Birinci tekil ve diğer olasılıklar ya da Monolog ve Diyalog

Günümüz tiyatrosunda monoloğun yükselişe geçmesinin siyasi atmosferle nasıl bir bağlantısı var? Diyalog ihtimaline kapı aralayabilir miyiz? Oyun yazarı Ebru Nihan Celkan, Susma Platformu’na değerlendirdi.


EBRU NİHAN CELKAN

Dramatik monolog: Hayali bir izleyiciye hitap eden tek bir hayali konuşmacının olduğu şiir türü. Çoğu dramatik monologda doğal söylem taklit edilmeye çalışılır. Türün başarılı bir örneğinde şiir kişisi şairle karışmaz. Penguin Edebi Terimler ve Edebiyat Kuramı*

18 yıldır kesintisiz bir monoloğun içindeyiz. Bir an diyalog ihtimali doğduğunda bunu yerle yeksan etmekten imtina etmeyen bir atmosferi soluyor, paylaşıyor ve deneyimliyoruz. Sadece yaşadığımız coğrafya değil dünyanın neredeyse geri kalanında da her geçen gün başta siyaset olmak üzere hemen her alanda biraz daha monoloğa batış gerçeğini gözlemlememiz mümkün. Keza diyalog ihtimali barındıran kamusal alanların yok oluşu da yine çağımızda sıklıkla deneyimlediğimiz bir süreç. Türkiye’de son yıllarda artan monolog ya da tek kişilik oyunlar diyebileceğimiz seriyi bu atmosferden bağımsız düşünüp, düşünemeyeceğimizi diyaloğa açmak istiyorum. Bir tiyatro izleyicisi olarak birden fazla izlediğim, diyaloğun yaratacağı etkinin çok üzerinde düşünme ve sorgulama alanı açan çok başarılı bulduğum örneklerin yanı sıra her geçen gün sayısı hızla artan monologların kamusal alanın ortadan kalkışından ve yaşadığımız siyasi atmosferden ne oranda etkilendiği üzerine bir sorgulamaya ihtiyaç duyuyorum. Bu yazıda, tek kişilik oyunların üretiminde ekonomik gerekçelerin farkında olarak, monolog ve diyalog arasında bir hiyerarşi kurmadan, tiyatronun tüm gerekliliklerini bünyesinde barındıran meddahlık geleneğinden farklı olarak yarattığımız monolog içeriklerine ve içeriğin aktarım şekilleri üzerine düşünme çabasını gözetiyorum.

Öteden beri monolog, politikacıların, din insanlarının, geleneksel öğretmenin, vaizin, otokrat yöneticinin en güçlü araçlarından biri oldu. Bu biçimde, anlatıcı tektir. Birinci tekil şahıs konuşur, yani aktiftir, diğerleri ise dinler, yani pasiftir. Konuşmasında çelişki ve sorgulama yoktur. Tek doğruyu, ki çoğunlukla kendi doğrusunu dikte eder. Anlatıcı kendi hikayesini konuşmasına çoğunlukla bilinçli olarak karıştırır. Böylece hikayeyi birinci elden anlatıyor olmanın gücüyle kitleyi etkilemeyi kendisi için kolaylaştırır. Dinleyiciler arzusuyla ve/veya çeşitli vesilelerle hatta bazen rastlantısal olarak, bazen belli zorlamalarla kurulan alana gelmiştir. Konuşmacının takipçileri hatta çoğunlukla fanatikleri kitlenin olmazsa olmaz öğelerinden birini oluşturur. Bu şekilde hizalanmış bir iletişimde dinleyenin birinci tekil şahsın anlattıklarını ve/veya söylediklerini sorgulamadan alımlaması beklenir. Dinleyen olarak  soru soramaz, fikir beyan edemez hatta konuşmacı iyi bir hatipse “büyülü” konuşmanın yarattığı atmosferden kaçamazsınız. Monolog bitince de kitle çözülür, geldiği gibi dağılır.

Tiyatro ise onu oluşturan tüm unsurlarıyla benmerkezciliğin, birinci tekil şahsın karşı duruşunu simgeler.

Yine bir sahne vardır ancak sahne kendi içinde her an değişimlere açıktır, yine en az bir anlatıcı vardır ancak anlatıcı tek oyuncu olsa dahi başkalarını ve onların hikayesini de anlatısına dahil etme potansiyeline sahiptir. Tiyatro için yazılmış güçlü monolog, değişimler, farklı görüşler, iç diyaloglar ve çelişkiler gibi birbirinden farklı pozisyonlar barındırır. İzleyici kendi arzusuyla kurulan oyun alanına gelmiştir.

