancak Ukrayna genç neslinin komünizm-Rusya-EU / geçmiş-bugün-gelecek arasında sıkışmışlığını ve bunun tüketim kültürüne ve skolastik düşünceye savrulamaya, hafızayı yok etmeye uzanan öfkeye gittiğini gözlemlemek, bunun üzerine düşünmek kendi ülkemde yaşananları daha geniş çerçevede ele almak için beni zorladı, zorluyor.

Kendi ülkesini savaş suçlusu olarak gören ve bunu dile getirmekten imtina etmeyen, hatta isminin yanına ülkesinin yazılmasının nasıl problemli olduğunu bir bütün oturumun tek tartışma konusu haline getiren bir yazarı görmek, kendi vatanperverliğime dair daha fazla soru üretmeme sebep olurken, ülkesi İran’dan yeşil kuşak hareketi sonrası ayrılmak zorunda kalmış ve geri dönemeyen bir yazarın Avrupa Birliği’nin göbeğinde ülkesindeki uygulamalar kadar birlik üyesi ülkelerin kolonyolizmini, post-kolonyalizmini sorguluyor olması ilham verici ve zihin açıcıydı.    

Bu nedenle Benimle Gelir Misin?, yazım süreci en uzun zamana yayılan oyunum oldu. Fakat az önce söylediklerim neden uzun sürdüğünün de sanırım gerekçelerinden bazılarını oluşturuyor.

Bir de şunu belirteyim; Parça Parça Savaş gibi projelerin Türkiye merkezli olarak da yaratılmasını çok arzu ederim.

Başka bir dilde okunabilir olmak, oyunlarının başka dillerde sahneleniyor olması ne anlama geliyor senin için, seni nasıl besliyor?

Aslında aynı dilde olsa bile her bir yeni insanın yazdığım metinle buluşması yeni bir olasılığın kapısını aralıyor. Çeviride kaybolan ve/eya çeviride ortaya çıkan yeni söyleyiş biçimleri özellikle tiyatroda çok fark yaratıyor. En azından benim deneyimim bu şekilde oldu. Benimle Gelir Misin?’i yazarken farklı versiyonlarda, farklı çevirmenlerle çalıştım. Oyunun son üç versiyonunda beraber çalıştığım Kate Ferguson uzun zamandır Türkiye’de yaşıyor ve anadili İngilizce. Onun yaptığı çeviri oyuna artı değer kattı. Bunu bir oyun yazarı olarak deneyimlemek oldukça ufuk açıcı oldu. Oyunu Almanca duyduğumda ise bir katman daha eklendi. Aynı hikâye, aynı karakterler ama başka bir dil yeni olasılıkların, yeni imkanların da kapısını açıyor. Bu deneyimden sonra dili kullanırken bu olasılıkları da hikayeyi ve/veya karakterleri şekillendirirken kullanıyor olacağım. Umarım daha farklı dillere de çevrilir ve ben de o dilleri deneyimleme fırsatı bulurum.

Her oyununda Umut adlı bir karakter olduğunu biliyoruz. “Umut’ların temel ortak noktası kendileri olmak için verdikleri mücadele. Benim için Umut statik bir iyi dilekler tamlaması değil, hareket arzusu, aksiyonu devam ettirme coşkusu. Umut kof bir iyimserlik hali, teolojik bir avuntu değil. Daha iyi olanı hayal etme ve onu kurma noktasında iradeyi harekete geçirmek. Umut değişerek, dönüşerek, kendini yeniden inşa ederek oyuna devam ediyor” demişsin bir röportajda. Biraz da seni, nasıl ve neden yazdığını simgeliyor gibi Umut… En başta söylediklerini de tamamlıyor. Kaleme aldığın oyunlara toplu olarak bakacak olursak Umut gibi onları birbirine bağlayan unsurlar neler?

Konuştuğundan daha fazlasını susan bir ailede büyüdüm. Bu şekilde olan tek ailenin benim ailem olmadığıma eminim. Ufak tefek mimiklerden, çok üstüne basılmadan yapılan ritüellerden, arada etraf ne konuşulduğunu bilmesin diye ikinci kalana –Arapça– geçilen konuşmalardan inancının ne olduğunu bulmaya çalışmış bir çocuktum. Konuşulanlardan çok, susulanlardan ve eylenenlerden hayatın çatıldığını gördüm. Hayat suskunluklardaydı. Konuşulan ise gündelik olandı, dişe dokunmayan, derinleşmeyen, soru sormayan. Guguk Kuşu’nun çıkardığı sesin aslında Arapça bir şarkı olduğunu öğrenmek, bebeklerin geldikleri yeri söylemesinler diye uzunca bir süre konuşmadıklarına inanmak, her bir canın belki de daha önce hayatını kaybetmiş bir yakınım olabileceğini bu yüzden her bir cana ihtimam göstermem gerektiğini bilmek ve daha niceleri benim hayata bakışımı şekillendirdi. Oyunlarımı da hep susulandan kurmaya gayret ettim. Umut dışında bir ortak nokta varsa suskunlukları kelimeye dökme ve paylaşma arzusu diyebilirim. Birkaç örnek verirsem, Nerde Kalmıştık? Askerden dönen erkeklerin suskunluğunu; Tetikçi bayrağın önünde fotoğrafı çekilen, o hariç herkesin konuştuğu onyedi yaşında bir gencin sessizliğini; Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi tektipleştirilmiş trans bireylerin konuşulmayan ve sanki hiç yokmuş gibi davranılan ailelerini; Evim! Güzel Evim! orta sınıfta yokmuş gibi davranılan aile içi şiddeti, Benimle Gelir Misin? haykıramadığım iç sıkıntısını ve ikilemi kelimelere dökme çabasıydı.

Bir de oyunlarımın merkezine yerleşen genel temalar var. Toplumsal cinsiyet sorgulaması, kadınlık, erkeklik halleri sanırım hemen tüm oyunlarımda omurgayı oluşturuyor. Militarizm, savaş, cinsellik de diğer ortak unsurlar diyebilirim.

toy1

Benimle Gelir Misin?

Benimle Gelir Misin?’in Umut’u da Gezi sürecinin içinde hem hayal hem de mücadele eden zihnen ve fiziken hareket halinde bir kadın. Hikayesi bir başka kadının hikayesiyle çarpışıyor, aşık oluyorlar. Öte yandan oyun, yakın geçmişi kolaycılığa kaçmadan da sahneye taşıyarak politik ve kişisel olanı incelikle örüyor. Biraz önce hem “yazım süreci uzun bir zamana yayıldı” hem de “haykıramadığım iç sıkıntısını kelimelere dökme çabasıydı” dedin. Metnin yazılma sürecini biraz aktarır mısın?

O kadar zorlu bir süreçti ki, her anlattığımda bir kere daha yüzleşiyorum. Oyunu Türkiye’de son yirmi yılda yaşadığımız en sancılı süreçlerden birinde yazdım. Proje başlangıcında 2017 yılı Mayıs – Haziran arası Berlin’de diğer üç oyun yazarı, iki proje koordinatörü ve bir proje temsilcisi ile beraber zaman geçirdik. Her hafta bir araya gelip belirlenen konular hakkında açık tartışmalar yapıyor, metinler okuyor, filmler izliyor, oyunlara gidiyorduk. Bu süreçte amaç daha çok savaş üzerine daha kapsamlı ve katmanlı düşünmekti. Uzun zamandır aklımda bir aşk hikayesi yazmak vardı. Bu tartışmalarla beraber yani savaş, beden politkaları, benim savaşım ne sorgulamarıyla beraber hikaye benim için şekillenmeye başladı. İlk iki aylık bir araya gelişten sonra her bir yazar yaşadığı yere geri döndü ve metni üzerinde çalışmaya başladı. Sonrasında her üç ayda bir on günlük periyodlarla bir araya geldik ve metinlerimiz üzerinde çalıştık.