Zaten maksadını aşıp bir önceki paragrafta belirttiğim vaaz atmosferine giren oyun ise “didaktik” olma çukuruna düşer ve seyirci/izleyici oyuna mesafelenir. Oyun bittiğinde izleyici zihinsel aktiflik arzusuna ulaşmışsa salonu terk etmez. Bir arada olmaya devam etmek ister. Oyun tiyatro seyircisini aktive etmeyi başarmışsa çoğunlukla seyirci oyun sonrası hemen çözülmez. Salonda, fuayede, tiyatronun önünde biraz daha vakit geçirmeyi sürdürür. Birbirini tanıyanlar ve/veya tanımayanlar arasında bir diyalog imkanı oluşur. Sahnede izlenen tartışmaya açılır. Hatta oyunu oynayan, yazan ve yöneten aynı ortamdaysa oyun sonrası bu diyalog sürecine katılır. Sahnede izlenen monolog dahi olsa sınırlarını aşmış ve diyaloğa evrilmiştir. Monolog diyaloğa giriş kapısını aralamıştır.

Filolog Friedrich Nietzsche “İyi ve Kötünün Ötesinde”** kitabında 146 numaralı aforizmasına “Canavarlarla savaşan kişi, kendi de canavar olmamaya bakmalıdır. Ve uzun süre uçuruma bakarsan uçurum da sana bakar.”*** cümlesiyle başlar.

Monoloğa monolog yoksa göze göz mü?

Yaşadığı coğrafyanın gerçeklerine duyarlı ve onun içinden yol alan, tiyatroda oyun yazarı ve yönetmen olarak üretmeye devam eden bizler de sanırım o kadar uzun süredir bu cümlenin muhatabı olduk ki üretimlerimiz de monoloğa yatkın hale gelmeye başladı. Burada sıkıntılı olarak gördüğüm nokta monoloğun artışı değil, monologların monotonlaşması. İçinde yaşadığımız “Tek adamlar” çağının birey olarak, yazan, yöneten olarak üzerimizdeki etkisini azımsamış olabiliriz.

Tiyatroda monoloğu diyaloğun karşıtı değil hatta bunun ötesinde, diyalog alanı bulamayan tecrit edilmiş zihnin, duyguların ve görünmez kılınan hikayenin bir çağrısı gibi düşünüyorum. Yani karşılaşmalar yaşayacağı kamusal alan ortadan kalkmış bireyin kendine seyirciyle beraber ve ondan aldığı cesaret ve destekle yeni bir imkan yaratma çabası, “biz”e açılarak yeni bir “ben” kurma arzusunun güçlü bir aracı. Antigone’nin yurttaşları arasındaki yalnızlığıyla ortaklaşmanın ya da Medea’nın zihnine transfer oluşumuz yolu gibi incelikle işlenmiş monologların yapmayı başardıklarını burada anımsayabiliriz.

Peki, böyle mi? Son dönemde artan monologlar ve/veya tek kişilik oyunlar bu imkanları yaratıyor mu? Yoksa üzerimize boca edilen, milyonlara hitap eden, bitmek bilmeyen monoloğa karşı bizimle farklı veçheleriyle de olsa aynı sürecin muhatabı olmuş, ulaşabildiğimiz sınırlı sayıda insana bu sefer de bizlerin bir iç dökme seansına mı dönüşüyor? Monolog olarak yazdığımız, yönettiğimiz, ürettiğimiz tiyatro parçaları diyaloğa davet mi yoksa sandığımızın aksine yankı odalarında bizi daha da fazla ıssızlığa sürükleyen birer çözülme oturumu mu? Yoksa monoton monoloğa karşı göze göz arzusu mu?

Oysa Mahatma Gandhi’nin dediği gibi

“Göze göz dünyayı, tüm dünyayı kör eder.”****

Bu monoton monologların, kendi durduğu zeminden emin, bir çelişki barındırmayan, ya akıl peşine takılmış ya da duyguları tarafından sürüklenen karakterlerin bize aktardıklarını, artık merkezin tam göbeğine yerleşmiş olmasına rağmen yıllarca merkezden dışlanmasını bir dua, bir mantra gibi tekrar eden politikacıların yaptığından farklı olduklarını düşünebilir miyiz? Öfkesini tek kişilik, birinci tekil şahıs konuşmasına sindirmiş ve başka bir duyguya, düşünceye alan açmayan, kendini, eylemlerini sorgulamayan, çevresindekilerin varlığından ya bir haber ya da onları birer karikatüre indirgemiş bir vaizin vaaz ettikleriyle ne gibi paralellikler gösterdiğini göz ardı edebilir miyiz?

Bu biçimsel yakınlaşma tehdidini hem bir yazar olarak hem de bir tiyatro izleyicisi olarak derinden hissediyor, kendime ve meslektaşlarıma şu soruyu soruyorum:

Diyaloğu nerede kaybettik? Diyalog yazmaktan neden, ne zaman ve nasıl uzaklaştık?  Bunun zamanın ruhuyla bir bağlantısı olabilir mi?