2017 yılı mayıs ayı ile oyunu tamamladığım Eylül 2018 arasını düşündüğümde yaşanan her gelişmenin oyuna etki ettiğini söyleyebilirim. Hikaye defalarca şekil değiştirdi. Gitmekle kalmak arasında, aşk ve mücadele arasında, yeniden başlamakla ezberi devam ettirmek arasında hem ben hem karakterler defalarca gidiş gelişler yaşadı. Metni her revize edişimde, her bir araya gelişte ben de içinden geçtiğim zamana bir mesafeden bakma şansı yakaladım ve çok ağladım. Tutamadığımız o kadar yas var ki, beni en fazla zorlayan kısmı sanırım burasıydı. Gezi’den bu yana yaşadığımız acıları nasıl kapattığımızı oyunu yazarken tekrar tekrar gördüm. Beraber gülmeyi geçiyorum, başına gelen felaketlere beraber ağlamayı bile ne yazık ki uzunca bir zamandır gerçekleştiremeyen bir toplum olmamız çok acı verici. Diğer taraftan bütün bunları tekrar tekrar gözden geçirmek beni Türkiye’den uzaklaştırmadı, bilakis köklerimin ne kadar derinlerde olduğunu bir defa daha fark etmemi sağladı. Benimle Gelir Misin? memleketimle olan ilişkimi önce olabilecek en küçük parçalara ayırdı ve şimdi onları teker teker yerine yerleştirmeme vesile oluyor. Bu sezon oyunun Almanya serüveni başlayacak. Benimle Gelir Misin?’in beni hangi yeni sorgulamalara taşıyacağını heyecanla bekliyorum.

Benimle Gelir Misin? sahneye konuş biçimi, kurduğu atmosfer ve oyuncuların performansıyla da katmanlanıyor ama tüm bunların ötesinde Gezi gibi politik bir fonu ya da iki kadının aşkını klişelere düşmeden aktarmasıyla da ayrıcalıklı bir yerde duruyor. Yazılmayanı, görülmeyeni ya da kurcalanmayanı mesele edinmek açısından Benimle Gelir Misin?i nasıl konumlandırırsın?

Yazmaya ilk başladığımda kendi yakın ve uzak tarihimize dair metinlerin azlığını fark etmek beni şaşırtmıştı. Destansı Osmanlı hanedanlık anlatıları veya Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişin sancıları, Cumhuriyet’in ilk yıllarının kahramanlık anlatıları dışında daha gündeliği merkeze alan Türkiye sinemasının ve edebiyatının yakaladığı tarihle bağlantılı, çoğulcu, aynı zamanda öznel hikayelerin azlığına şaşırmıştım. Hala da şaşırıyorum. Mübadele, tehcir, tek partili dönem, Adnan Menderes’li yıllar, 60’lı yıllarda Türkiye’den Almanya’ya işçi göçü, 70’ler Türkiyesi, 80’ler, ortak ikonlarımızın hayatı gibi başlıkları arttırmak, alt başlıklar açmak, katmanlarına bakmak mümkün. Buralarda hala yazılmamış o kadar fazla hikâye bizi bekliyor ki. Gezi’de bu halkaya dahil olabilir. Gezi’yi yaşamamızın hemen ertesinde, yani henüz ne yaşadığımızın muhasebesini gerçekleştirmeden sayıları az da olsa art arda oyunlar yazıldı, sahnelendi. Sonra bu konuda üretimler kesildi. Benimle Gelir Misin? bu bağlamda değerlendirilecek bir oyun mu, emin değilim. Kendi adıma oyunu yazarken daha çok “Gezi’den sonra bize ne oldu?” oyunu olarak şekillendirdim. Zamanı nasıl kaybettik, bağlantılar nerede koptu, herkes nereye kayboldu gibi… Bu daha çok kendime ve yakın çevreme dair bir kurcalama, soru sorma, yas tutma diyebilirim. Oyuna gelip ağlayan ve bunu bir arınma olarak gören insanlar oluyor. Beraber yas tutabildiğimiz bir oyun Benimle Gelir Misin? Yaşadıklarımız ve yaşama olasığımız olan ama yaşayamadıklarımız için beraber düşünmeye davet eden bir oyun.  

Buraya, Türkiye’ye baktığında buradaki farklı “hayatta kalma” tezahürlerine dair ne düşünüyorsun? Bu tarz dönemler kimileri için biriktirme zamanı, kimileri üretime köşesinde sessiz sedasız devam ediyor, kimileri de yeni olanakların peşinde, arayış içinde. Bunu deneyimlemiş biri olarak sana sormak istediğim şu aslında; sansürü bir biçimde bertaraf edip üzerinden, dışından derdini anlatabilmek ne kadar mümkün? Anlatmanın yolları ne kadar çeşitli?

Her türlü hayatta kalma pratiğine saygı duyuyorum. Benim için aslolan hayatın devamlılığı. Köşesine çekilenlerden de, yeni olanakları kovalayanlardan da öğrenebileceğim çok fazla perspektif olduğuna inanıyorum.

Sansür dendiğinde benim aklıma artık direkt otosansür geliyor. Zira dışarıdan gelen sansür daha elle tutulur, gözle görülür olduğu için onunla mücadele geliştirmenin yollarını bulmanın daha mümkün olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle sanırım otosansürü güçlendiren pratikler iktidarlarca daha sıklıkla kullanılıyor. Oyun yazarı olarak amacım anlattığım hikayenin, alt metnin, ana temanın, yani meramımın karşıya geçmesiyle birlikte bir diyalog başlatmak. Benim için oyun sahnede başlıyor ama sahnede bitmiyor. Yazdığım oyunları beraber düşünme antremanı için işaret fişeği olarak görüyorum. Sahnelemeyle beraber kamusal alanı yaratan ve yarattığı alana zorlayıcı en az bir soru soran, bu soru ve/veya sorulara dair konuşmaya davet eden bir süreç. Dolayısıyla oyunun kesintisiz bir şekilde seyirciyle buluşmasını sağlamak en öncelikli amacım.

Kendi adıma anlatmanın ve mücadelenin yollarının tükenmediğini söyleyebilirim. Fakat bunu İstanbul’da yaşayan, buradaki sahnelere ve sahnelerde üretenlere rahatça ulaşabilen, yani bir çeşit ayrıcalığa sahip biri olarak söylüyorum. Türkiye’nin farklı yerlerinde tiyatrocular üretimlerine nasıl devam ediyor? Keşke bunu bilmenin, duymanın, öğrenmenin bir yolu olsa. Özellikle İstanbul dışında üniversite ve/veya belediyeye ait sahnelerin bazı oyunları son anda iptal ettiğini, bazı oyunların da bazı şehirlerde oynanmasının yasaklandığını biliyoruz. Bu olgusal olarak tespit edebildiğimiz sansür. Asıl soru olgusal olarak tespit edemediklerimizin sınırı. Yani otosansür. Onu aşmanın yolu da karşılaşmalardan geçiyor sanırım, bir araya gelişlerden. Benimle Gelir misin? bu anlamda benim için önemliydi. Hem kendi sınırlarımı görmek, hem müşterek oluşturulan sınırları keşfetmek hem de insanların fikirleriyle karşılaşmak bağlamında zengnileştiren bir tecrübe yaşadım. Yazar, yönetmen, oyuncu otosansürü bir şekilde aşıyor, sansürden endişe etmiyor olabilir fakat seyirciniz bu konuda zorlanıyorsa ne olacak? İçeriğinden dolayı izlediği oyunu seyirci konuşamıyorsa, eleştirmen yazamıyorsa bunu nasıl tespit edeceğiz?

Benimle Gelir misin? bu bahsettiğim sıkıntıları yaşayan bir oyun oldu. Fakat oynamaya devam ediyoruz ve edeceğiz. Bir şekilde bizim oynama irademizin seyirciyi de oyuna dair konuşmaya cesaretlendireceğini umuyorum.

Çünkü sansürün de çeşitleri var… Benimle Gelir misin’le ilgili yazılara, haberlere ben de göz atmıştım ve lezbiyen bir ilişkiyi, aşkı anlattığını neredeyse herkes sözcüklerin içine gömmüştü. Tabular, bazı “ince” konular  mevzu bahis olduğunda topluca bir nevi gizli sansür ya da otosansür uygulanıyor. Ne oluyor da yazılıp dillendirilemiyor hala bazı şeyler sence? Sansür ve otosansürün yarattığı tahribata, tesis ettiği sosyolojik ve psikolojik etmenlere dair neler söylersin?

Genel sebepler malum, lakin öznel sebepler üzerine düşünmek gerekiyor. Toplumsal cinsiyet konusunda çalışmalar yapmak için farklı alanlardan insanlarla Türkiye’de ve yurtdışında bir araya geliyorum. Genellemeler yapmak çok zor ama sanırım söyleyebileceğim en belirgin ortaklık, öznel düşünme biçiminin bu konulara dair eylemleri güçlü şekilde belirlediği olur. Mesela eşcinselliğin giderek toplumda daha fazla konuşulabilir olmasından yola çıkarak kişisel tabularını sorgulamayan, fakat genele uyum sağlayan insanlar oldukça fazla. Sorulduğunda “Eşcinseller vardır ve eşit yurttaştır” diyor, ancak eylemlerine bakınca söylemle uyumlu olmadığını görüyoruz. “Lezbiyenlere ve lezbiyenliğe karşı önyargım var” diyemiyor ama eyleminde bu düşünceyi görebiliyoruz. Bu söylem-eylem uyumsuzluğu bizim suçumuz değil ancak bunu fark etmek ve değiştirmek bireysel sorumluluğumuz. Suçumuz değil zira ne eğitim hayatımız ne de sosyal ortamlarımız toplumsal cinsiyet, kültürel çeşitlilik, eşit yurttaşlık gibi konularda bize yeterli eğitimi ve bilgiyi sağlamadı. Biz tek renk ve ses olmaya dair talim terbiye anlayışıyla şekillendirilmeye çalışıldık.