Hakikatimi kendi zihnimden bir başka hakikate açmak

Parçalı, sınırlı ve anlık benliklerimizden dışarıya adım atmanın ve düşüncemizi üç boyutlu hale getirmenin yolu çoğullaşma ile mümkün olabilir. İki farklı dünyanın her karşılaşması en az bir üçüncü dünyanın kurulma ihtimalini doğurur. Artık şartlarımızı ve kendimizi zorlamıyorsak bu ihtimalleri yaşama olasılığımız azaldı. Kamusal alanın daraltılması, çok küçük parçalara dilimlenerek zaten var olan insanın insana mesafesinin iyice netleştirilmesi, ikilik tuzağının çoğaltılması ve arttırabileceğimiz diğer sebepler diyaloğun oluşma ihtimallerini iyice ortadan kaldırdı. Şehrinden çıkmayanlar semtinden, semtinden çıkmayanlar evinden çıkmamaya başladı. Diyalog olarak düşündüğümüz konuşmaların da karşılıklı monologlar olduğunu zaman zaman deneyimliyorum, belki siz de böyle hissediyorsunuzdur. Oysa diyalog kelimesi Yunanca’dan tam olarak çevrildiğinde “düşünceyi takip etmek” anlamına geliyor. Bir fikrin, en az bir dinleyen ve bir anlatanın varlığını zorunlu kılıyor. Bu sayede bazen uzlaşıya bazen de çatışma sonucuna ulaşıyoruz.

Bugün çatışma zannettiğimiz konuşmalar da bile aslında monologların çarpışmasını görüyoruz. İnsanda potansiyel olarak bulunan hakikati bilince çıkarmak için dahi bireyin zihninde en az bir ötekiye ihtiyacı olduğunu tekrar anımsamaya ihtiyacımız var.  Son zamanlarda oldukça sınırlı sayıda yeni bir yaratıcı, yapıcı fikirsel çatışma alanı yani bir üçüncü düşünce bölgesi oluşturan, uzlaşıyla sonuçlanan diyaloğa ya da bir monolog ve/veya tek kişilik oyuna şahit oldum.

Huzursuzluk veren bir heyecan ve sürekli bir devinim ile zenginleştirildiği düşünülen monologlar, kısa süreli bir coşku sonrası yine düşünsel, yaratıcı alanı ve daha da önemlisi kendisini kapatma işlevi görüyor. Bunu çok renkli, sesli ve katmanlı bir direniş hariç 18 yıldır farklı muhalefet hareketliliklerinde de deneyimledik, deneyimliyoruz. Sadece Türkiye değil dünyanın farklı noktalarındaki muhalif hareketler için de benzer bir durum söz konusu. Rafine bir şekilde ifade etmem gerekirse hem sahnede hem sokakta, çarpıcı, büyüleyici, güçlü bir devinim, şikayetlerin yüksek sesle dile getirilişi ve içe kapanış şeklinde bir akışın ortaklığından, benzerliğinden bahsetmemiz mümkün.

Bir oyun yazarı olarak sahnede monoloğu hayal ettiğim anda dahi orada ikinci bir kişi olduğu gerçekliğini fark etmenin gerekliliği üzerine tekrar düşünmeye nasıl ve nereden başlayabilirim? Monologdan vazgeçmeden diyaloğun zenginleştiren doğasına alan açabilir miyiz? Ya da monoloğun diyalog olma işlevini nasıl zenginleştiririz? Seyirciyi “şahit olan kişi” konumundan çıkartıp anlatılan hikayenin öznesi, paydaşı, yorumlayanı haline nasıl getirir, onu nasıl aktive ederiz?

Doğurgan olmayan monolog bir çeşit tecridin dışa vurumuna benziyor. Başkaları düşünmeden bizim de düşünemeyeceğimizi bir şekilde akılda tutarak, dış etkilerle sınırlandırılmış benliklerimizi zorlamaya, diğerine doğru cesur hamlelere yelken açmanın zamanı geldi. Başlangıç için doğuma hatta doğumlara ihtiyacımız var. Doğum için de monolog dahi olsa diyaloğa açılan kapılara ve diyaloğa, diyaloglara daha çok ihtiyacımız var.

Her doğum yeni bir başlangıcın müjdesiyse eğer diyaloğa doğru harekete geçmenin, onu tekrar oluşturmanın imkanlarını aramanın vaktindeyiz.

Birbirimizle yaşama arzumuzu açıkça dile getirmeye sahneden başlayarak, elimizde kalan nadir ve kıymetli kamusal alanı karşılaşmaların, yeni dil kurmanın, çok sesliliğin, renkliliğin, farklığın ve yeniden ilişkilenmenin merkezlerinden biri olarak konumlandırabiliriz.

* The Penguin Dictionary of Literary Terms and Literary Theory

** “Jenseits von gut und böse”

*** “Wer mit ungeheuern kämpft, mag zusehn, dass er nicht dabei zum ungeheuer wird. und wenn du lange in einen abgrund blickst, blickt der abgrund auch in dich hinein.”

**** “An eye for an eye makes the whole world blind.”