“Bilmek zorundayım, o yüzden soramam” oldukça güçlü bir otosansür kaynağı. Mesela bazı insanlar bulunduğu sosyal çevre nedeniyle, yaptıkları iş vesilesiyle veya muhtelif gerekçelerle LGBTİQ+ konularında fikir sahibi olmak zorunda hissediyorlar kendilerini. Fakat bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak, sadece bir ezberi tekrarlamaktan öteye gitmiyor. Bu ezberin pozitif bir ezber olması da sonuca etki etmediği için önemsizleşiyor. “Ayrımcılık kötüdür” cümlesini bilmek ile ayrımcılığa sebep olacak davranışlardan uzak durmak arasında fark var. Merkezinde iki kadının aşk hikayesi olan bir oyunla karşılaşınca da buna dair hislerini, fikirlerini ifade etmekte zorlanılması sadece dış gerekçelerden olmuyor. Sadece Türkiye’de değil dünyada da farklı başlıklarda bu duruma rastlamak mümkün. Diyalog kurmak, sorular sormak ve çocuksu meraktan utanmamak bence atabileceğimiz küçük fakat sağlam adımlar olabilir. Oyun keşke bu sorgulamaların rahatça yapılabilmesine de imkan yaratsa ve karşılaşmalar yaşansa…

Baskı ortamlarında varoluş amacına, doğasına paralel olarak iktidarla açıktan ve en çok çarpışan sanat disiplinlerinin başında geliyor tiyatro, bugün de öyle. Bugün irili ufaklı onlarca küçük, alternatif, bağımsız tiyatro kıpır kıpır; üretim yoğun ve bugünün elzem meselelerini sahneye taşıyan genç bir kitle var. Bu hareketliliği sen nasıl tanımlıyor ve gözlemliyorsun?

Ben bu hareketliliğin ateşli bir taraftarıyım, bir parçası olduğum için de inanılmaz mutluluk duyuyorum. Sıkıntısız mı? Asla değil. Tartışmamız gereken çok fazla başlık var. Fırsatımız olsa bunları oturup uzun uzun masaya yatırsak, buradan tiyatronun geleceğine dair bir kültür politikası oluşturmayı amaçlasak çok çok güzel olur. Bağımsız mekanlar şekil değiştirdi, oyunların içerikleri değişti, bağımsız tiyatro yapan birçok isim daha büyük prodüksiyonlarda yer almaya başladı. Bir çeşit “nesiller kaynaşması” olan projeler ortaya çıkmaya başladı. “Şöhret”li isimlerin dahil olduğu büyük bütçeli prodüksiyonlar üretilmeye başladı. Her bir gelişmenin etkisini yaşadık ve yaşayacağız.

Gerçekten bağımsız tiyatro bugün nerede? Mekan olarak nerede? İçerik olarak nerede? 2009’lu yıllarda konuştuğumuz yeni arayışlar hala var mı? Yeni metin ve sahneleme biçimleri görüyor muyuz? Kara-kutu sahnelere ne oldu? Benim zihnimi bu sıralar en çok kurcalayan sorular. Diğer taraftan İstiklal Caddesi 2009’unda üretime başlayan ve oradan taşarak bugüne kadar üretimlerini devam ettiren isimlerin tam on yıl sonra yavaş yavaş oyunlarını başka şehirlerde de sahneleyebiliyor olmasını da heyecan verici buluyorum. Artık bağımsız tiyatro oluşumları Ankara, İzmir, Bursa ve Adana tiyatro festivallerinde oyunlarını sahneleyebiliyor. Yani genişleyen bir çemberden bahsediyoruz ve işte tam bu noktada benim sorum derinleşmeye dair beliriyor. Yeni nesile ulaşan, üretim süreçlerinde ve içeriğinde kültürel çeşitliliği barındıran, artı değer yaratan bağımsız tiyatrolar derinleşiyorlar mı? Kökleniyor muyuz? Ürettiğimiz içerikler genişlemeye hizmet ettiği kadar, derinleşmemizi de sağlıyor mu? Bugünün hafızasını metinlerimizle kurabiliyor muyuz? Kuruyorsak bu metinleri tarihsel hafızaya ne kadar geçirebiliyoruz?

Hareketliliği bana sordurduğu sorular ve üretme heyecanıma katkısı bakımından çok önemisiyorum. Umarım ister genişlemek, isterse derinleşmek anlamında olsun hiç bir zaman dinamizmimizi kaybetmeyiz. Kim bilir belki bir süre sonra İstanbul’un dünya tiyatro başkentlerinden biri olmasını konuşuyor oluruz.

Ödenekli tiyatroların, gerek ihraçlar, gerek yönetmelik değişiklikleri ve de iktidar baskısıyla derdest edilmesinin de bunda payı var mı sence? O mecralardaki tıkanıklık bağımsız tiyatroların güçlenmesine vesile oldu mu dolaylı olarak?

Bir etkisi olduğunu inkar edemem. Konvansiyonel ve/veya ödenekli tiyatrolar yaratıcılığa, çeşitliliğe, çok sesliliğe ve renkliliğe bir şekilde kendisini kapatınca o tiyatorlarda üretim yapan birçok yetenekli insan da yaratıcı, üretimlerini sürdürmek için alternatif kanallara geçiş yaptılar, yapıyorlar ya da her iki alanda birden var oluyorlar. Fakat bu dönem geçtiğinde ödenekli tiyatrolarda hareketlilik artsa dahi ben alternatif ve bağımsız alanların yine farklı zeminde üretim yapan insanların katılımıyla canlılığını koruyacağına, hatta üretimin daha da gelişeceğine inanıyorum. Geçişkenlik artacak diye düşünüyorum. Zira bunun örneklerini ödenekli tiyatrolarda yaşamasak da özel tiyatrolarda görüyoruz. Üretiminde alternatif sahne pratiğini merkeze koyan yazar, yönetmen arkadaşlarımızın bütçesi daha geniş olan özel tiyatrolarda tecrübeli oyuncularla bir araya geldiği işler her geçen sene artıyor. Ödenekli tiyatrolar ile bağımsız tiyatroyu birbirinin alternatifi gibi değil de birbirini destekleyen, birbirini büyüten alanlar olarak görüyorum. Ödenekli tiyatronun prodüksiyon gücü, insanlara erişim kapasitesi farklı, bağımsız tiyatronun işlevi farklı. Bu iki üretim alanının birbirini besleyerek ortaya çıkardığı üretimlerin önümüzdeki yıllarda daha belirleyici olmasını umuyorum, bekliyorum.

Burada üzerine düşündüğüm diğer bir konu, ödenekli tiyatroların performans sanatının eğitimi konusunda erişim bakımından avantajları olmasına rağmen bu potansiyelin sınırlı kullanılması. Oyun yazarı olarak İstanbul’da belirli aralıklarla atölyeler yapıyorum. Daha fazla şehre ulaşmayı, oradaki insanlarla bir araya gelip metin yazımı üzerine çalışmayı çok istiyorum. Bu yerli metinlerd, çeşitliliği, yaratıcılığı arttıracak ve hikayelerimizde biribirini besleyen unsurları ortaya çıkaracak. Performansa dair bütün alt başlıkların ödenekli tiyatrolar aracığıyla Türkiye’nin her yerinde, bu alanda çalışma yapmak isteyen insanlarla buluşmasının hayalini kuruyorum. Ödenekli tiyatroların bu anlamda kapasitesi özel tiyatrolardan çok farklı.

Bir de ben istatistiklerle yola çıkmayı, onları takip etmeyi çok önemsiyorum. Toplumsal cinsiyet eşitliği, kültürel çeşitlilik konularında da tiyatro ile ilgili konularda da böyle. IPSOS iki yılda bir Türkiye’yi Anlama Kılavuzu başlıklı bir araştırma yayımlıyor. Nisan 2018 araştırma sonuçlarına göre Türkiye’nin yüzde 64’ü hayatında hiç konser, tiyatro veya opera izlememiş.

İşte tam bu noktada ödenekli tiyatronun işlevini tekrar düşünmeyi önemsiyorum.

Tiyatro her bir yurttaş için erişilebilir olmalı ve kendisini kültürel çeşitliliği yansıtacak şekilde yapılandırmalı. Umarım önümüzdeki yıllarda bunu gerçekleştirebiliriz.

Öte yandan yine doğası gereği tiyatro sinemadan daha hızlı kendi olanaklarını yaratabilen ve daha dolaysız devreye sokabilen dışadönük bir sanat dalı. Diğer sanat disiplinlerinin son dönem üretimlerine ya da konumlanışlarına baktığında dikkatini çeken noktalar neler?

Tiyatrodan sonra yakından takip etmeye çalıştığım alanlar, sinema ve edebiyat. 2005-2015 aralığında Türkiye sinemasının ortaya çıkardığı filmleri oldukça heyecan verici buluyordum. Sonrasında ise sinemaya destek veren kamu kurumlarının pozisyon değiştirmesi, sivil toplumun filmleri fonlama alanlarının dolaylı veya direkt yollarla kısıtlanması gibi sebeplerden üretimde sayısal olarak bir düşüş yaşanıyor. İçerik olarak da daha geniş kitlelere ulaşabilecek hikâye, karakter, biçim çeşitliliğinde daralma gözlemliyorum. Ancak senin de dediğin gibi sinema tiyatrodan farklı olarak maddi kaynaklara –nakdi kaynaklar ve/veya sinema üretim araçları gibi– bağımlı bir sanat disiplini. Dolayısıyla kaynakların nasıl kullanılacağına dair tasarruf değişiklikleri ya da kaynakların sınırlanması üretimi direkt etkiliyor. Bir de tabii son dönemde yapımcıların imzaladığı yeni sinema yasası ve onun içeriği var. Yasanın hangi taraflara ne getirip ne götüreceğini beraber deneyimleyeceğiz.

Bu dönemde !f İstanbul deneyimi benim için sarsıcı oldu. Festivalin kurucu ekipten koparılması ve bu konuda maalesef kamusal bir tepkinin örgütlenememesi şaşırtıcı ve üzücüydü. Festival devam edecek ama içeriğe dair bizi neler bekliyor merak ediyorum. !f ‘in başına gelen, üretim alanlarında daralmanın nasıl farklı yöntemlerle yapıldığının da örneklerinden biri. Direkt sansür ve/veya yasaklama istatistiki anlamda çok fazla anlam ifade eder ancak bu şekilde başta ekonomik olmak üzere birtakım dolaylı yöntemlerle bağımsız üretim alanlarının daraltılması yaklaşımını yaşıyoruz. Bu yöntemler sansür ve yasaklamadan hem daha tehlikeli hem de daha uzun zamana yayılan bir çölleştirme etkisi oluşturacak diye düşünüyorum.

Edebiyatta ise, umarım kimseyi incitmeden ifade edebilirim, yerli eserlerde -her alanda olduğu gibi- dilde ve biçimde bir sıkışma yaşandığını gözlemliyorum. Bu benim seçtiğim yazarlar ve onların son dönem eserleriyle de ilgili olabilir. O yüzden yine genel bir söylem üretmekten kaçınmak isterim. Sayısal olarak edebiyatta sinemaya göre oldukça fazla bir hareketlilik var, fakat yine içeriğe dair o oranda bir çeşitlilikten bahsedebilir miyiz, emin değilim. Gündelik kullandığımız dilin erimesi, neredeyse her alanda ikili sisteme –evet, hayır / siyah, beyaz / bizden, sizden / kadın,erkek– indirgemesi, hangi alanda üretim yaparsa yapsın, insanları etkiledi. Bu durum tiyatroda monolog metinlerin artmasının da bir nedeni olarak kendini gösterdi. Bununla ilgili de yakın zamanda yazacağım. Yine de her ne olursa olsun her bir sanat disiplininde insanlar, yaşadığımız bunaltıcı iklime rağmen üretmeye devam ediyor. Umutlu olmak için sebep soranlara genelde bunu söylüyorum. Bütün baskı ve alan kuşatmasına rağmen Türkiye’nin çok renkli ve sesli mayası kendisini ifade edecek yolları buluyor. Çiçek inadıyla betonu deliyor. İlmek ilmek incelikle yaşamı örmeye devam ediyor. Er ya da geç bu dönemde ekilen tohumların ormanında bir araya geleceğimize eminim.